Dersim Soykırımı ve hukuk: İnsanlığa karşı suç sürüyor

Dersim soykırımının ulusal ve uluslararası hukuk çerçevesini anlatan avukat Erdal Doğan, 'Tunçeli Yasası' için "Hem lafzı hem de uygulaması bir insanlık suçudur. 1940 yılına kadar yürürlüğü olan bu yasanın kendisi ve uygulaması tek başına bir soykırım uygulamasıdır" diyor. Doğan, Dersim’de işlenen insanlığa karşı suçlarun ne 1937-1938 ile başladığını ne de o tarihle bittiğini vurguluyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Dersim Tertelesi / Soykırımı'nın nedenleri ve sonuçlarına dair hazırlanan raporlar, yapılan yazışmalar ve sözlü tarih çalışmaları üzerine pek çok şey söylendi ancak 'Dersim kanunları' ve '1937 Dersim yargılaması' ya da Dersim Tertelesi'nin ulusal ve uluslararası hukuktaki karşılığı  hakkında çok az çalışma olduğunu görüyoruz. 

Gerek Dersim kanunları ve yargılamalar, gerekse Tertele’nin uluslararası hukuktaki karşılığı konusunda, Dersim için Lahey'e başvuru yapan hukukçulardan biri olan avukat Erdal Doğan ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

erdaldoğan
Avukat Erdal Doğan

Dersim Tertelesi/Soykırımının nedenleri, nasıl yapıldığı ve sonuçları üzerine gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet dönemi raporları incelendiğinde çok şey yazıldığını görebiliyoruz. Cumhuriyet devletinin Türkçü ve İslamist ideolojiye dayalı kuruluş felsefesi ve politikalarının yanı sıra bir “hukuk sistemi” üzerinden inşa edildiği biliniyor. Nedir bu hukuk sistemi, hangi temel esaslar ve kanunlar var? Söz gelimi 1924 Anayasası, İstiklal Mahkemeleri ve kanunların kuruluştaki yeri ve önemi hakkında neler söylemek istersin? 

Siyasi emel, belli bir ırk ve din ideolojisi hedeflenince hukuk sistemi de aynen bu esaslar üzerine inşa ediliyor. Öncelikle 1921 Anayasası milli egemenlik vurgusu ile meclis bileşenlerinden oluşan bir anayasa iken, yani yasama ve yürütme yetkisi mecliste toplanmış ve meclis hükümetinden oluşmaktaydı... Anayasanın mana ve ruhuna uygun olarak Türkiye Cumhuriyeti anayasaları içindeki en kısa ve özlü anayasadır. Meclis bakanları seçer ve her an her zaman değişebilir. Yerinden yönetim ilkesi mevcut. Meclis hükümeti, yasama, yürütme görevlerini elinde toplamış olduğundan devlet başkanlığı uygulaması yoktur. Milletvekilleri iki yılda bir seçilmektedir. 1924 Anayasası ve Cumhuriyetin ilanı ile kabine sistemine geçilmiştir. 1924 Anayasası'nda 1928 yılına kadar “Devletin dini İslamdır” vurgusu mevcuttur. 

MAHMUT ESAT BOZKURT'UN IRKI ESAS ALAN ANLAYIŞI

1924 Anayasası esas alarak hazırlanan ve İsviçre’den alınan 1926 Tarihli Türk Medeni Kanunun giriş önsöz kısmını yazan dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, hem vatandaşa uygulanacak hukukun niteliğini hem de uygulamacı hakim ve savcılara o ideolojik tekçi durumu özetler. Her ne kadar kendisi ‘..Kanunları dine dayanan devletler, kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez hükümler belirtirler. Yaşam yürür, ihtiyaçlar hızla değişir... Esaslarını dinlerden alan kanunlar, uygulanmakta oldukları toplumları indikleri ilkel dönemlere bağlarlar ve ilerlemeye engel belli başlı etkenler ve nedenler arasında bulunurlar" demekteyse de ırkı esas alan bir laiklik anlayışını medeni kanuna sirayet etmekten çekinmez. Bunu  18 Eylül 1930’da Ödemiş’in Gölcük yaylasında yaptığı konuşmada daha fazla faş eder. Konuşmasında; ‘Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır’ diyen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1 Mart 1926 tarihinde de o dönemki İtalya’daki faşizm döneminin ceza yasasını çevirterek Türk Ceza Kanunu olarak kabulünü sağlamıştır. 1924 Anayasasına 1937 yılında laiklik ve diğer Atatürk ilkeleri eklenmiştir. 

İNFAZI YERİNE GETİREN KURULLARI: İSTİKLAL MAHKEMELERİ

İstiklal Mahkemeleri 1793'te Fransa'da kurulan olağanüstü yetkilere sahip mahkemeden esinlenilerek, 18 Nisan 1920 günü çıkarılan özel bir kanunla  kurulan mahkemelerdir. İlk dönem İstiklâl Mahkemeleri, Ankara'daki hariç olmak üzere 17 Şubat 1921 tarihinde kapatılmış, ikinci dönem İstiklal Mahkemeleri çalışmalarına 30 Temmuz 1921'de yine başlayarak ve 1923'ün ekim ayına dek sürdürmüştür. Üçüncü ve son dönem İstiklâl Mahkemeleri ise 1923 ile 1927 yılları arasında faaliyetlerini sürdürmüştür. İlk başlangıçta “casusluk”, “bozgunculuk”, “saltanat yanlılarını” isyancıları ve daha çok da asker kaçaklarını yargılamak için kurulan bu mahkemeler sonraki dönemlerde “sükuneti sağlamak” ve olası potansiyel isyancıları, muhalif kişi ve kesimleri hedefine alarak savunma hakkı tanınmadan önceden verilmiş kararları (çoğu zaman bu kararlar idamdı) hayata geçiren kurullardı.  

Yargı kurullarıdır çünkü savcı dışında diğerleri hukukçu olmaları gerekmeyen Meclis içinden seçilen yargılama yetkisini daha doğrusu infazı yerine getiren kurullardılar. 

Son dönem İstiklal Mahkemelerinde özellikle 4 Mart 1925 tarihinde kabul edilen Takrir-i Sükun Kanunu yani Huzur ve Güveni Sağlamak amacıyla iki mahkeme bu faaliyetleri sürdürmek için kurulur. 1924 Anayasasının 26. Maddesi idam infazı Meclis'in onayına bırakmasına rağmen bu mahkemelerden Şark İstiklal Mahkemesi olarak anılan Şark bölgesi için kurulan Diyarbakır'da görev yapacak İsyan Bölgesi Mahkemesi doğrudan idam infaz işlemlerini yapmaya devam eder. Diğer mahkeme ise Ankara’da idam kararlarının Meclis onayıyla uygular.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN İNŞASINDAKİ 'LAİKLİK'

Her ne kadar laiklik ilkesi 24 Anayasası'na geçmiş ise de temel düsturu ırki ve dini tekçilik üzerinden inşa ettiğinden hukuki ve idari sistemle diğer etnik ve inançları eşit vatandaşlık temelinde görmez, yok sayar ya da kendi ideolojisine tabi etmek için hukuksal, ekonomik, kültürel ve şiddet gibi tüm araçlara başvurur. Yani buradaki “laiklik” gerçek manadaki amacından ziyade Türk milliyetçiliğinin inşasında bir işlev görmüştür.  Bu işlevde Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar büyük kolaylaştırıcı olmuştur. 24 Anayasası ile gelen sıkıyönetim sistemi hukuki bir rejim aracı olarak bu yönde çok sık başvurulan yöntem olmuştur. Daha sonra bölgesel veya ulusal olağanüstü yönetim ilanlarıyla bu sürdürülmeye devam edilmiştir.

1945'te Nazi Almanya'sının dünyaya açtığı savaş, soykırımlar ve yenilgisi sonrasını izleyen hemen ertesi yıl olan 1946 yılında da Türkiye’de çok partili sisteme geçilmiştir. 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN İSKAN SİYASETİ

Pek çok kanun ve yönetmenlik var. Ancak bunlar içinde 14 Haziran 1934’te çıkarılan ve 52 maddeden oluşan 2510 Sayılı İskân Kanunu var ki bu esas olarak Tertele/Soykırım'ın zeminini oluşturuyor. Türk ve İslam olmayan toplulukların dağıtılması ve asimilasyon amaçlı zorunlu iskana tabi tutulması… Bu iskan kanunun amacı neydi ve nasıl uygulandı?  

İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde Osmanlı siyasal yaşamının en önemli aktörü İttihat ve Terakki iktidarı döneminde ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde izlenen politikalarda belirleyici ana hat gayrimüslim nüfusa yönelik sevk ve iskân uygulamalarıydı. Tehcir uygulamalarıyla kadim farklı etnik ve inançsal halklar soykırıma uğramışlardır ve Osmanlı İmparatorluğu Anadolu topraklarında nüfusun dağılımını önemli ölçüde değiştirmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti de iskân siyasetini, tarihsel olarak devraldığı bu mirasla temellendirmiştir. 

Tek ırk ve inanç temelli bu ideolojik siyaset iç ve dış tüm güvenlik siyasetini bu perspektiften var etmiş, bu güvenlik endişeleriyle ve güvenlik kavramının özünde yer alan risk ve tehdit algılamasını bu şekilde şekillendirmiştir. Bu doğrultuda da siyasi, ekonomik ve askerî bir güç olarak nüfusun niteliksel olarak artırılması, niceliksel olarak da benzeştirilmesi ilkelerine dayanan nüfus politikaları iskân siyasetinin önemli biricik amacı olarak belirlenmiştir.

1934 tarihli İskan Kanunu da bunu uygulamaya dair yani genel olarak fiili uygulanageleni yasal hale getirmiştir. Kanunun şu birkaç maddesine bakıldığında dahi bahsettiğimiz Türkleştirme ve İslamlaştırmanın tüm yaşam biçimiyle nasıl inşa edilmeye çalışıldığı açıkça görülür. İnsanın yurdu kabul edilen dilinden, kültüründen, işinden, toprağından nasıl koparılacağını veya asimile edilerek tüm bunlara nasıl yabancılaştırılacağı net olarak bu yasada konulmuştur.

“1-Türkiyede Türkkültürüne bağlılık dolayısı ile nüfus oturuş ve yayılışının, bu kanuna uygun olarak, İcra Vekillerince yapılacak bir programa göre, düzeltilmesi Dahiliye Vekilliğine verilmiştir.

Madde 2 — Dahiliye Vekilliğince yapılıp İcra Vekilleri Heyetince tasdik olunacak haritaya göreTürkiye, iskân bakımından üç nevi mıntakaya ayrılır.

1 numaralı mıntakalar: Türkkültürlü nüfusunun tekasüfü istenilen yerlerdir.

2 numaralı mıntakalar: Türkkültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerlerdir.

3 numaralı mıntakalar: Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat sebeplerile boşaltılması istenilen ve iskân ve ikamet yasak edilen yerlerdir.

Yukarıda yazılan iskân mıntakalarının tasdikli haritasında, zamanla ortaya çıkacak ihtiyaca göre değişiklikler yapılması Dahiliye Vekilliğinin teklifi üzerine İcra Vekilleri Heyeti kararına bağlıdır.

Muhacirlerin ve mültecilerin kabulü

Madde 3 — Türkiyede yerleşmek maksadile dışarıdan, münferiden veya müçtemian, gelmek istiyen Türk soyundan meskûn veya göçebe fertler ve aşiretler ve Türkkültürüne bağlı meskûn kimseler, işbu kanunun hükümlerine göre Dahili'ye Vekilliğinin emrile kabul olunurlar. Bunlara (muhacir) denir. Kimlerin ve hangi memleketler halkının Türkkültürüne bağlı sayılacağı İcra Vekilleri Heyeti kararile tesbit olunur.

Türkiyede yerleşmek maksadile olmayıp bir zaruret ilcasile muvakkat oturmak üzere sığınanlara (mülteci) denir. 4 üncü maddede yazılı sebepler bulunmıyan mülteciler, Türkiyede yerleşmek isterler ve bunu yazı ile bulundukları yerin Hükümeti'ne bildirirler ise muhacir muamelesi görürler. Öbür mülteciler için Vatandaşlık Kanunu hükümleri tatbik olunur.

Dahiliye Vekilliği muhacirlerin ve mültecilerin alınma yollarını gösterir bir talimatname hazırlar.

Madde 4 — A: Türk kültürüne bağlı olmayanlar,

B: Anarşistler,

C: Casuslar,

Ç : Göçebe çingeneler,

D: Memleket dışına çıkarılmış olanlar Türkiye’ye muhacir olarak alınmazlar,

Madde 11 — A: Ana dili Türkçe olmıyanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanati kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri

B: Türkkültürüne bağlı olmıyanlar veya Türk kültürüne bağlı oluptaTürkçeden başka dil konuşanlar hakkında harsî, askerî, siyasî, içtimaî ve inzibatî sebeplerle, İcra Vekilleri Heyeti kararı ile, Dahiliye Vekili lüzumlu görülen tedbirleri almağa mecburdur. Toptan olmamak şartile başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan iskat etmek de bu tedbirler içindedir.

C: Kasabalarda ve şehirlerde yerleşen ecnebilerin tutarı belediye sınırı içindeki bütün nüfus tutarının yüzde onunu geçemez ve ayrı mahalle kuramazlar.

İskân

Madde 12 — 1 numaralı mıntakalara:

A: Yeniden hiç bir aşiretin veya göçebenin sokulmasına, Türkkültürüne bağlı olmıyan hiç bir ferdin yeniden yerleşmesine ve bu mıntakaların eski yerlilerinden olsa bile Türk kültürüne bağlı olmıyan hiç bir kimsenin avdet etmesine izin verilemez.

B: Bu mıntakalarda soyca Türk olup dilini unutmuş veya ihmal etmiş bulunan köyler ve aşiretler efradı, ahalisi Türk kültürüne bağlıköyler ile nahiye, kaza ve vilâyet merkezleri civarına yerleştirilirler.

C: Bu mıntakalarda, 1914 den önce, yerleşip ana dili Türkçe olan ve umumî veya millî savaşta mıntaka dışarısındaki vilâyetlere gelmiş ve bu kanunun mer'iyetine kadar hiç bir iskân yardımı görmemiş bulunanların eski yurtlarına gelmeleri ve yerleşmeleri temin olunur.”

İskan Kanunu'nu, huzur ve güven içinde ve asimile olmadan bir arada yaşama ülküsü olan herkes, kendi ırki ve dini orjininden uzaklaşıp da okuduğunda veya üzerinde düşündüğünde yüzlerce dehşet sonuç ve sorularla karşılaşacağı muhakkak. Tek başına İskan Kanunun amacı doğrultusundaki uygulamalara bakıldığında bile yarattığı toplumsal, fiziki, sosyal yıkım ve travmaların tablosunu görmemek mümkün değil. Bu kanun ve uygulamalarını hukukçuların, araştırmacıların ve siyasetçilerin hiçbir dönemsel mazeret veya koşulların arkasına sığınmadan,insan hakları hukuku perspektifinden daha çok okuyup üzerinde düşünmeleri zorunludur.

TARİHTE BENZERİ AZ GÖRÜNEN YASA: TUNÇELİ VİLAYETİNİN İDARESİ

İskan kanunundan bir yıl sonra 25/12/1935 Tarih ve 2884 Sayılı 38 maddeden oluşan 'Tunçeli Vilayetinin İdaresi Hakkındaki Kanun'un hukuki ve politik anlamı ve bunun Dersim Tertelesi’yle ilişkisine dair neler söylenebilir?

Tunçeli Vilayetinin İdaresi Hakkındaki Kanun büyük oranda İskan Kanunu'nu da dayanak alarak belli bir bölgeye özgünlenerek daha da otoriter hale getirilip hukuki, fiili, siyasal uygulanmasını bir coğrafya üzerinde uygulanmasıdır. Ki o coğrafya eski Dersim coğrafyasıdır ve o bölgeye atanan korgeneral rütbesindeki bir komutana valilik, başkomutanlık, belediye başkanlığı, başyargıçlık, başsavcılık, millet meclisi gibi tüm yetkileri kayıtsız şartsız, tüm dokunulmazlık zırhı ve sorumsuzluk verilmiş tarihte bir başka benzeri çok az görünen bir yasadır. Her türlü nüfus değişikliklerini yapabilmekte, sınırları değiştirebilmekte, aykırı gelenleri güvenlik nedeniyle yerinden edebilmekte, veya bulunduğu yerde ya da tek celse yapılacak temyizi olmayan mahkemelerde idam infazını gerçekleştirebilmekte. Türkleştirme ve İslamlaştırma için her türlü eğitim, okul ve programı uygulayabilmekte. Geçmişe doğru da yürürlüğü olan bu kanun yetkisine dayanarak cezada kanununilik veya cezada şahsilik ilkesini yok sayarak potansiyel tehlikeli bulunan kişi ve topluluklar hemen hazırlanan iddianamelerle ve bu iddianameler kendilerine tebliğ edilmeden derdest edilip her türlü ceza verilebilmekte. Dediğim gibi herhangi bir olayı normal bir asayiş bozan kabilinden görüp bu yargılama komedyasına bile gerek görmeden bu durumu “düşmanın askeri işgali” gibi kabul edip o ahali ve kişiler öldürülebilmektedir. Ayrıca yasanın uygulama alanı bugün Tunceli ili il sınırlarıyla sınırlı değildir. Geniş tarihi Dersim coğrafyasını içine alan Erzurum, Erzincan, Malatya, Elazığ gibi illerdeki kişi ve toplulukların iç Dersim ile herhangi bir olayla ilişki basit bir illiyet bağı görüldüğünde o coğrafyaya da şamildir.

Sey Rıza, yargılama ve idamlar : 11-12 Eylül 1937’de Erzincan’da gözaltına alındı, tutuklandı ve Elazığa sevkedildi.  Zira yargılama Elazıg’da yapılacaktı. Öncelikle;  Elazığ’da kurulan mahkemenin niteliği neydı ve  Sey Rıza ile birlikte bu mahkemede kaç kişi yargılandı? Devamında; yargılamalar nasıl yapıldı? Bu mahkemenin savcısı Hatemi Şahamoğlu’nun yazdığı iddianamenin içeriğinden hareketle verilen kararı hem hukuki, hem de politik olarak nasıl yorumlamak gerekir?

58 kişi yargılanır, 11 kişiye idam cezası verilir. 4 kişinin cezası yaş haddi nedeniyle ömür boyu hapse dönüştürülür. Bu kişiler de gönderildiği cezaevlerinde hayatlarını kaybederler. Bunların da mezar yerleri halen belli değil, ailelerine bildirilmez ve ölüleri ailelerine verilmez. Aynen yaşı küçülttürülen Sey Rıza ile yaşı büyütülerek asılan oğlu Resik Hüseyni ve diğer idam edilen 5 kişinin mezar yerlerinin nerede olduğunun belli olmaması ve ailelerine verilmemesi gibi. Tunçeli Yasası gereği tek celse görülen mahkemede hemen karar verilir. Mesai günlerinden olmayan pazar günü yapılan mahkeme gece yarısına kadar sürer ve hemen dava hükmüyle birlikte sabaha doğru da tüm idam infazları yapılır. Yargılananların hemen hemen çoğunluğu yargılama dili Türkçeyi bilmemesine rağmen yasa gereği iddianame yargılananlara okunmaz, yargılananlara savunma yapmaları için yargılamada hiçbir şey tercüme edilmez.. Savunma için avukat tutma hakları yok olduğu gibi savunmalarında yer alacak müdafi de görevlendirilmez.

24 Nisan 1915 teki Ermeni aydınlarının bir gece içinde evlerinden alınarak sürgün edilip yollarda öldürülmesi gibi, Dersim’de de etkili aşiret liderlerinin asılması ile Dersim halkında büyük bir korku, baskı ve örgütsüzlük oluşturma amaçlanmıştır. Daha önce aşiretler/aileler arasındaki küçük basit çatışma ve çelişkilerden yararlanarak bu başarılmış, bu bazen piskolojik harp unsurları ile bazen dezenformasyonlarla, bazen verilen ama yerine getirilmeyen bölgeye dair taahhütlerle, bazen de bazı kişi ve grupların paraya olan zaaflarından yararlanılarak gerçekleştirilmiştir. Merkezi hükümet bölgeye para harcanmasına dair hiçbir sınır tanımamıştır. Yasanın hem lafzı hem de uygulaması bir insanlık suçudur. Hiçbir ceza ve idari hukukunun temel evrensel normlarına uymamaktadır. En temel kişi ve topluluk hakları yok sayılmıştır. 1940 yılına kadar yürürlüğü olan bu yasanın kendisi ve uygulaması tek başına bir soykırım uygulamasıdır.

ROMA STATÜSÜ 7. MADDE'NİN İHLALİ

Siz bir grup hukukçu olarak değişik yaş ve kuşaklardan oluşan 81 kişiden oluşan Dersimliler adına 1937 -38 döneminden günümüze değin devam eden Dersim de işlenmekte olan insanlık suçlarına dair  22Kasım 2012 de  Lahey’de Uluslararası Ceza Mahkemesine bir başvuru yaptınız. Bu başvurunun amacı, içeriği ve süreci hakkında bilgi verir misin?

1998 Tarihli BM Roma Statüsüne bağlı olarak kurulan BM Uluslararası Ceza Mahkemesi Haziran 2002 tarihinden sonra işlenen insanlık suçlarına, soykırım suçlarına bakmaktadır. Fakat işlenen suç bu tarihten önce olup da halen işlenmeye devam ediyorsa yine mahkeme savcılığının yetkisi dahilindedir. Bir de burada yargılananlar yani failler devlet veya hükümetler değil, halihazırda yaşayan sorumluluğu tespit edilen insanlardır. Ayrıca Mahkeme Savcılığının bu tür suçlara bakabilmesi için mahkemenin yargılama yetkisine sahip olması lazım. Fakat bu yetki konusu BM Konseyinin alacağı kararla yetkiyi tanımayan devlet yetkililerini veya kişileri de kapsama altına alabilmektedir ve uygulamada almıştır da. Fakat mahkemenin kuruluş aşamasında farklı müellifler bu dar yetki sınırlandırılmasının mahkemeyi etkisizleştireceği ve misyonunu zayıflatacağı görüşündedirler. Ben de bu görüşten yanayım.Çünkü insan hakları hukuku statükosal bir şekil hukuku olmadığı gibi bir canlı organizma gibi sürekli insan ve doğadan yana gelişim göstermektedir. Bu hususu vurgulayarak yargılama yetkisini tanımayan Türkiye’nin halen yaşayan veya görevde olan sorumluluk sahibi kişilerin hesap vermesi ve yargılanabilmesinin mümkün olduğunu vurguladık. Bizlerin başvurusundan sonra Filistinliler yine yargı yetkisini tanımayan İsrail Devleti yetkililerinin işledikleri insanlık suçları hakkında başvurularını yoğunlaştırmışlar ve kabul ettirmişlerdi.

Dersim’de işlenen insanlığa karşı suçlar ne 1937-1938 ile başlamakta ne de o tarihle bitmektedir. Başvuru dilekçesinde 1880 lerden başvuru tarihine kadar süre gelen katliamların, asimilasyonların resmi devlet raporlarına dayanarak verdik. Şu an halihazırda devam edenin Roma Statüsünün insanlığa karşı suçlar olarak 7. maddesinde tanımlanan açık hükümlerinin ihlali olduğunu ve süregittiğini, siyasal, kültürel, dilsel, inançsal ve doğasal tüm varlık nedenlerinin ortadan kaldırılmasının somut örneklerini sunduk. Ve tespit edilen yaşayan failleri ve tespit edilecek diğer faillerinin sorumluklarını da belirttik. Bu kültürel soykırımın bir an önce sonlandırılması için yerinde araştırma yapılmasını, tedbirlere başvurulmasını talep ettik. Başvurucu 81 kişi içinde 3 ayrı kuşak mevcuttu. İçlerinde gazeteci, yazar, öğrenci, emekli, sanatçıların olduğu değişik mesleklerden ve yaşlardan. İlk kuşak 1937-38’i çocuk yaşta da olsa bizzat yaşayanlar, ikinci kuşak onların çocukları ve üçüncü kuşak da ikinci kuşağın... Her biri kuşağın somut travma ve talepleri farklılıklar gösterse de sonuçta aynı devam eden acının sağaltılması, tarihle esaslı biçimde yüzleşilmesini, inanç, dil ve coğrafya üzerindeki baskının sonlandırılması, arşivlerin açılması, katledilenlerin toplu gömüldüğü yerlerden inançlarına uygun çıkartılarak defin işlem ve törenlerinin yapılması, bir daha bu acıların yaşanmaması için etkili ve sonuç verici bir özrün dilenmesi ve etkili hukuki mekanizmaların kurulması, tüm mağdurların ve potansiyel dezavantajlı halkın eşit vatandaş olarak inanç ve dil ve kimliklerini yaşaması için tüm gerekliliklerin yerine getirilmesi talep edilmekteydi. Bu başvurunun savcılıkça ciddi bulunduğu yazılı olarak beyan edilmiş ve kaydı yapılarak gelişmeler üzerine yeni durumların aktarılması talep edilmiştir, ayrıca mevcut statüko gereği şimdilik yetki sorunu yaşadıklarını ama gelecek zamanda gelişmelerin nasıl olabileceğini bilmediklerini de vurgulamışlardır.

Bu 200 sayfalık kısa bir Dersim özeti olan ve halen devam eden kültürel soykırım suçunun vakalarıyla uluslararası ceza mahkemesine ilk kez götürülüşüydü. Çalışmada özellikle Dersim İnşa Cemiyeti ve dönemin başkanı Haydar Işık, Stutgart'ta Dersim Jenosid Derneği, Dersim kökenli birçok gazeteci, yazar,sanatçı, hukukçu, işinsanı, Alevi dedesi, siyasetçisinin ısrarlı çalışması ve çabasıyla oldu. Halen de çalışmaya devam etmektedirler. Fakat şu eksikliği itiraf etmekte yarar görüyorum; sonraki süreçte hem ülke hem de dünyadaki olağanüstü siyasal ve ekonomik krizler, altüst oluşlar halen devam eden bu insanlığa karşı suçların BM ayağında gündeme gelememesine yol açtı.

Türkiye’de gerek Dersim Tertelesi’nin hukuki yanı, gerekse 1937 yargılamaları hakkında akademide, özellikle hukuk çalışan akademisyenler tarafından yapılmış çalışmalar var mı? Ya da neler yapılabilir? 

Hukukçulardan hukuki çalışmalar yapan bildiğim kadarıyla yok.1990 tarihli sosyolog Dr.İsmail Beşikçi’nin Tunçeli Yasası Jenosidi adlı kitabı dışında. Sizin de içinde olduğunuz belgeselciler tarafından çekilen belgeseller var, bir kısmına hukuki danışmanlık da yaptım. Bunların her biri tarihi ve hukuki olarak önemli kayıt çalışmalar ama daha çok işlenebilecek konu olduğu da şüphesiz. Konuyu ele alan edebiyatçılar var. Sözlü tarih çalışmaları yapanlar var. Konuyu çeşitli bakımlardan esas alıp uzun metrajlı film yapan yönetmenler oldu. Yarım asrı aşkın süredir çok zor koşullarda Dersimli müzisyenlerinin yaptığı çalışmalar var ki her birisi çok kıymetli. Ama özellikle akademik olarak hukuk çalışması yapacaklar için bu alan halen çok ciddi ihtiyaç duymaktadır.

'DERSİMLİLER GEÇMİŞTEKİ HATALARINDAN DERS ÇIKARMALI'

“Bir daha asla” olmaması için ve soykırımlar konusunda farkındalık oluşturma ve  yüzleşmeye dair neler yapılabilinir? Tertele mağdurları neler yapmalıdır? 

Hem Dersimli olarak hem de sahada uzun yıllar çalışan bir hukukçu olarak bir daha asla olmaması için ve yüzleşilmesi için Dersimlilerin geçmişteki hatalarından, yanılgılarından öncelikle kendilerinin yüzleşmesi gerektiğini düşünmekteyim. Bu konunun hassas bir konu olduğunu biliyorum ve dışardan birisi olarak da söylemiyorum içerden, bu acıyı doğrudan yaşayan, geçmişte ailesi kuşaklar boyunca bu acının her türlüsünü yaşayanlardan birisi olarak söylüyorum. Ve bu çalışmalar nedeniyle ülkenin ırkçıları tarafından sürekli hedef alınıp, yalnızlaştırılmaya çalışan bir kişi olarak söylüyorum. Buna bir bakıma az hakkım olduğunu düşünüyorum. Çünkü yıllarca yapacağınız herhangi bir çaba birlik olunmadıkça buhar olur gider. Bunun için geçmişteki hatalarımızdan dersler çıkarmalı, kendimizi en sert eleştirmekten çekinmemeliyiz; egolarımızı, siyasal alan tutma, pozisyon, kariyer edinmeyi ya da bu işten çıkar gözetmeyi aklımıza bile getirmemeliyiz.

Bu konuda çalışanların farklı yaklaşım sergilenenlere bakıldığında aslında çok basit nüanslar olduğu, asıl meselenin bizlerde olduğu görülmekte. Haliyle aynı paydada ortaklaşılarak yapılacak çalışmaların önemi de etkisi de çok büyük olacaktır. Bu çalışmaların kurumsal yapılmasına özel önem vermek, geleceği bu arşiv, hedef ve strateji üzerinden yürütmenin önemini artık kavramamız gerekir. Çünkü mevcut durumdaki tabloda sürdürülen bir kültürel soykırım devam etmekteyken, coğrafyanın tüm birikim ve yaşamı, inanç merkezleri, doğası yok edilerek kristalize edilip parçalanmaya devam ederken bizlerin günü kurtarır biçimde geçmişteki acılara dair anmalar ve bu acılar üzerine yeni yakacağımız ağıtlarla gelecek kuşağa kendi kültürel kimliğini koruyacak ne bir miras bırakabiliriz ne de devlet ve hükümetin geçmişle yüzleşmesini ve bir daha asla olmaması için bir etki yaratabiliriz. Burada yanlış anlaşılmaması için bir parantez açmak istiyorum. Artık bizim kuşağın ağıt yakması ile ilerleyemeyiz derken, geçmişte yakılan ağıtları küçümseme, önemsizleştirme anlamında kesinlikle söylemiyorum. Aksine geçmişte yakılan bu ağıtlar geçmişteki o büyük acılarda halkın belleğini ayakta tutan, acıyla baş edebilme ve o tarihsel bilgiyi bugüne kadar getirebilmiş en etkili araçlardı, geçmiştekiler kendi adlarına o koşullarda bunları yapabildiler ve bizlere aktardılar, bizlerin de o birikimi çar çur ederek değil bu zamanın imkanlarıyla bu acıyla baş edebilmek ve yüzleşilmesini sağlamak, yeni kuşaklara güvenceli bir gelecek bırakabilmek için daha sistematik ve kurumsal çalışmalar yapmamız gerekir. Yoksa oturup bizim ağıt yakmamızla olacak iş değil. Öte yandan çalışmaları yaparken de kin ve nefretle değil, anlama, bilgilenme, aktarma, paylaşma ve çözüm üretme odaklı olmalıyız.

 

Avukat Erdal Doğan kimdir?

Erdal Doğan: 1973 Erzurum/Türkiye doğumludur. 1991 yılı İstanbul Haydarpaşa Anadolu Teknik Lisesi (Elektronik Bölümü) mezunudur. 1998 yılı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. 2003-2005 yıllarında İstanbul Bilgi Ünv.’ nde insan hakları hukuku alanında yüksek lisans yapmıştır. İstanbul Barosu’na kayıtlı avukat olarak 22 yıldır İstanbul'da serbest avukatlık yapmaktadır. 17 yıl İstanbul Barosu meslek içi ve staj eğitim merkezlerinde Avrupa Hukuku, Ceza Hukuku, Ceza Usul Hukuku, Uygulamada Ceza Avukatlığı ve Sanık Hakları alanlarında dersler vermiştir.

Yayınları, Kitapları:

1- Fam Yayınevinden çıkan “Hitit Hukuku- Belleklerdeki "Kayıp" (Hittite Law "Lost" İn Memory) 

2-  Beta yayınlarından çıkan “Sanık Hakları ve Uygulamada Müdafilik”

3- Fam Yayınevinden çıkan “Vukuatlı Resmi Kimlik “Sözlüğü”

4- İletişim Yayınevinden 8 hukukçu ile birlikte kaleme aldıkları “Parçalanmış Adalet"