Devrim: Vadinin doğurduğu yıldız

Devrim Kalkan'ın ilk romanı 'Yıldıztutan'; karşılaşmaların, etkileşimin ve dönüşümün sakin tabiatında kıvrılarak örülmüş, salgılanmış bir yaşam övgüsü.

Google Haberlere Abone ol

 

Hakikat, bir temsilin gerçekliğini ya da sahteliğini kabul ettiğimiz noktadan sadece bir an sonra başlar (temsil içinde ancak şunlar söylenebilir: “Tam da böyleydi işte!” ya da “Yanılmışım!”). Bu yüzden temsilin hakikatten bir an önce durması önemlidir; tek gerçek temsil, kendisini hakikatten ayıran boşluğu da temsil eden temsildir.
–Giorgio Agamben

Suat Hayri Küçük

“Güzeller güzeli” diye başlayıp “Başını sallayıp güldü” ile biten bir romanın adının 'Yıldıztutan' olması kaçınılmazmış gibi geldi bana. Dünyanın despotik veçhesini kısa devre yaptıran akış ve oluşların vadisinden bizlere göz kırpan bir ihtimaller evreni söküyor bizi mümkünler kalesinden. Devrim Kalkan'ın ilk romanı 'Yıldıztutan'; karşılaşmaların, etkileşimin ve dönüşümün sakin tabiatında kıvrılarak örülmüş, salgılanmış bir yaşam övgüsü. İmkânsız sahicilik, aşikâr hakikat, radikal masumiyet, nahif kötülük, aşk ve dostluğun kuvveti ve kudretiyle beliren bir lisanın meyvesi…    

'Yıldıztutan’ı bir resim olarak alımladım. Ressamın (Devrim) hüneri, yaşamın sönümsüz ısrarını görünür kılma biçiminde. Eğer bir çeviri metin olsaydı 'Yıldıztutan', yine bir resimmiş gibi sokulup, adının altına, “Suç, Aşk ve Dönüşüm Triptiği” derdim. Bağımsızlığınca geçirgen, yasası gereği ihlalci, nesnesi gereği tutkulu, dilince akışkan olan yaşamın; gövdeden bedene, deriden tene, güçten kuvvete meylinin suçla, aşkla ve dönüşümle örüldüğü; oluşun, yıkımın ve yaratımın sakin, serin ve işveli kıvrımları resmedilmiş sözcüklerle…

BİR PATLAMA SESİ...

Foucaultvari söylemek gerekirse, politik olmayan suç yoktur. Her suç, çekirdeğinde bir reddiye, uyumsuzluk, sabotaj içerir. Öyle ki her suçlu sistemin başarısızlığının özgül bir tezahürüdür. Aynı zaman da suç ahlaki/ normatif iyi-doğru-güzel inşasının dışlayıcılığıdır. Dünyayı genişleten, belirsizliğe açık, doğurgan ve şehvetli kaçış çizgileridir suçlanan. Sevme kapasitesi, insanın insanla, tabiatla ve yaşamla dipsiz karşılaşmalarınca nesnesini ve formunu bulur…

Yıldıztutan, Devrim Kalkan, Kaos Çocuk Parkı, 338S, 2022.

'Yıldıztutan’daki doğa anlatısını; Hermann Hesse’in 'Ağaçlar’, Thoreau’nun 'Walden', Michael Pollan’ın 'Arzunun Botaniği' ve Hemingway’in 'Güneş de Doğar' adlı kitaplarındaki doğaya Spinozavari bir katkı olarak düşünmek mümkün:
“Dağda enfes bir bahar günüydü. Kuşlar, inatçı böceklerle yarışıyor, onların tiz seslerini iç gıcıklayıcı nağmeleriyle bastırmak için çabalıyordu. Sonra kuşlar sustu. Dallarda mı bekliyorlardı yoksa uçup gitmişler miydi anlamak imkânsızdı. Böcekler devam etti. Artık kuş cıvıltıları yerine uzun süre koşmuş bir atın soluk alışverişi gibi boğuk bir sesle yarışıyorlardı. Ormanda doğal olmayan bir senfoni başlamıştı. Çıldırmış gibi koşan adam, her adımıyla değişik bir ritme bürünen bu senfoniyi duymadı. (…) Derin bir sessizlik oldu. Gün boyu mızmızlanan rüzgâr, peşine taktığı kuş cıvıltıları ile geri döndü. Böyle bir karşılaşma olmasa, doğanın bu güzel anının yaşayan her canlıya huzur vermesi kaçınılmazdı. Sessizlik, korkmaktan artık bitap düşmüş gözlerde yeniden bir ışık çakmasıyla son buldu. (…) Ferahladığını hissetti. Bir patlama sesi senfoniye son verdi.”

Senfoniye son verecek bir patlama, ilerleyen yangını ve yaşamı öğüten zamanı söndürecek bir esinti, yaşamı tazeleyecek bir şifanın izini sürmek, başka türlü bir yaşamın yasasını ve formunu, dilini ve bedenini keşfetme arzusu ve merakıyla, hayreti ve sezgisiyle okuduğum nadir kitaplardan biri olan 'Yıldıztutan’dan, yukarıda alıntıladığım bu tabiat tasavvuru, tehdit türünden bir vaadin gizli geçidi gibi belirdiğinde, tam da en kıymetlimle (kızım Nora) tabiata kaçış patikaları aramaktaydım. Yani İstanbul’dan, telaştan, hızdan, mekanikten, başarı/ mutluluk safsatalarından sekerek, tabiatın kudretine gark olmaktaydım…

Devrim Kalkan

DÜNYAYI ESNETEN BİR SAMİMİYET

Kızım Nora’yla yaptığım 10 günlük tatilde; deniz, bira ve Nora’nın neşesiyle taçlanan günlerimin tahtında okudum 'Yıldıztutan’ı. Satır altlarını çizdiğimi, bazı sözcükleri çembere alıp her birini başka bir dünyanın zerresine dönüştürme uğraşımı, sayfalarına sürekli notlar yazdığımı fark eden Nora, “Baba, çok mu hata var kitapta; düzelti mi yapıyorsun?” diye sorduğunda, “Hayır Nora, etkilendiğim, üzerine düşünüp fikirler geliştirdiğim yerlerin altını çizip notlar alıyorum” dedim. Nora tabii olarak yetinmedi ve sordu: “Peki nasıl kitap?”, “Ne anlatıyor?”, “Nasıl anlatıyor?”, “Seni en çok nesi etkiledi?” O an sesli düşünerek şöyle şeyler söyledim Nora’ya: “Nora, bu bir roman. İyi bir roman! Yazar arkadaşım tabiatın kudretine ve insanın kuvvetine inanıyor belli ki. Anlatımı bizim sohbetlerimizde oluşan dile çok benziyor ama bunda adını koyamadığım bir başkalık var. Derinlik, estetik, hoşluk telaşına düşmeden ve de bildimcilik, kibir ya da cambazlık yapmadan dünyanın ve yaşamın seyrine göz kulak kesilmiş. Etkilenme kapasitesine, sevme cüretine, yaratma hünerine sarmalanmış bir dil, düşünüş ve hissediş var… İnsanı, tabiatı ve yaşamı abartmadan ama hakkını vererek anlatırken kullandığı dildeki sahicilik beni sakinleştiriyor. Bu sakinlik, yavaşlık ve inançta şifalı bir şeyler var. Ağırlık, setlik, kesinlik ve bilgiçliğin bendeki yorgunluğu ve kasveti dağıtan, dünyayı esneten bir samimiyeti var.

Gerçi bu hissettiğim ve düşündüğüm şeyler beni hiç şaşırtmadı, çünkü yazarı tanıyorum, Devrim arkadaşımdır aynı zamanda ve onun da senin yaşında Duru adında bir kızı var. Her şeyden önce, iyi bir kız babası o! Kızıyla, arkadaşlarıyla, tabiatla ve yaşamla ilişkisi incelikli ve güçlü. Bunu bildiğim için de romanında kurduğu evren beni hiç şaşırtmadı. Fakat itiraf etmeliyim Nora, beni asıl etkileyen şey ne anlattığı değil, nasıl anlattığı oldu: Anlatımı ve dili kullanma biçimi, senin deyiminle ‘sanatlı ve bilgece’ bir kavrayışla sarmalıyor aklı ve duyguyu.”  Nora, başlattığı gibi bitirdi sohbetimizi: “Baba, öyleyse Devrim’in romanını bana anlattığın gibi anlatmalısın herkese…”

KAÇAKÇIDAN DEVRİMCİYE, İHLALDEN YASAYA...

'Yıldıztutan’da suç, yaşamın burjuva örgütlenişinde şeytanlaştırılan akışlara ve oluşlara zaman ve mekân olarak beliriyor. Reel-politik gaddarlığın aczi, burjuva çıkarlarca estetize edilen çıkarların kutsiyeti; Spinozavari söyleyişle doğanın doğurmadığı ırk, din, devlet gibi kapatma aygıtlarının işlemediği tüneller kazmaktır suç…

Aşk ise henüz ve hâlâ… Aşktan azı yoktur ve gerçeğin canı cehenneme diyen dil elbette sığmaz ağızlara. Doğanın yemekle konuşmak arasına yerleştirdiği dil, doğayı aşma cüreti olarak aşkla taçlanır… Reşat’ın, “Sen benimle birlikte olma kararı aldığın anda isyan ettin. Şimdi birçoklarının boğazına kadar gelmiş o düğümlenmeyi, o son adımı atıp ‘Artık yeter!’ demelerini bir kıyametmiş gibi görüyorsun. Neden Surya?” deyişinde çınlayan, zonklayan, uğuldayan hakikat, aşkın isyanla malul ontolojisine reverans yapmakta… Vadi ile yıldız, dip ile burç, merkez ile çeper, Devrim’in yalınlık cüretiyle yer ve anlam kaymaları yaşıyor. 'Yıldıztutan’ı okurken; kaçakçıdan devrimciye, ihlalden yasaya, ölümden yaşama sıçrak bir aklın eşiğinde beliren aşk ve dostluk, dünyanın dümdüz bilgisine teşne olmadan, başarı ve mutluluk ideolojisine tenezzül etmeden zonklayan bir geleceğin kalbini avucumda tutar gibi sektim sözcükler arasında…

'Yıldıztutan’ın evrenine mistisizm, yüceltim, metafizik ya da ebedi/ mutlak söylemlerin, anlatıların gölgesi düşmemiş. Dünya, yaşam ve hakikatler oldukları gibi ve oluş hâlinde edebileştirilmiş. Dans eden, ritmik, akış hâlinde sözcüklerle oluşan izleği, mimarisi ve zamansallığıyla bir yönüyle tanıdık bildik gerçeği serimliyor, bir yönüyle de ihtimaller evrenini esnetiyor…

SUÇ NEDİR? SUÇLU KİMDİR?

İnsan kaçakçısı Zervan, Nejla’ya, “Alev alan bir TIR’ın içinden çıkamayıp yananı da gördüm, boğulup balıkların parçaladıklarını da. (…) Bizler, işte bu odada gördüğünüz insanlar ‘İşler böyle yürümesin’ diyerek bu işi kurup, müşteri dediğimiz insanların umutlarını emanetimiz bildik. Bizimkisi çok hassas bir iş. Ama en hoyratça yapılan işlerden biri aynı zamanda” derken bizi öyle bir paralaksa davet ediyor ki, oradan baktığımızda kavramların dikey eksende işlemediğini, nesnesini bilmeyen bir körlük ve sağırlıkla anlamı gasp ettiğini hissetmemek olanaksız. Suç nedir? Suçlu kimdir? İyinin ve kötünün gerisine çekildiğimiz bu paralaksta beliren hayatlar burjuva ahlakınca estetize edilmeye direnir… Anlar vardır, ansızın beliren sessizlikle dolar mekân. Dayanılır gibi değildir; zaman böyle anlarda yeniden kurulur. Havada asılı bir kahkaha ya da çığlık, yaşamın olağan akışının aczi ve gaddarlığına reddiyenin zerresi olur…

'Yıldıztutan’ın anlatıcısı, insan kaçakçısı Tufan’ın kaçakları görme biçimini şöyle resmediyor: “Onların kasabadan zarar görmeden çıkmalarını sağlamak, kendisi için de yeni bir hayatın başlangıcı olacaktı. Daha onurlu bir hayatın. Bu kez savaşa kendi tercihiyle giriyordu.” Yine Tufan doktor Leyla’ya şunları söylüyor: “Kararımı verdim, bu işi bir daha yapmayacağım. Ancak şimdi onları yüzüstü bırakamam. Kendim için, onların hayal ettikleri hayatlara yani onlara vaadettiğimiz şeylere ulaşmalarını sağlamam gerekiyor. Kaderleri bundan sonraki hayatımın nasıl olacağını belirleyecek.”

Bilmek, yapmak ve olmak arasındaki geçirgenlik, melezleşme ve karmaşada mayalanan yeni bir öznelliğin kendilik bilinci, diğerkâmlık ve romantizm, çağımızın nahiflik diyerek züppece burun kıvırdığı kadim bir hakikate sadakattir; huzursuz ruhları uyandıracak, isyan ettirecek bir dalgadır Tufan’ın kanat çırpışlarında tazelenen arzu… Arzusunu kanatlandıran imge şöyle dile geliyor: “Üç beş yaşlının ve onların emrinde görünüp kendi cebini dolduran bir despotun insanlarımızın umutları, acıları, özgürlükleri üzerinde tasarrufta bulunmalarını istemiyorum.”

'BEN BİR DEVRİM İSTİYORUM'

Bu yazının muradı romanın olay örgüsü ve dramatik yapısını özetlemek olmadığından, kurmacanın somutluğundan ve nesnelerin soyutlanma hallerinden hiç bahsetmeyeceğim. Çünkü bu, okurun 'Yıldıztutan’la karşılaşmasındaki biricikliği lekeleyecektir… Derdim, meselem, çabam ve niyetim 'Yıldıztutan’ın derin okuyucuyla karşılaşmasına vesile olmak. Arzuladığım karşılaşma gerçekleştikten sonrası özgün, yaratıcı ve doğurgan bir deneyim olup olmayacağı ancak okurun etkilenme kapasitesince biçimlenecektir…

Reşat’ın, vadide mayalanan yıldızın karanlığın yüreğine boca ettiği ışıltıyla sürsün şeyleri okuma direnişimiz: “Ben sadece bir savaş istemiyorum güzel Surya’m. Buna emin olabilirsin. Ben bir devrim istiyorum!”