Deniz Tortum: Birbirimizin emeğini görmekte zorlandığımız bir dünya var

"Maddenin Halleri" belgesel filmiyle birçok ödülün sahibi olan Deniz Tortum'la belgesel sinemayı konuştuk. Tortum, "Güçlü filmlerin çoğalmasıyla da belgesel sinemaya verilen destek ve gösterilen ilgi artıyor" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Bu sene hem İstanbul Film Festivali’nde hem de Antalya Film Festivali’nde yapılan belgesel film yarışması bölümünde "Maddenin Halleri" filmiyle En İyi Belgesel Film ödülünü kucaklayan Deniz Tortum, hem sinema alanında hem de görsel sanatlar ve yeni medya alanlarında çalışıyor. “Belgeselle, kurgu dışı sinemayla, yeni teknolojilerle, sanal gerçeklikle, gelecek anlatılarıyla, iklim değişikliği iletişimiyle” ilgilendiğini söyleyen Tortum ile bir araya geldik ve belgesel sinemaya nasıl yaklaştığını, bu türün Türkiye’deki durumunu ve ilerideki projelerini konuştuk.

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Belgeselde kurmaca sinemaya kıyasla bazı kısıtlamalarınız var fakat bu kısıtlamalar geniş bir yaratıcılık alanı açıyor. Kurduğunuz fikirleri, tasarladığınız çekimleri, yaratmaya çalıştığınız olayları sürekli gerçek dünyayla çarpıştırıyorsunuz. Gerçek dünyayla çarpışmalardan çıkan şeyler kafanızda kurduklarınızdan çok daha şaşırtıcı olabiliyor. Belgesel sinemanın en heyecanlı taraflarından biri bu çarpışmalar ve karşılaşmalar. Kazalarla, tesadüflerle dolu bir üretim şekli. Bu yüzden de güçlü bir fikir üretme mecrası. Henüz kavramsallaştırılmamış duyguları ve deneyimleri ortaya çıkarıp aktarmaya çalıştığınız, değişen dünyada seyircilere yol arkadaşı olan bir şey.

'GÜÇLÜ FİLMLERİN ÇOĞALMASIYLA BELGESEL SİNEMAYA VERİLEN DESTEK ARTIYOR'

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Üvey evlat gibi hissetmiyorum, evlat gibi de hissetmiyorum. Film üretmek için destek almak çok önemli fakat bu destek verilen bir şey değil talep edilen bir şey. Belgesel için gerekli üretim araçları ucuzlamış durumda, bu sayede özgürce üretilen işler çoğalıyor. Güçlü filmlerin çoğalmasıyla da belgesel sinemaya verilen destek ve gösterilen ilgi artıyor. Bir yandan da belgesel, önemli bir toplumsallık aracı. Ülkenin nasıl bir yer olduğuna dair temsillerimiz çok eksik, bu temsillerin artmasının hepimize iyi geleceğini düşünüyorum.

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Sıradan olanın ne olduğuyla ilgileniyorum sanırım. "Maddenin Halleri" de, Can Eskinazi’yle yaptığımız "Anadolu Turnesi" de biraz böyle. Yani uç olaylarla, tekil hikâyelerle değil de bir hastanede hayat nasıl geçiyor, bir müzik grubu aralarında ne sohbetler ediyor gibi belki ilk bakışta çok önemli görünmeyen konular ilgimi çekiyor. Normali tanımlamaya çalışmak; 2010’lar Türkiyesi’nde yaşamanın ruhu, günlük deneyimi nasıl bir şey?

Normali, sıradanı anlatmanın önemli bir şey olduğunu ilk kez İtalyan belgeselci Alberto Grifi’nin filmlerini izlerken düşünmüştüm. 68 kuşağının günlük hayatını, sohbetlerini, kavgalarını gösteren filmlerdi. Geçmişle aramdaki duvarı kaldıran, hakkında çok fazla hikâye anlatılmış, hatta mitleştirilmiş bir neslin bize çok benzediği, aynı hatalara düşüp, aynı sıradanlıkta yaşadığı, aynı şeylere güldüğünü gösteren filmlerdi. Sıradan olanı dürüstçe anlatmak hem tarihe hem de geleceğe farklı şekilde bakmamızı, hayatın eklemlendiğimiz bir şey olduğunu, bizden büyük olup bizden sonra süreceğini hatırlamamızı sağlıyor.

Anlamaya çalıştığım bir diğer konu da iş gücü ve emek. 21. yüzyılda nasıl çalışıyoruz, çalışma alanları ve şekillerimiz neler? İş gücü giderek değişiyor ve insanların birbirinin ne yaptığını, neye katkı sunduğunu görmediği, bilmediği bir dünya var. Belki de sağlık çalışanlığı iş gücü olarak ne yaptığını en iyi bildiğimiz alan. Fakat orada bile insanlarda sağlık çalışanlarına karşı kuşku ve şiddet oluşuyorsa, doktorun işini yapmadığı düşünülüyorsa, birbirimizin emeğini görmekte çok zorlandığımız bir dünya var demek. İş gücünü görünür kılmak ve birbirimizin ne yaptığından haberdar olmasını sağlamak da belgeselin yeni toplumsallıklar yaratmakta yardımcı olabileceği bir şey.

'YOUTUBE, DİJİTAL DÜNYANIN KAMUSAL ALANLARINDAN BİRİ'

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bilgi isteseniz de istemeseniz de taşınır, her içerik zaten pek çok bilgi taşıyordur. Burada önemli olan o bilginin ne kadar incelikli ve içinin ne kadar dolu olduğu. Her bilgiyi aktarmak kolay değil, bilgiyi aktarmak da sanatın bir parçası.

Ben Youtube izlemeyi seviyorum, hatta filmden daha çok Youtube ve Tiktok izliyorum. Youtube’un kendisi ya da daha genel olarak internet, ayrı bir gerçeklik. Maddi dünya var, orada kamusal alanlar, kurumlar var, mesela Cerrahpaşa var. Fakat bir yandan da dijital dünya var, o dünyada yaşama şekilleri var. Youtube da dijital dünyanın kamusal alanlarından biri. Youtube’da gezmek, Taksim meydanında etrafı gözlemlemek, ya da Cerrahpaşa’da olan bitene kulak kesilmek gibi biraz.

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Egemenlerin yöntemleri gerçeği söyleyenleri bastırmaktan daha karmaşık. Hışım kadar doğrusal bir mantık izlemiyor. Bu yöntemleri ortaya çıkarmak ya da bu yöntemlerin ulaşamayacağı şeyler yapmak önemli.

Öte yandan işimize gelmeyen gerçekleri kabul etmemekte, duymak istemediklerimize kulağımızı tıkamakta çok ısrarcıyız. Faillik her yere yayılmış bir şey. Birbirimizi nasıl duyarız, nasıl ikna ederiz? Zor olan şey bu. Birbirimizi gerçekten ikna edecek, hayatlarımızı değiştirmemizi sağlayacak şeylerin olağanüstü bir çaba ve yaratıcılık gerektirdiğini ve genelde egemenlerin gözünden kaçan şeyler olduğunu düşünüyorum.

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Evet muhtemelen. Oluşan bu tip yeni alanlar kısa bir süreliğine olsa da yeni buluşların, heyecan verici işlerin çıkmasını sağlıyor. Bir yandan belgesel sanat dünyasıyla da buluşmakta. Bu buluşmadan da heyecan verici işler ve yeni destek olanakları çıkıyor. Yeni tekeller ve standartlarla bir durağanlık oluşana kadar bir süreliğine özgür bir alan var önümüzde, sonra tekrardan yeni özgürlük alanları bulacağız.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Simülasyonlar, bilgisayar oyunları, sanal gerçeklik gibi teknolojilerin nasıl yeni bir dijital dünya yarattığı ve bu dijital dünyanın maddi dünyanın sorunlarını nasıl görmezden gelmemizi sağladığıyla ilgili bir film üzerine çalışıyorum. Kathryn Hamilton ile beraber geliştiriyoruz. İsmi ARK, yani Nuh’un gemisi. Gelmekte olan iklim değişikliği karşısında bu gemiye neler topluyoruz? Günümüzdeki Nuh’un gemisini acaba maddi dünyanın dijital kopyasını yaratarak mı inşa ediyoruz?

Bir yandan da bir korku filmi yazmaya çalışıyorum. Bu konuda çok heyecanlıyım. Bakalım bir yere varacak mı?