YAZARLAR

‘Devrim’ bir kez daha evlatlarını yiyor!

"Athena", bize Avrupa’da yoksul halkların, göçmenlerin artan huzursuzluklarının, yükselen ırkçılığın gelecekteki olası sonuçları üzerine bir ihtimali sunuyor. Ama sorunu kavramaktan çok uzak, denediği yerde de yanlış bakıyor. Tıpkı Avrupalı ‘sol’ siyasetçilerin ve aydınların büyük kısmının baktığı gibi.

Venedik Film Festivali’nde gösterildikten sonra kimilerince yere göğe konulamayan, bazıları tarafından (haşa) "Le Haine" ile bir tutulan "Athena" filmi, Netflix’te gösterilmeye başlandı. Ve biraz sonra anlatmaya çalışacağım nedenlerle de coşkuyla karşılandı. Bir savaş filmi! İsyan filmi! Aile draması! Politik bir başkaldırı!

"Athena" her şey olabilir ama "politik bir başkaldırı" olmadığı kesin. Hatta politik olduğu bile su götürür. Buraya geleceğiz. Şöhretli kişiler ve markalar için çektiği videolarla tanınan Romain Gavras’ın buralarda inşa ettiği estetiği filmde de taşıdığı görülüyor. Özellikle müzik klipleriyle ilgili yorumlarda şiddeti gösterme biçimi hayli övülüyor. Örneğin Justice müzik grubunun 'Stress' adlı şarkısına çekiği klip "Athena"nın provası adeta. Ki "Athena"nın bütün sorunu da uzunca bir video klip havasından bir türlü kurtulamaması.

"Our Day Will Come", "The World is Yours" adlı iki uzun metrajıyla pek de vasatı aşamayan Gavras bu kez dikkatleri üzerine çekmiş görünüyor. Filme geçmeden önce hatırlatalım. Romain Gavras, politik sinemanın en büyük isimlerinden "Kayıp", "Z", "Müzik Kutusu", "Amen", "Cennet Batıda" gibi filmlere imza atan Costa-Gavras’ın oğlu. Haliyle ne vakit kamera arkasına geçse bir film çekmek için "babanın gölgesi" üzerine düşüyor kaçınılmaz olarak. Burada da öyle…

"Athena"yı iki farklı biçimde değerlendirmek gerek kanımca. Birincisi estetik yönü, ikincisi de dramatik yapısı. Böyle keskin bir ayrım yapmamın nedeni, bu ikisinin birbirlerini tamamlamaktan uzak, bütünlüklü bir anlatı kuramayacak bir şekilde inşa edilmiş olması. Romain Gavras, estetiğin şehvetine kendisini öylesine kaptırıyor ki, bir süre sonra ne anlattığını, niye anlattığını ve en kötüsü neyi anlatmak istediğini unutuyor bence…

Açılışta, sinema tarihine geçecek ve izleyeni "bunu nasıl çekmiş olabilir ki?" diye hayrete düşüren bir plan sekans karşılıyor bizleri. Mağriplilerin yaşadığı bir Paris banliyösündeki isyanla açılıyor sahne. Bir polis merkezini basıyor gençler, oradan mühimmatları çalıp, adeta bir Mad Max atmosferinde kalelerine, "Athena"ya sığınıyorlar. Malum Athena, Yunan mitolojisinin önemli tanrılarından birisidir ve vasıflarından birisi de "savaş tanrısı" olmasıdır. Ama aynı zamanda "kentlerin koruyucusu" olarak da bilinir. İşte film bu iki vasfı karıştırarak açıyor perdesini. Filmin bundan sonrası, seyircinin gözünü alamadığı güncel barikat savaşlarını anlatan ama ilhamını mitolojiden (Troya savaşından) alan bir aksiyona dönüşüyor. Polis ve gençler arasındaki savaş. Barikat barikat, siper siper devam ediyor. Gavras, filmin çok büyük bölümünü plan sekanslarla kurduğu için dinamizm hiç dinmiyor, seyircinin soluk almasına dahi izin verilmiyor. Bu da son yıllarda sayıları hızla artan "performans filmi" (Climax, The Revenant, Whiplash vb. ) diye tanımladığım yapıtlar kategorisine sokuyor "Athena"yı.

Adrenaline ve anlık duygular yaratmaya odaklanan, izlerken nabız atışlarını yükselten, bittikten sonra şok etkisi bir süre daha devam eden filmler bunlar. Ama aradan biraz geçip de nabız normale döndüğünde geriye çok da bir şeyin kalmadığı yapımlardan. Üstelik "Athena"daki kusurları görmek için aradan fazla zaman geçmesine bile gerek kalmıyor. Bu da bizi filmin diğer bölümü, yani dramatik yapısı üzerine düşünmeye itiyor.

Filmdeki isyanı ateşleyen şey, Cezayirli bir çocuğun polis olduğu düşünülen bir grup tarafından öldürülmesi. Bu cinayetin ardından ölen İdir’in ağabeylerinden Karim’in liderlik ettiği isyan patlıyor. Henüz onlu yaşlarının sonunda (belki yirmilerin başı) olduğu anlaşılan Karim’in bu kadar karizmayı nerede inşa ettiğine, yüzlerce genci bir devrim lideri gibi ‘ölümüne’ ortalığa dökme yetisine ne vakit kavuştuğuna dair bir bilgi yok. Ama biz biliyoruz ki, bu tür büyük isyanların fitilini ateşleyen şey ile (çocuğun ölümü) bunu bir yangına dönüştüren şey aynı değildir. Yani geçmişte birikmiş birçok şey vardır. Film, bir iki öfke patlaması anında sarf edilen sözler dışında, meselenin asıl nedenine dair hiçbir şey söylememeyi tercih ediyor. Dolayısıyla Karim’i canlandıran Sami Slimane’nin performansından ve yönetmenin yarattığı aksiyondan boşluk bulup ilk nefes aldığımızda bu soru geliyor akla. Bu kadar büyük öfke neden? Ama filmin gidişatı zaten yanıtsız olduğunu gösteriyor bizlere.

İkinci olarak, film son yarım saatte Karim, ordu mensubu abisi Abdel, mafyatik işler yapan diğer abisi Moktar arasında bir tür hesaplaşmaya dönüyor. Bu da ondan önceki bir saati tamamen bağlamından kopartıyor. Çünkü bu hesaplaşmanın geçmişine dair de pek bir şey bilmiyoruz. Birinin asker, birinin mafya, diğerinin öfkeli olması dışında bir veri yok elimizde. Üç kardeşin aynı anda rasyonel düşünmeyi bırakıp, hızla delirme aşamasına geçmesi filmin aksiyon hızıyla doğru orantılı olabilir belki ama hikâye anlatımı açısından oldukça sıkıntılı.

Madem olaylar Fransa’da geçiyor, "teşbihte hata olmaz" diyerek devam edelim. Fransız Devrimi’nin önderlerinden Danton’un giyotine giderken söylediği rivayet edilen "Her devrim kendi evlatlarını yer" sözünü hatırlatıyor bize bu durum. Bu da filmin söylemi hakkında düşündürtüyor çünkü gözleri öfkeden dönmüş bir grup Mağripli kalıyor elimizde sadece. Üstelik bunu söylemek için başka gerekçelerimiz de var. Örneğin, film boyunca "polis"i ve devleti hep kurumsal olarak görüyoruz. Bir karaktere dönüşen tek polis ise "mağdur" olarak çıkıyor karşımıza. Hele hele finalde "gerçek suçluları" ifşa ederken polisin aklanması tuzun biberi oluyor bu apolitik/sağcı filmin. Oğul Gavras ile baba Gavras arasındaki aile bağı bizi ilgilendirmez ama mevzu sinema olunca babadan çok şey öğrenmesi gerek Romain’in.

Alfonso Cuarón (Son Umut), Gaspar Noe (Dönüş Yok), Francis Ford Coppola (Kıyamet) ve daha birçok filmi çağrıştırsa da akla ilk gelen kuşkusuz Mathieu Kassovitz’in henüz 28 yaşında yazıp yönettiği "Protesto" (La Haine) oluyor. Filmi "Protesto" ile karşılaştıranlar da çok olmuş. Çünkü hikâyeleri de hayli benziyor. Ama yanına bile yaklaşamadığını söylemek lazım. "Protesto", Fransa toplumunda sınıflar ve kültürler arasında kırılmaya başlayan fay hatlarının kusursuz bir resmini çiziyordu. "Athena", bu fay hatlarının patladığı anı hayal edip, şiddetin şehvetine kapılıyor.

"Athena", bize Avrupa’da yoksul halkların, göçmenlerin artan huzursuzluklarının, yükselen ırkçılığın gelecekteki olası sonuçları üzerine bir ihtimali sunuyor. Ama sorunu kavramaktan çok uzak, denediği yerde de yanlış bakıyor. Tıpkı Avrupalı ‘sol’ siyasetçilerin ve aydınların büyük kısmının baktığı gibi.