YAZARLAR

Deprem ve kadercilik

Deprem ve iklim felaketi; herkesin adımlarını işittiği, geleceğini bal gibi bildiği ama biraz da çaresizlikten görmezden, duymazdan geldiği, belki uzaktan geçip gider diye umut ettiği afetler.

Biliyorum bu yazı az okunacak. Çünkü deprem bizim yüzleşmek istemediğimiz, görünce başımızı çevirdiğimiz dertlerimizden biri. Her gün bir yerlerde yeni bir deprem oluyor ve hepimiz beklenen felaketin ayak seslerini dinliyoruz, yıkımın yaklaştığını bal gibi biliyoruz… Ama biraz da çaresizlikten, her defasında meselenin etrafından dolanmayı tercih ediyoruz.

Eskiden beri ülkenin aydınları, kaderci bir toplum olmamızdan yakınırlar. Evet pek çok işi kadere bıraktığımız doğru, bunu sadece dindarlıkla açıklamak mümkün değil çünkü işleri bu kadar kendi haline bırakmanın dinde de yeri yok. İstanbul’da çok büyük bir deprem pek yakında olacak, neredeyse bütün bilim insanları bu konuda hem fikir, ama garip biçimde bizlerde bu bilgiye denk bir endişe ve telaş yok.

Aslında bu bize has bir tavır değil. Adeta çağın ruhu bu. Şu iklim değişikliği belasına bir baksanıza. Büyük İstanbul depremi gibi, küresel iklim felaketinin yaşanacağından da kimsenin şüphesi yok. Ama sanki kimsenin de bunu taktığı yok. Bilim insanlarına göre bugünkü uygarlığımızın sona ermesine sadece otuz yıl kaldı. Bunu engellemek artık mümkün değilse de etkisini hafifletmenin yolu fosil yakıt tüketimini durdurmak. Böyle bir çaba yok mu? Var. Var ama alınan önlemler sanki otuz yıl sonraki bir felakete hazırlanmaktan çok, bin yıl sonra daha güzel bir dünya kurmaya dönük ahlaki bir tavır kıvamında. Elektrikli otomobil bir fantezi, uluslararası karbon anlaşmaları ülkelerin girip çıktığı bir siyasi oyun… Eriyen buzullar ise sanki sadece beyaz ayıları ve penguenleri alakadar eden bir vicdan meselesi. Oysa seller, kasırgalar, yangınlar her yeri kasıp kavuruyor; kuraklık ve sıcaklık belirgin biçimde artmış durumda. Bütün dünya halkları ise hep birlikte bir büyük felaketin, adeta kıyametin yaklaşmakta olduğunun farkında olsa da yokmuş gibi davranıyoruz. İklim aktivistlerine karşı felaket tellalı deliler gibi alaycı bir tavır takınmayı tercih ediyoruz.

Bu kadar açık ve net bilgiye rağmen Türkiye’nin işi ağırdan almasına kızgınlığını saklayamayan bilim adamlarının başında Profesör Naci Görür geliyor. ‘Türkiye’de Deprem’ adlı kitabına ironik biçimde ‘Az Gittik Uz Gittik’ alt başlığını uygun gören Naci Hoca’ya göre 1999 yılından itibaren büyük İstanbul depreminin 30 yıl içinde gerçekleşme ihtimali yüzde altmış. En son Eylül 2019 ve Ocak 2020’de yaşanan o küçük depremlerin de beklenen büyük fay hareketini tetikleme ihtimali hayli yüksek. “Dua edelim de gelmeden önce yöneticilerimiz akıllarını başlarına alsın ve bu afete karşı önlem almada kenetlensinler” diyen Naci Görür, depreme karşı kırılganlığımızı şu temel verilerle özetliyor: ”Devletin resmi rakamlarına göre İstanbul’daki yapı stokunun yüzde 60’ı herhangi bir mühendislik hizmeti almamış ve gecekondu mantığıyla inşa edilmiş. İstanbul’da 1 milyon 600 bin bina var. Eğer bu binaların yüzde 60’ı beklediğimiz 7,2 büyüklüğündeki depreme dayanmazsa toplam 960 bin riskli bina var demektir. Bu binaların deprem olmadan önce deprem güvenli hale getirilmeleri gerekir. Resmi binaların güçlendirildiğini veya yeniden yapıldığını biliyorum ama halkın oturduğu yerlerin önemli bir kısmının henüz elden geçirilmediği de malum”.

Naci Görür, ‘resmi binaların güçlendirildiğini’ söylüyor ki bu ilginç bir detay. Devlet aklı, eski yeni demeden hep aynı şekilde çalışıyor. İdare, kendi kurumlarını felakete karşı hazırlıyor, devlet mekanizmasını işler halde tutmayı hedefliyor, sıradan vatandaşı ise piyasanın görünmez eliyle ve ‘kendi kaderiyle’ baş başa bırakıyor. Piyasanın görünmez eli tabii ki varlıklı insanların yaşadığı, yenilemenin ekonomik kazanç da getirdiği semtlerde, mesela Bağdat Caddesi’nde yaşanıyor. Ama diyelim ki Şişli’nin pek çok mahallesinde bile 50 senelik apartmanlar hala kocaman mahalleler halinde duruyor. Emlak piyasasının da deprem endişesine karşı duyarsız olduğunu söyleyemeyiz. 2000’den sonra yapılan binaların fiyatları ve kiraları, eski yapılara göre çok daha yüksek. Parası olan kendini güvenceye almanın yollarını arayıp bulurken; imkanı olmayan babadan kalma evde, yılların birikimiyle aldığı dairede, maaşın yarısını verip ancak ödeyebildiği kiralık dairede kalmayı tercih ediyor. Bu tercih bir nevi zorunluluk da içeriyor ve tam da bu nedenle başımıza gelecek felaketi duymak, onun üstüne düşünmek konuşmak istemiyoruz. Hani sanki, çok söylersek olur, adını anmazsak uzak geçermiş gibi… Bilimin bizi çaresizliğimizle yüzleştirdiği yerde batıla sığınıyoruz. İnsani bir tepki bu, o nedenle evrensel bir yanı da var; ama bizi felaketten kurtarmayacağı tam tersi geleceğimizi karartacağı da bir gerçek. Bu nedenle işte siyasetçilere, devlet adamlarına, yöneticilere iş düşüyor. Ne yazık ki dünya halkları sanki felaketleri adı gibi kendisini hatırlatacak siyasetçileri de ortada istemiyor ve Trumpgiller bütün dünyayı kaplarken herkesin iklim felaketiyle bizim deprem kabusu gün be gün daha da yaklaşıyor.

Biraz bilinç, biraz cesaret ama daha çok kamusla yardım, destek ve ilgi ile bu evrensel kaderciliği üstümüzden atmak mümkün gibi. Tabii vakit kalırsa…