YAZARLAR

Derinleşen yalnızlık hissi

İktidarın yıllardır dayattığı “beka davası” memleketin bütününe derin bir yalnızlığı kabul ettirip, kendi tabanına da “sizin benden başka kimseniz yok” fikrini tekrar etmekten ibaret. Yani memleketi de, taraftarlarını da yalnızlık hapishanesinde rehin tutmak.

Yurttaşlık derslerinde milletten bahsedilirken “tasada ve kıvançta bir olan” olan topluluk denilirdi. Hâlâ evlenme törenlerinde, “iyi günde kötü günde” kalıbı kullanılıyor. Zorluk ve felaket anlarının insanları birbirine yakınlaştırdığı, dayanışmanın artacağı söylenmeye devam ediyor. Tribünlerde “asla yalnız yürümeyeceksin” şarkıları söyleniyor. Devletten bahsedilirken daha çok güçten söz açılsa da “şefkatli elinden” -en azından olması gereken- anlamında dem vuruluyor. İnsanlar topluluklar halinde yaşamaya başladığından itibaren, kimi zaman “ötekiler” için sıkıntılı aidiyetler üretmeye yatkın olsalar da, tek olmadıklarını, zorda yalnız kalmayacaklarını düşünerek yalandan da olsa güvende olduklarına inanmaya çalışıyorlar.

İçinden geçtiğimiz “acayip” zamanlar, “yalnız değiliz” hissinin her vesileyle örselendiği bir dönem. Süreklileşen bir belirsizlik ve güvencesizlik iklimi giderek daha sert bir hal alıyor. Gelecek fikrini öldüren prekaryalaşma, bugünü de karanlıklaştırıyor. Başka bir seçeceğin, başka bir dünya ütopyasının el birliği ile gömüldüğü ayinlerin sonunda, her şey için sadece kendisini sorumlu tutan çaresiz insanlar yığını büyüyor. Enerjinin, umudun, heyecanın kaynağı olacağı beklenen genç insanlar bu dalganın içinde kayboluyor. İnsanlar, yalnız olmadıklarını ancak endişelerini derinleştiren tehlikeler karşısında hissediyorlar. Daha iyi olabilecek şeyler yerine daha kötü ihtimaller karşısında kalabalıklaşmaya çalışıyorlar.

Türkiye’de son yıllarda, hepsi son derece ağır yaşanan bütün problemlerde, insanlara kendi başlarının çaresine bakmaları söylendi. Ekonomik krizde böyle oldu, pandemide böyle oldu, pandemi dolayısıyla daha ağırlaşan şartlarda yine böyle oldu, orman yangınında böyle oldu, sellerde böyle oldu, depremde, yolsuzluklarda böyle oldu. İş cinayetinde ve kadın cinayetinde böyle oldu. Küresel ısınma için de kötü kentleşme için de, “hepimiz sorumluyuz” diyenlere, “bütün bunları kim olduğu belirlenemeyen birileri yapıp gitmiş” gibi konuşabilen siyasetçiler eklendi. İşsizlikten bahsederken, gençlerin kendini geliştirmesini söyleyen yöneticilere, bunu anlatan popüler uzmanlar katıldı. “Okuyup adam olmak, geleceğini kurtarmak” hayalleri süslemez oldu.

Böyle bir atmosferde, yorgun ve endişeli olmanın kadere dönüştüğü bir iklimde, kimsenin vicdana, dayanışmaya, diğerkamlığa, hatta empatiye zamanı ve takati olamıyor. Kimseden bir başkası için, daha iyimser bir ihtimale kulak kabartması beklenmiyor. Herkes sadece kendi kızgınlığı, endişesi için onay veya anlayış bekliyor. Yan yana durmak için değil “tehlike” gördüklerine karşı güçlü görünmek için bir araya geliyorlar daha çok. Ancak ne kadar kalabalık olduklarını hissetmeseler de yalnızlıkları yatışmıyor bir türlü. Kendilerinden görmedikleri herkes daha da düşmanlaşıyor, duydukları öfke ve endişe büyütüyor. Çok kullanımdan değil de körelmişlikten beslenen vicdan veya diğerkamlık yorgunluğu daha da büyüyor. Uçak anonslarındaki “önce kendi maskenizi takınız” uyarısı, bir sonraki adımın düşünülemeyeceği bir aciliyet olarak yaşanıyor.

Bunun nasıl böyle olduğunu, kimin yaptığını, nasıl böyle yapıldığını, böyle olmasından ne umulduğunu, böyle olmasının kimin işine geldiğini bilmiyor değiliz aslında. Fakat bilinenlerin kronolojisi, neden sonuç ilişkisi, geriye veya ileriye doğru bozularak, herkes gerekçesini ve çözümünü kendi yalnızlığının içinde üretiyor. Ma’şeri olanı öldürürken hürriyet vaat eden ferdiyetçilik, yalnızlıktan imal hapishanenin duvarına görebildiği “düşmanların” resmini çiziyor sadece. Siyasi iklimin biçimlenmesinde de yalnızlık hissiyatı çok önemli. Seçimler, tercihlere götüren ana motivasyonlar, endişeye yüklenerek bastırılmaya çalışılan yalnızlıkta başka, birlikte durmanın daha fazlası demek olduğunu düşünerek baş etmeye çalışmakta bambaşka yöne doğru ilerliyor. Bugün dünyada ve Türkiye’de hangi duygu daha baskın, hangisi için daha fazla çaba var.

Hayalcilikse hayalcilik, gerçeklerden kopukluksa kopukluk; vicdan-ahlak sinyallemekse, duyar kasmaksa öyle olsun. Ama olan bu, ne olacaksa bunun içinde olacak çaresizliği ve sadece “kötünün kovulması” -ki onun yöntemi ve kapsamı konusunda tam bir mutabakat yok- hakkında konuşmak bu yalnızlık hissini azaltmıyor. Giderek küçülen aidiyet havuzlarının her aşamada daha fazla “tehlikeli yabancı” bulmalarına yarıyor. Siyasetin yakın imkanlarını bu hissin içinden devşirmek de bir seçenek, bu hissin dışına taşımayı vadetmek de bir seçenek. İktidarın yıllardır dayattığı “beka davası” memleketin bütününe derin bir yalnızlığı kabul ettirip, kendi tabanına da “sizin benden başka kimseniz yok” fikrini tekrar etmekten ibaret. Yani memleketi de, taraftarlarını da yalnızlık hapishanesinde rehin tutmak.

Peki herkesin ayağına yalnızlık prangası bağlamaya çalışanlar pek mi kalabalık? Kendilerini pek mi güvenceli bir yerde görüyorlar? Hiç öyle değil. Önce ve peşinen başkalarıyla, kendilerinden farklı olanlarla yabancılığı sivrilttiler, onları yalnız ve korumasız yaptıkça hep kazanacaklarını sandılar. Sonra kendi destekçileriyle yabancılaştılar. Onların dertleriyle, bekledikleriyle, sesleriyle. Sonra yaptıkları, yapmak zorunda oldukları, yapmaları görev olan işle, onu yapmakla sorumlu kurumsallıkla, ilkelerle, kavramlarla yabancılaştılar. Sonra da tepeye çekilmiş, kendi tabanıyla kopmuş tavan aralarında, küçük küçük çıkar öbekleri haline dönüşüp birbirleriyle yabancılaştılar. Yabana çekildikçe daha çok korktular, korktukça daha saldırgan, daha fütursuz oldular. Herkese kurulan yalnızlık hapishanesinin kapısının yalnızı onlar.

Yalnızlık özgürlük değil, “sadece kendi gücüne inanmak” da pek gerçekçilik sayılmaz. Yalnızlık yıpratıcı, yorucu bir duygu. Onun ilham ettiği güvenlik fikri de, ona yüklenmiş siyaset de zehirli. Böyle başarılmış bir örnek de yok. Aslında buna yaslanarak iktidar olmuşlar, böyle kalmaya devam edenler, bunun için büyük yıkımlara yol verenler için daha geçerli bu. Buna karşılık, “beraber yapmak” hiç kolay değil hatta epey zor. Ancak iyi olan, dönüp örnek gösterilenlerin çoğu böyle yapıldı. En azından ben böyle bir hayal kadar gerçekçi bir şey bilmiyorum. Ferhan Şensoy, “eğilip bükülme devrinde değiliz, Türkiye’yi aydınlığa çıkarma gibi bir mesuliyetimiz var” derken, böyle bir “birlikte yapmayı” çağırıyordu. Kendi gezegenine yabancılaştığı için korkan insanlığın da yalnızlığa büzülmesinin alemi yok.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).