YAZARLAR

Denizin altında kimse çığlığınızı duymaz!

İsveç-Norveç-Belçika ortak yapımı olan "Breaking Surface", sessiz sedasız görüntüsünün altında birçok gösterişli Hollywood yapımının beceremediği bir türü ayağa kaldıran başarılı bir film. Bizce bahsettiğimiz türü seven seyirciler kaçırmamalı!

Özellikle "Jaws" (1975) filminin muazzam başarısından sonra hem Hollywood sineması hem de ara sıra Avrupa sineması korku filmlerinde ‘deniz ve ondan gelen korku’ temasını işlemeye başladı. Luc Besson gibi bazı önemli yönetmenler "The Big Blue/Le Grand Bleu" (1988) gibi denizin güzelliğinin, kucaklayıcı yönünün (gerçi bu filmde de kıyasıya bir rekabet vardı ama) altını çizen yapımlar da çıkardılar ve ‘denizle’ başlayan genel akıma karşı, aykırı duran filmler de yarattılar.

Ancak bu tür ‘pozitif’ filmlerin sayısı göreceli olarak azdı. "Le Grand Bleu" filmi, üç saatlik süresiyle özellikle Fransa’da çok büyük bir gişe başarısı kazanmasına rağmen, Hollywood denizden duyulan ‘dip korkuyu’ eşelemeyi tercih etti. Önce "Jaws"ın izinden giden (ve bizce giderek kötüleşen) üç devam filmi çekildi, ardından ara sıra ‘denizin altında’ veya ‘yeraltında’ geçen korku/gerilim tarzında yapımlar sunmaya devam edildi. Bütün bu ‘furya’ içerisinde "Open Water" veya "The Descent" (İngiliz yapımı) gibi değişik anlatım tarzıyla benzerleri arasından öne çıkanlar oldu ama çoğunlukla bu tür filmler vasatı pek aşamadı.

Yakın zamanda BeinConnect kanalında izleme şansı bulduğumuz "Breaking Surface" ise mütevazi yapısı ve (kısmen) kısıtlı bütçesine rağmen denizin altında geçen dramatik ve gerilimli bir olayı akıcı bir dil ve kıta Avrupa’sına ait bir duyarlılıkla, fazla süslemeden, abartmadan sunan, düzeyli bir yapım. Yönetmen, elinde olan bütün olanakları sonuna kadar kullanıp, kadın başkarakterlerinin de büyük yardımıyla ‘içinden çıkılmaz’, ‘sıkışık’ bir durumla nasıl mücadele edildiğini dozunda ve gerçekçi bir şekilde seyirciye gösteriyor. Film belki ‘büyülemiyor’ veya çok şaşırtmıyor ama sonuna kadar ilgiyle izleniyor.

İda ve Tuva, küçüklükten beri denizle ve dalışla ilgilenen iki (üvey) kız kardeştir. Birlikte Norveç’in ıssız bir yerinde tüple dalış yapmaya karar veririler. Ancak dalış sırasında etraftaki kayalarda bir çökme olur ve Tuva, denizin dibinde bir kayanın altında sıkışmış olarak kalır. Sonrasında Ida’nın, kız kardeşine yardım etmek için zamana karşı yarışı başlar.

DENİZ DİBİNDE CANAVAR YOK!

Deniz veya yer altında geçen korku filmlerinde, ‘asıl’ korku unsurunu genelde o zamana kadar keşfedilmemiş, ölüm saçan bir canavar veya mutasyona uğramış bir hayvan oluşturur. "Jaws"dan başlayarak en yakın örnek olan "Underwater"a kadar süren bu tutum, adeta başkarakterlerinin zor bir durumda, ‘sıkışmış’, nefessiz veya yaralanmış, kısaca ‘aciz’ bir durumda kalmalarıyla yetinmez, üstüne bir de ortamı tamamen bir cehenneme çeviren bir ‘dış tehdit’ ekler. İster bir uzay keşfinde olsun, ister yerin dibinde bir yolculuk olsun, isterse de denizin altında bir görev olsun bu durum değişmez.

‘Breaking Surface’ ise böyle yollara girmiyor, sadece oldukça deneyimli olmalarına karşın, tehlikeli olabilecek bir ‘extreme’ spor sırasında oluşan ciddi bir kaza ve sonrasında yaşananlara eğiliyor. Kaza sonrasında zaten, nefessiz kalma, yüzeye çıktığında vurgun yeme veya dondurucu bir soğukla baş etmeye çalışan iki kız kardeşe, bir de çarpışmak zorunda oldukları bir yaratık vermiyor. Bu ‘gereksiz’ eklentinin olmaması filmi daha sadeleştirse de hikayeyi daha gerçekçi ve kompakt kılıyor. Başkarakterler İda ve Tuva, bu işe başladıklarında seyirciye açıklar gibi değil ama birbirlerine hatırlatır gibi uymaları gereken önlemleri söylüyorlar, bu şekilde seyirciyi aldıkları riskli işin ve ortamın içine sokuyorlar. Dolayısıyla sonrasında gerçekleşen kaza ve kurtulmak için aradıkları çözümler de ‘sahte’ veya ‘zorlama’ durmuyor.

‘BELASINI’ ARAMAYAN KIZ KARDEŞLER…

Filmin bir diğer güçlü yanı da iki kadın başkarakterin amacının açık olmasından kaynaklanıyor. İda ve Tuva’nın biri(leri)ni kurtarmak gibi bir amacı bulunmuyor. Dalış işini daha profesyonel bir şekilde yapmaya başlamış olan Tuva olsa da, İda’nın da deneyim açısından onun çok gerisinde olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla çocukluklarından beri deniz ve dalışla ‘haşır neşir’ bu iki kız kardeş, hiçbir hazırlık yapmadan, boyundan büyük işlere kalkışan, amiyane tabirle ‘belasını arayan genç kadınlar’ görüntüsü vermiyorlar. İkisi de bu işi, daha önce kendileri gibi dalgıç olan anneleriyle veya başka kişilerle defalarca yapmışlar, gerekli bütün materyallere ve bilgilere sahipler ve bu ‘dalış’ deneyimini boş bir heves gibi değil, tutkunu oldukları bir sporda, bir ‘kaçamak’ gibi görüyorlar.

Beklenmeyen kaza ve sonrasında olan olaylar da belli bir mantık içerisinde gerçekleşiyor. Kız kardeşine yardım etmek için çok kısıtlı bir zamanı olan İda, bir insanın bulabileceği bütün çözümleri zorluyor ve bunu yaparken de karşısına çıkan engeller ‘abartılı’ kişiler veya durumlar olmuyor. Normal zamanda ‘ufak aksaklıklar’ olarak adlandırabileceğimiz her şey giderek İda’nın önünü daha çok tıkıyor, kız kardeşi Tuva’yı ise ölüme daha çok yaklaştırıyor. Tuva’nın sıkıştığı kayayı yerinden oynatmak için kullanılacak krikonun arabanın bagajında olması ve bir türlü bu bagajın açılmaması, civarda bulunan bir evde işlerine yarayabilecek tek bir aletin bile bulunmaması gibi durumlar filmdeki gerçekçi atmosfere adeta ‘tavan yaptırıyor’. Bu ‘bolluk içindeki yokluk’ durumu daha önce gördüğümüz bütün ‘sofistike’ ve ‘karmaşık’ araçlarla yapılan kurtarma operasyonlarından daha inandırıcı, daha sahici geliyor.

BİZ SADECE DALGIÇ DEĞİLİZ!

Yönetmen Joachim Heden filminden bahsederken ilk başta projesini ‘bir ‘dalış’ veya dalgıçlar filmi’ olarak kurmadığını belirtiyor. Her ne kadar deniz altında çekilen görüntüler birinci sınıf ve çok emek verildiği belli sekanslar olsa da, yönetmenin başkarakterlerinin çocuklukları dahil sürekli geçmişlerine dikkat çekmesi, ikisinin de anneleriyle olan farklı ilişkilerini hissettirmesi ve kaza sonrasında özellikle İda’nın yaşadığı kişilik değişimini sunması, iki kız kardeşin bir ‘dalgıç’ ikilisinden çok daha derinlikli bir ilişki sorunsalı içinde olduklarının altını çiziyor. İda’nın ‘dağılmakta’ olan ailesi oldukça kısa gösterilse de daha en baştan (çocukluklarında geçen bir sekansta) annelerinin ‘esas kızının’ Tuva olduğunu, kendisinin ise her zaman dışlanan ‘üvey kız’ gibi görüldüğünü anlıyoruz. Aynı şekilde dalış süresinde Tuva’nın birçok yerde ‘buraya annemle gelmiştik!’ benzeri sözleri İda’yı hem kızdırıyor hem de annesiyle asla kapatamadığı ‘mesafeyi’ daha da arttırıyor.

Kaza sonrasında ise İda tam bir ‘kişilik değişimi’ yaşıyor. Belki de hayatında ilk defa ‘edilgen’ bir durumdan ‘etkin’ bir duruma geçiyor. Başlardaki ‘yardım arama’ tepkisi ‘yardım etme’ tepkisine dönüşüyor. Özetle kız kardeşlerin ‘dalış’ aktivitesi asla karakterlerinin önüne geçmiyor. Dalgıç iki kız kardeşin değil, ‘sorunlu’ iki kız kardeşin hikayesini izliyoruz.

Sonuç olarak İsveç-Norveç-Belçika ortak yapımı olan "Breaking Surface", sessiz sedasız görüntüsünün altında birçok gösterişli Hollywood yapımının beceremediği bir türü ayağa kaldıran başarılı bir film. Bizce bahsettiğimiz türü seven seyirciler kaçırmamalı!

 


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .