YAZARLAR

Dijital teknolojiler ve kültür

Ong’un “birincil sözlü kültür, yazılı kültür ve ikincil sözlü kültür” ayrımına benzer bir ayrımı internet ve sosyal ağlarla birlikte yeniden düşünmek ve ayrıntılandırmak mümkün mü?

İnternet 20. yüzyılın son on yılında bir “vaat” olarak toplumsal yaşama dahil oldu. İlginçtir 20. yüzyılın insanlığa tüm vaatlerinin olanaksız olduğunun yaygın bir kanıya dönüştüğü bir anda neredeyse hepsinin yerine ikame olundu. İnternetin vaadi, en azından başlangıçta bireysel özgürlükleri olduğu kadar toplumsal özgürlüğü ve eşitliği de içeriyordu (burada “enformasyon toplumu” kuramlarını ve internetin bu kuramların ileri sürdüğü dönüşümün gerçeklik düzeyi olarak gündeme geldiğini anımsatmak isterim). Şöyle ki; internet ve internetin temelindeki dijital teknolojiler farklı toplumsal yapılar arasındaki ekonomik, siyasî ve kültürel farkları ortadan kaldıracak bir evrensel eşitlik de vaat etmekteydi. 20. yüzyılda “gelişme” ya da “ilerleme” kavramları aracılığı ile gündemde olan ve ortadan kalkması hedeflenen bu farklar, yine 20. yüzyılın sonunun toz dumanı içerisinde “gelişme” ve “ilerleme” kavramlarının kaybolması ile birlikte görünmez ya da önemsenmez hale geldi. Böylece internet sadece bir “özgür iletişim vaadi” haline geldi. Çok kısa sürede ise bunun bir vaat olduğu unutuldu ve bu yeni “iletişim ortamları” iletişim özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün ta kendisi olarak kavranmaya başlandı.

Ankara Dayanışma Akademisi Kültürel Çalışmalar Programında, Duvar Medya Vakfı’nın desteğiyle yürüttüğümüz Dijital Teknolojiler ve Kültür atölyelerinde asıl mevzumuz, işte bu bir süredir iletişim özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün ta kendisi olarak kavranılan internet ve sosyal medya uygulamalarının dolayımladığı, çoğu zaman “dijital kültür”, “sanal kültür” gibi terimlerle anlaşılmaya çalışılan, bana kalırsa bu “dijital” olanın, “sanal” olanın sınırları içine kapatılamayacak toplumsal dönüşüme dair sorular sorabilmek...

Elbette burada “kültür” bir parantezi hak ediyor. Kavramın soy kütüğünü çıkarmanın, defalarca çok değerli farklı düşünürler tarafından denenmiş ve onu kavranabilir kılmaktan ziyade neredeyse her başvurulduğunda daha bir kavranılamaz hale getirmiş olduğu düşünüldüğünde beyhude değil tam tersine zorunlu ve zorlu bir çaba olduğunun bilinciyle her kültür dediğimizde en geniş ve en dar anlamlarını düşünmemiz gerekiyor. Ancak bu yazının yazılmasına vesile olan atölye bağlamında kültürü, ne siyaset ve ekonomiden farklı ve onlarla hiyerarşik bir ilişkisellik içerisinde ne de belirli toplumların özgün yaşam tarzlarının bir toplamı olarak kullanıyoruz. Daha ziyade Raymond Williams’ın farklı zamanlarda yaptığı kültür tanımlarının toplamına gönderme yaparak, “bir bütünlük standartı, zihin alışkanlığı, sanat, genel entelektüel gelişme, yaşam tarzının tamamı, anlamlandırıcı sistem, duygu yapısı, yaşam tarzındaki unsurların karşılıklı ilişkileri ve ekonomik üretim ve aileden siyasî kurumlara kadar” (1) her şey olarak ele alıyoruz.

Dijital teknolojilerin dolayımladığı kültürel dönüşümlere dair sorular sorabilmek için yine “dijital kültür” olarak adlandıracağımız ancak dijital alana kapatmayacağımız kültürel durumu, Walter J. Ong’un Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojikleşmesi kitabındaki izleğin eleştirel bir okuması ile kavramaya çalışıyoruz.

Ong, kitabında (2) birincil (yazı hakkında en ufak bilgisi olmayan) sözlü kültürler ile yazının derinden etkilediği kültürlerin düşünme, bilgi üretme, bilgiyi kullanma ve bu bilgiyi ve düşünceyi ifade etme yöntemleri arasındaki farklara odaklanıyor. Kitabın Sunuş yazısında belirttiği gibi “okuryazarların sözlü iletişiminde düşünme ve anlatım biçimiyle ilgili, sorgulamadan kabul ettiğimiz pek çok niteliğin, insanoğlunun kendi doğasından değil, yazı teknolojisinin bilincimize sunduğu olanaklardan” kaynaklanmış olmasından yola çıkarak yine kendi deyişiyle sözlü kültürden yazıya geçişle insanlığın deneyimlediği “ruhsal ve toplumsal” gelişmeleri açımlayarak asıl olarak insanı anlamaya çalışıyor.

Ong’un “sözlü kültür” olarak adlandırdığı dönemi, iletişim açısından, sözel dil ya da konuşmaya dayanan ve yanı sıra konser, tiyatro ve diğer sahne sanatları gibi insanın cismen, belirli bir mekândaki varlığını gerektiren ve aynı yerel zaman-uzam içerisinde gerçekleşen bir süreç olarak tanımlayabiliriz. Bu dönemde iletişimin yerel uzamın dışına çıkabilmesi, yani uzak mesafeler arası iletişim mesajı bir yerden alıp diğer yere götürdüğünde onu yeniden seslendirecek bir “elçi” gerektirir, nesilden nesile aktarılması ise belleğe dayalıdır. Ong, “birincil sözlü toplumlar” diye adlandırmayı tercih ettiği, yazının bulunuşundan önceki toplumlarda bütün bir iletişim ve nesilden nesile aktarım sürecinin belleğe, kalıplaşmış biçimlere, sıkça tekrara dayalı olduğunu, bunun da düşünme ve anlatım sürecini belirlediğini ileri sürer. Ong’a göre sözlü kültürler sesle sınırlı olduğundan anlatım biçimi denli düşünme süreçleri de farklıdır; bilgi belleğe dayandığından, "belleğe yardımcı olan, ağızdan çıkmaya hazır düşünce biçimleri" ve belli izleklere muhtaçtır; “kazanılan, öğrenilen bilginin unutulup kaybolmaması için” sürekli tekrar ve kalıplaşmış düşünme biçimleri elzemdir. Bütün bu gereksinimler gelenekçi tutucu bir zihniyeti, nesnel dünyaya dair tüm bilgilerin insan yaşamına dayanarak kavramlaştırılmasını, dolayısıyla soyutlamaların ve soyut istatistikî verilerin yokluğunu, ayrıca güncelliğini yitiren anılar bellekten silindiği için, yaşanılan anın dengesinin pek kolay bozulmamasını birlikte getirir.

Ong’a göre yazılı kültüre geçiş, Levi-Strauss'un "yabanıl" akıldan evcil düşünceye geçiş dediği, ya da “büyüden bilime, veya "mantık öncesinden" aşama aşama "akılcı" bilince geçiş diye adlandırılan; “öz ve yalın bir biçimde, sözlü kültürden çeşitli yazılı kültür düzeylerine geçiştir.” “Sözlü kalıplarla düşünme ve anlatım biçimi, bilincimize ve bilinçdışına derinden işlediği için, insanın eli kalem tutar tutmaz yok olamaz.” Ancak yazılı kültüre geçiş sürecinde bilgi, artık belleği güçlendiren sözlü kalıp depolarından çıkıp yazılı metinlerde korunduğu için zihne çok daha özgün ve soyut düşünme yolları” açılmış; bilgiye ya da “düşünceye zihnin dışında bir süreklilik” sağlamıştır.

Yazı, bilineni bilenden ayırır; kişisel gerçeklikten uzaklaştırarak bilgiyi "nesnel" kılar; unutmayı engeller, dolayısıyla sözlü kültür toplumlarında bozulmayan yaşanılan anın dengesi yazılı kültür toplumlarında kolay kolay sağlanamaz (burada Ong’un bu görüşlerine şunları eklemek mümkün: Yazı başlangıçta unutmamayı değil, neyin unutulacağına ve neyin hatırlanacağına yazıyı tekelinde tutan yönetenlerin karar vermesini beraberinde getirir. Ancak yazılı kültürün yaygınlaşmasıyla birlikte yazının hafızayı demokratikleştirdiği ve unutturulmaya çalışılanın geri döndüğü söylenebilir).

Ong, yazılı kültürü yekpare bir bütün olarak ele alır. Ancak eski sözlü zihin yapısının yazının icadıyla hemen silinmediğini, matbaanın icadıyla aşama aşama değiştiğini belirtir. Düşünce ve anlatımın ise matbaanın icadından üç asır sonra, sözlü kültürün belleği uyanık tutan ve bilgiyi anlatılarda korumaya yarayan özelliklerinden kısmen uzaklaştığını belirtir.

Ong, yazıyı bir teknoloji olarak kavrama gereğini ısrarla vurguluyor. Ancak yazının bir teknoloji olarak, sözlü kültürün belirlemiş olduğu zihinlerde zaten varolan belirli amaçlarla uygulamalar tarafından geliştirildiğini, yani yazıyı bir teknoloji olarak açığa çıkaranın tam da sözlü kültürün kendisi olduğunu fark etmemesi analizini sorunlu hale getiriyor. Yazıyı semptomatik olarak ortaya çıkan, sözlü kültürün dışından gelmiş bir teknoloji gibi ele alması, sözlü-yazılı kültür kavramlarının toplumsal ve ekonomik örgütlenme, siyasî sistemler, toplumsal sınıflar ve iktidar ilişkileri ile bağını kurmasını, bu geçişin bütünlüklü bir analizini olanaksız hale getiriyor.

Ong’da tıpkı yazı gibi matbaa’nın icadı da semptomatik. Bu nedenle matbaa ile başlayan sürecin aslında yazılı kültürün yönetici/üst sınıf kültürü olmaktan çıkıp tüm insanlığı kapsar hale gelmesi süreci olduğunu fark etmiyor. Oysa matbaa, iletişim sürecine basit insan yapısı araçlar yanında, karmaşık insan yapısı makinelerin de katılmasıyla yazılı mesajı çoğaltılabilir ve tekrarlanabilir hale getirirken, standartlaştırılmış metinleri büyük sayılarda çoğaltabilmesi ile aynı zamanda da endüstri devriminin başında gelişmeye başlayan yeni eğitim sistemiyle eklemlenerek yeni bir dönemi başlatır. Matbaa ile olanaklı hale gelen gazeteler zaman içerisinde toplumsal değişimlerle etkileşim içerisinde sadece yeni bir iletişim sistemi değil, aynı zamanda merkezî bir toplumsal kurum haline gelir. Matbaa ve kitlesel gazeteler ile birlikte enformasyon toplanan, mülk edinilen ve kiliselerde, kütüphanelerde saklanan bir şey olmaktan, paylaşılabilen kamusal bir şey olmaya doğru bir dönüşüm gösterir. Matbaanın kilit önemde olduğu yeni iletişim sistemi insan topluluklarının daha geniş bir insan topluluğuna ait oldukları bilincine ulaşmaları ve içinde yaşadıkları coğrafyayı toplumsal olarak kurgulayabilir hale gelmelerinin temelinde yer alır ve bütün bunların düşünme ve anlatım süreçleri ile ilişkisi denli, siyasî dönüşümlerle ilişkisi oldukça açıktır. O halde düşünme ve anlatım süreçlerindeki dönüşüm ile siyasal dönüşümlerin de ilişkisi olanak dahilindedir.

Ong’un yazılı kültür olarak tanımladığı dönemin içinde gerçekleşen iletişim sürecindeki değişimler açısından önemi tartışılamaz olan bir diğer teknoloji, iletiyi taşıyıcıdan ayırması ve uzak mesafeleri önemsizleştirmesi nedeniyle telgraftır. İletiyi fiziksel bir taşıyıcıya bağımlı halden çıkartan telgraf, genel olarak toplumsal iletişim sürecinin, özelde de merkezî bir toplumsal kurum haline gelen gazeteciliğin örgütlenme biçimini radikal olarak değiştirir. Bir toplumsal iletişim teknolojisi olarak telgrafın gelişme biçimi, öncesinde var olan dinamikler tarafından şekillenir, aynı zamanda da kendisinden sonraki iletişim teknolojilerinin şekillenmesini önceler. Yani, yazılı kültürün sözlü kültür içerisinde açığa çıkması gibi, iletişim teknolojileri de kendilerinden önceki iletişim biçimlerine eklemlenerek, “sözün teknolojikleşmesi” ile toplumsal dönüşümlerin sadece neden-sonuç ilişkisi ile açıklanamayacak karmaşık bağlantılar kurmasına neden oluyorlar.

Ong, radyo ve televizyon ile başlayan kitle iletişim sürecine yeterince dikkat göstermediğini belirtiyor. Ona göre “yaşantımıza giren telefon, radyo, televizyon ve diğer elektronik araçların ‘sözlü’ nitelikleri, üretimi ve işlevi önce yazı ve metinden çıkıp sonra konuşma diline dönüştüğü için ‘ikincil sözlü kültür’ü oluşturur” ve “katılımcı gizemi, topluluk duygusunu geliştirmesi, yaşanan anı odaklayışı, hatta sözlü kalıplan kullanışıyla, bu ikincil sözlü kültür, "birincil" sözlü kültüre şaşılacak derecede benzemektedir. Fakat yeni sözlü kültür, daha amaçlı ve bilinçlidir; temelini, araçların üretimi, işleyişi ve kullanımı için gerekli olan yazı ve matbaa oluşturur.." Diğer yandan Ong, bu ikinci sözlü kültürün “okuryazar ve sözlü” niteliğini yeterince incelemediğini de açıkça dile getiriyor.

Radyonun bir kitle iletişim sistemi olarak örgütlenmeye başlanmasıyla birlikte başlayan süreç incelendiğinde ise iletişim teknolojileri ile onların da içinde yer aldıkları toplumsal kültür arasındaki ilişkinin basit bir determinasyon ilişkisi olmadığı, Raymond Williams’ın sözleriyle “gerçek belirleyici faktörlerin sınırlar kurduğu ve baskı uyguladığı, ancak bu sınırların içinde ya da üzerinde ve bu baskılar altında ya da bu baskılara karşı karmaşık hareketlerin sonuçlarını ne tümüyle denetleyen ne de tümüyle öngören”(3) bir sürecin harekete geçtiğini görmek mümkün. Ayrıca kitle iletişiminin kültür ve ideoloji kavramlarıyla analizine dair oldukça geniş bir literatür de bu konuyu burada bütünlüklü bir biçimde ele almayı olanaksız kılıyor. Ancak kitle iletişim medyasının, Ong’un belirttiği “okur-yazar ve sözlü” niteliğinin tüm bu analizler ekseninde yeniden düşünülmesi de anlamlı görünüyor.

Günümüze geldiğimizde ise toplumsal iletişimin giderek daha fazla internet dolayımlı hale geldiğini görüyoruz. Bu durumu mümkün kılan ise dijital teknolojilerin 1970’lerden itibaren ortaya çıkışı. Dijitalleştirme, günümüzü niteleyen yeni iletişim ortamının ve bu iletişim ortamında yazı, ses, görüntü ve hareketli görüntü gibi farklı medya formatlarında kodlanmış her türlü enformasyonun aynı iletişim altyapısı üzerinden aktarılabilmesinin ve iletişim altyapısının sayısal bir iletişim ağı olarak ulusal sınırları aşan, küresel düzeyde iletişime uygun bir altyapıya dönüşmesinin temelinde yer alıyor. Bu altyapının mümkün kıldığı internet üzerinde ürün ve hizmetlerini ücretsiz olarak sunan reklama dayalı sosyal ağlar, paylaşım siteleri gibi içerik/hizmet sunumunun yeni biçimleri/platformları ve diğer şirketler ne kadar çeşitli ve fazla miktarda ücretsiz içerik ve hizmet sunarlarsa o kadar çok kullanıcı çekecekleri ve daha çok kullanıcının da daha çok reklam getireceği varsayımından hareket ediyorlar. Bu kitle iletişimi döneminde geleneksel olarak tanımlayabileceğimiz radyo ve televizyon gibi mecralarda, gazetelerde uygulanan ticarî stratejinin geliştirilmiş bir devamı. Geliştirilmiş, çünkü internette kullanıcı, sadece içeriği tüketen değil, aynı zamanda içeriği üreten ve bu içeriği ağ ortamında paylaşarak içerik üretim ve sunum sürecinin aktif bir katılımcısı durumunda. Kullanıcının hem tüketen hem de üreten olması ve platformların aldığı reklamlar aracılığıyla da metalaşmasının aynı zamanda kullanıcının bireysel yaratıcılığının ve sosyal ilişkilerinin de metalaşmasını içerdiğine sıkça dikkat çekiliyor. Ancak açık ki bu, sosyal ağların, sosyal medyanın yegâne niteliği değil. Bu sosyal ağlar üzerinde bir yandan tanıdık, bir yandan da yepyeni bir iletişim biçimi gerçekleşiyor ve ne yönetenlerin, ne de bu platformların sahibi olan şirketlerin tümüyle denetleyebildiği bir toplumsal süreç yaşanıyor.

Burada şu soruyu sormak ve yanıtı üzerine düşünmek anlamlı görünmekte: Ong’un “birincil sözlü kültür, yazılı kültür ve ikincil sözlü kültür” ayrımına benzer bir ayrımı internet ve sosyal ağlarla birlikte yeniden düşünmek ve ayrıntılandırmak mümkün mü? Yani sözlü-yazılı kültür ayrımına, “dijital kültür, ikincil yazılı kültür ya da sayısal sözlü kültür” diye yeni bir ayrım eklemek ve bu ayrımla birlikte, düşünme, bilgi üretme, bilgiyi kullanma ve bu bilgiyi ve düşünceyi ifade etme yöntemlerinde hepimizin sezgisel olarak fark ettiği değişim ile toplumsal olanın girdiği karmaşık ilişkileri, kültür bağlamında incelemeye, araştırmaya girişmek mümkün mü?

1- Terry Eagleton, Kültür Yorumları, Ayrıntı Yayınları, 2005.
2- Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojikleşmesi, 2014
3- Raymond Williams, Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim, Dost Kitabevi Yayınları, 2003

Bu yazı, Duvar Medya Vakfı ve Ankara Dayanışma Akademisi işbirliğiyle hazırlanan Kültürel Çalışmalar Atölye Programı kapsamında sunuldu. Kültürel Çalışmalar Atölye Programı 5 Ocak 2021'de başladı ve 7 farklı atölye 6-8 hafta devam etti. 


Funda Başaran Kimdir?

1990 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Bilgisayar Mühendisliği bölümünü bitirdi. 1995 yılının Eylül ayında Yüksek Lisans öğrencisi olarak başladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde 1996 yılının Ocak ayında araştırma görevlisi oldu. 7 Şubat 2017 tarihinde 686 nolu KHK ile ihraç edilene dek, 21 yıl boyunca aynı fakültede sırasıyla araştırma görevlisi, yardımcı doçent, doçent ve profesör ünvanlarıyla çalıştı. Akademik çalışmaları yanında TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Ankara Şubesi'nde Yönetim Kurulu üyeliği, yine TMMOB’ye bağlı Bilgisayar Mühendisleri Odası’nın kurucu yönetim kurulu başkanlığı yaptı. Hala TMMOB Bilgisayar Mühendisleri Odası’nın Onur Kurulu üyesidir. Ayrıca Alternatif Medya Derneği ve Halkevleri Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanlığı görevlerini yürütmektedir. İşçi Filmleri Festivali’nin başlangıcından bu yana değişik süreçlerinde gönüllü olarak yer almıştır.