YAZARLAR

Depreme karşı yapayalnız

Türkiye’de insanlar yeterince önlem almıyor, alsa da işe yaramıyor. Çünkü kamu yönetimi bu işi halka, piyasanın ellerine bırakmayı seçmiş bekliyor. Sosyal devlet ancak enkazdan kurtulanları bir süre misafir edecek kadar devrede; gerisi Allah'a kalmış.

Hepimiz depremi unutmak istiyoruz. Çünkü kendimizi ondan korumak için gerçekte hiçbir şey yapmıyoruz. Ne daha sağlam yapılarda yaşamaya başladık, ne işyerimizin ne gündelik hayatımızın geçtiği diğer ortak mekanların dayanıklılığından eminiz. Deprem çantaları, toplanma alanları, kaçış planları… hepsi hepimizin gayet iyi bildiği ama hayatta bir yeri olmayan şeyler. Çoğumuzun evinde deprem çantası kapının girişinde bize bu korkunç gerçeği anımsatan bir nesne olarak bile durmuyor, duramıyor.

Ama deprem kendisini unutturmuyor. Her ay neredeyse her hafta yeni bir sallantıyla büyük kıyameti bize haber vermeyi sürdürüyor.

Neyse ki hala Türkiye’de gazeteciler, haberciler var. İzmir depreminin hemen ardından gelen iki haber pek çok soruya cevap veriyor. Biri basit bir istatistik: 2020 yılında tüm dünyada yaşanan benzer şiddetteki depremler içinde ciddi can kayıpları sadece Türkiye’de yaşandı. Habertürk’ten Barış Kaygusuz’un haberine göre 6,5 şiddetinin üzerinde yirmi deprem oldu toplam can kaybı 13. Elazığ ve İzmir depremlerinde ise bizim kaybımız şimdiden 85 kişi oldu… Üstelik Meksika ve Papua Yeni Gine’deki depremler çok daha güçlü; büyüklüğü 7 ve üzeri…

Televizyonlarda yine uzmanlar arka arkaya konuşuyor ve biz hipnotize olmuş gibi onları izleyip duruyoruz. Şimdi hangisiydi hatırlamıyorum ama bu işin ülkelerin zenginliği ile ilgili değil, kafa yapısıyla alakası olduğunu anlatıyordu birisi. Sadece zengin Japonya’da değil, deprem kuşağındaki çok fakir Latin Amerika ülkelerinde de yer sarsıntıları bizdeki kadar can almıyor. Çünkü nasıl ev yapılması gerekiyorsa, öyle yapıyorlar… Anadolu’da biliyor bunu ama çok zaman önce toplumsal değişim kolektif bilginin de üstünü örtmüş geçmiş. 50’lerden itibaren başlayan göç, kentlerin kontrol edilemez bir hızda büyümesi ve ucuz iş gücünü sanayileşmenin sermayesi yapmaya hevesli siyasi tercihler İstanbul ve İzmir gibi kentlerin gecekondular ve gecekondu irisi apartmanlarla dolmasına neden oldu. Türkiye nasılsa bir türlü zenginleşemedi, bir türlü kendi insanı için iyi ve kaliteli bir yaşam tasarlayamadı. Ne 1960’larda, ne 80’lerde ne de 1999 depreminden sonra… Dolayısıyla İzmir’de yaşanan yıkımların tabii ki sorumlusu kamu yöneticileri.

Bayraklı'da yıkılan binaların tarım arazisine, bataklığa, kötü zemine yapıldığı yönünde haber ve yorumlar havada uçuşurken ihmalin belgesini Hürriyet’te Musa Kesler yayımladı. Meğer onlarca kişinin ölümüne neden olan iki apartman, Rıza Bey ve Doğanlar için ilçe belediyesi yıllar önce ‘çürük’ raporu vermiş. 2012 ve 2018 tarihlerini taşıyan raporlarda binaların dayanıksızlığı ve içerdiği risk belirtiliyor. Zemin etüdü çalışması yapılması isteniyor. Peki raporlarda belirtilen riski takip eden oldu mu? İşte bu belli değil. Belli olan bir şey Rıza Bey apartmanı sakinlerinin bu raporu ciddiye alıp yakın zaman önce binayı güçlendirmiş olmaları. Haberde soruluyor, ‘bu nasıl güçlendirme?’… Yetersiz güçlendirme çalışmasına acaba Rıza Bey apartmanı sakinleri ne kadar para verdi? Bu güçlendirmeyi yapan firma bu konuda ne diyor ve o çalışmanın standardını belirleyen, denetleyen kim?

Yaptırımlar ve denetimler olmadıktan sonra onca yönetmelik ve düzenlemenin de bir manası kalmıyor, her şey bir kandırmacaya dönüşüyor; ölümüne bir kandırmaca…

Depremi görmezden gelmenin en önemli sebebi çaresizlik. Çok zenginler kendini sağlama alıyor, ama orta sınıflar ve yoksullar bir ömür hatta birkaç kuşak biriktirdikleriyle kurdukları düzeni değiştiremiyor. Binaları yıkmak yerine güçlendirmek hatta onu da yapamayanlar için işi Allah'a havale etmek zorunlu bir tercihe dönüşüyor. Depreme karşı yapı stokunun yenilenmesi piyasanın görünmez ellerine terk edilince sıradan hayatlar müteahhitler ve rant savaşları içinde baş edilmez mücadeleler halini alıyor ve bu nedenle pek çok kişi adım atmaya dahi cesaret edemiyor. Bal gibi biliyor, umutsuzca erteliyoruz. Depremi sallandıkça hatırlayıp, artçılar hafifledikçe unutmayı işte böyle böyle adet ediniyoruz.

İnsan merak ediyor, acaba biz İzmit Körfezi’ni arabalı vapurlarla geçmeye devam etseydik de mesela o görkemli Osmangazi köprüsüne harcanan para ucuz deprem kredisi olarak riskli binalara tahsis edilseydi, kaç can kurtulurdu?

Türkiye halkı devletine düşkün; ama nedense devlet halkına böyle canla başla sahip çıkacak refleksleri bir türlü geliştiremedi. Bu eskiden de böyleydi, Ak Parti iktidarında da böyle oldu… Gerçek bir sosyal devlet olmak için hep çok fakir olduğumuzu dinledik durduk; şimdi dünya gücü olma iddiasındayız ama belli ki ne paramız ne kafamız buna müsait değil.