Deniz Göktaş: Politik mizahla ofansif mizahı karıştırınca kaybediyorsunuz

Komedyen Deniz Göktaş'la stand-up'ı ve Türkiye'de mizah yapmayı konuştuk. Göktaş, "Politik mizahla ofansif mizahı karıştırınca Türkiye’nin yüzde 90’ını kaybediyorsunuz. Eğer neyi düşünerek o şakayı yaptığınızı anlarlarsa, oradan dönüş çok zor oluyor" dedi.

Google Haberlere Abone ol

İdil Karşıt

DUVAR - Deniz Göktaş, 26 yaşında bir stand-up komedyeni. Göktaş, ODTÜ’de İnşaat Mühendisliği okurken bölümü sevmediğine karar vererek Psikoloji bölümüne geçiyor ve buradan mezun oluyor. Sinema okumak için İstanbul’a geldiğinde Tuz Biber ekibinin düzenlediği açık mikrofona katılıp 5 dakika sahne alıyor. Bir hafta sonra ekibe katılıp biletli gösteri yapmaya başlıyor.

Deniz Göktaş'ın ve Tuz Biber ekibinin gösterileri YouTube’da yayınlanıyor. Göktaş ayrıca, Uykusuz dergisinde yazıyor; Spotify’da “Deniz Göktaş’a Ayıracak Vaktim Yok” isimli, Deezer’da da “Haset” isimli podcast serileri yapıyor.

Deniz Göktaş'la ifade özgürlüğü ve ofansif mizah kavramı üzerine konuştuk. 

 Nasıl başladınız stand-up yapmaya?

İstanbul’a geldiğimde hiç arkadaşım yoktu, tanıdığım kimse de yoktu. Tuz Biber ekibinin açık mikrofon yaptığını duydum. Kim çıkıyor, hiçbir şey bilmiyordum sadece Deniz Alnıtemiz ve Yavuz Günal’ı Ankara’da izleme fırsatım olmuştu ve çok etkilenmiştim. Cem Yılmaz’ı da seviyorum ama mesela tarz olarak onunla uzak olduğum belliydi. O çok enerjik, koşuyor, oynuyor. Bana daha yakın üslupta insanların da bu işi yaptığını görünce fark ettim, insanlar daha sakin konuşan kişilere de tahammül edebiliyor. Demek böyle bir kültür Türkiye’de de var diye düşündüm. Ama bir meslek olarak yapabileceğimi düşünmemiştim. Çok içine kapanık, gergin bir insanım. Günlük konuşmalar bile performans gibi geliyordu o dönem özellikle. Ama hobi olarak, insanlarla tanışırım diye çıktım ve çok iyi geçti ilk gösteri. Bilet alıp giden herkes beş dakika kendini deneyebiliyor açık mikrofonda. O günlerde Kadir Has Üniversitesi’nde derslerim olduğu için düzenleyenlere söyledim, biraz da onun şansıyla beni ana kadroya aldılar. Bir daha açık mikrofona gelemeyecektim çünkü. Sonraki hafta birden biletli gösteri yapmaya başladım gibi bir şey oldu.

'HAYATIMDA TEK İYİ GİDEN ŞEY STAND-UP'

O zaman biraz “buralar hep dutluk” durumu da vardı. 6 tane komedyenin çıktığı gösteriye 10 kişi falan geliyordu. Ama en azından “bu çocuk 15 dakika konuşabilir bizi rezil etmez” diye düşünmeleri bir özgüven verdi. Daha sıkı çalıştım, yeni şakalar yazdım ve iş buralara geldi. Bir taraftan sinemayla ilişkim de gidip geliyordu. Okuldaki eğitime tam uyum sağlayamadım. Hatta, "inşaat mühendisliğini de sevecektim, belki de ben asıl sosyal ilişkileri beceremiyorum ve bunu idealistlik zannettim" diye düşünmeye başladım. Mesleği sevmiyorum, psikolojiyi sevmiyorum. Hayatımda tek iyi giden şey stand-up ve çok iyi hissediyorum orada. İnsanlarla da çok iyi anlaştım. O mutluluğu hissedince bütün vaktimi oraya ayırmaya başladım. Gösteriler iyi gidince 30 dakika ayrı yerlerde çıkmaya başladık.

Bir yandan da o gün güldürdüm mü güldürmedim mi değil de, şöyle şeyler beni etkiliyor: Sevdiğim bir tiyatro yönetmeni geliyor, o gün anlattığım şeyi beğeniyor, onunla bir iletişim kurmuşum gibi hissediyorum. Böyle birkaç küçük olay oldu. O zaman "tamam, ben bunu daha iyi yapıyorum, asıl sinemayı yapamıyorum galiba" diye düşündüm. Pandemi ile birlikte podcast yapmaya başladım, en çok insana orada ulaştım galiba. Şu zaten rahatsız ediyordu; İstanbul’da Kadıköy’de gösteri yapıyorum, Ankara’da anarşist birkaç barda çıkıyorum. Hep bana benzer insanlara yapıyordum gösterileri. Birkaç gösteriyi Youtube’a yükleyince Antep’ten birisi yazmıştı mesela, “kız arkadaşımla seni izliyoruz, bize çok iyi geliyor” diye. Bunu keşke hep yapabilsem diye düşündüm. Podcast, o açıdan o ihtiyacı tatmin etti. Uykusuz’da yazıyorum, o da podcast sayesinde oldu.

Birçok izleyici stand-up'ın yazılı, önden çalışılmış bir metin olduğunu, bir şeması, matematiği olduğunu fark etmeyebiliyor. Bu yapı nasıl kuruluyor?

Bu aslında illüzyon gibi bir şey. Komedyenlerin de beslediği bir şey. Daha yeni nesil, “ben bunu evde yazdım” diyor. Ben de bir ara yapıyordum. Bu zamana kadar aslında o an aklına gelmiş gibi konuşma duygusu, komedyenlerin geçirmek istediği bir şeydi. Çünkü yazılı malzemeyi sunduğunda aynı etkiyi yaratmaz. O an aklına gelmiş gibi konuşmak maharetlerden birisi. Ki benim de çok becerebildiğim bir şey değil. Tiyatroda yazılı metni ezberlemek sorun değilken stand-up’ta başka bir dinamik var. Bende bütün kelimeler yazılı, duraksamalar bile yazılı. Çoğu komedyende de öyle oluyor.

New York’ta komedyenler gecede 4-5 ayrı açık mikrofona çıkıyormuş. Orada olay şu; yeni bir fikir buldun, bir taslak yazdın, onu seyircinin üstünde deneyerek geliştiriyorsun. Jerry Seinfeld, hep bir şeyden bahsediyor: Gönülsüzlük. Bir şekilde kendini sahnede bulmuş da insanlar “haydi anlat” demiş gibi yapmak. O tonda anlatmak, o başta bahsettiğim illüzyonu koruyan bir şey. Cem Yılmaz’ın Bir Tat Bir Doku gösterisini yakın zamanda tekrar izledim, nasıl yaptığını incelemek için. Orada 4 saat boyunca “bizim iş biraz gariptir” diye bir şey anlatıyor, hep oraya bağlıyor. Sanki aslında gerçekten insanlara işini tanıtıyormuş gibi yapıyor. Ama aralarda aslında bir sürü yazılmış şaka var, anlamıyorsun bile...

'ÖLÜM ÜZERİNE KOMEDİ YAPAN KİŞİ BUNU UMURSADIĞI İÇİN YAPIYOR, AŞAĞILADIĞI İÇİN DEĞİL'

Komedyen farklı karakterlere bürünüyor sahnede. Bu da bazen negatif eleştirilere neden olabiliyor. Oynadığınız tiplemenin söyledikleri kendi görüşünüz gibi algılanabiliyor. Sahnede endişe yaşadığınız oluyor mu?

Veganlar üzerine bir şakam vardı, en çok orada yaşadım. Ve aslında veganlığa yakınım, et yemiyorum. İlk aklıma yatan vegan argümanı duyduğumdan beri "evet biz kötülük yapıyoruz" diye düşünüyorum. Solculuk için de böyle ama soldan konuşurken bundan “mutlaka biz kazanacağız!” gibi bahsetmeyi sevmiyorum, çelişkiler ve komik bulduğum noktalar üstünden bunu konuşmak daha etkileyici ve eşit bir ilişki gibi geliyor. Kendimi insanlara et yemeyin diyecek bir pozisyonda görmüyorum. Ama veganlık üstüne bir şeyler söylemek de istiyorum. O şakamı mesela biraz cahili oynayarak yapıyordum. Ve 200 kere yaptım o şakayı, genelde olumlu dönüşler oldu. Fakat internete koyduğunuz zaman orada farklı bir dinamik var. İnternette izleyenler sizi izlemeye gelmiş veya sizi tanıyan insanlar değil. Youtube’a koyunca herkese bu sana göre bir şey demiş oluyorsun. Bu da aslında sorunlu bir şey. Biraz da günümüzdeki üslupla alakalı. Herkes sürekli bir akademik vaaz verir gibi kendini koruyan bir yerden konuştuğu için, sen kendini çelişkili biri gibi sunduğunda onu anlamıyor insanlar ve ikna etmek de mümkün değil. O tipleme işi o noktada sorun oluyor. Bir de komedide şu tepki geliyor: “Hayvanların öldürülmesi komik bir şey mi?”. Hayvanların öldürülmesi konusunda konuşuyorsun, sana “bu dalgası geçilecek bir şey mi?” diyor. Ama stand-up yapan insanlar komediyi öyle bir yere koymuyor. Dalga geçmek, aşağılamak değil de sinema gibi bir şey bu. Sinemada nasıl ölüm üzerine film çeken bunu önemseyen biriyse, ölüm üzerine komedi yapan kişi de bunu umursadığı için yapıyor, aşağıladığı için değil.

Podcastinizde bir şakanız vardı: “Suriyeli göçmenlerin işinizi çaldığını düşünüyorsanız çocuk işçilere odaklanmanızı öneririm asıl onlar işlerinizi çalıyor." Burada aslında hem ırkçılığa dair bir hiciv yapıyorsunuz hem de bununla yetinmeyip aynı şakaya bir de çocuk işçiliği hakkında bir anlam sığdırıyorsunuz.

Mesela o şakayla ilgili ırkçı birinden bir tepki mesajı gelmişti. Şakayı anlamış. Kendisini eleştirdiğimi de anlamış. Ve “Her gün seni dinliyorum, yaptıklarını izliyorum ama bence Suriyeliler şöyle Kürtler böyle” diye bana uzun uzun anlatmış. Türkçesi de baya düzgündü, belli ki eğitimli birisiydi.

'POLİTİK MİZAHLA OFANSİF MİZAHI KARIŞTIRINCA TÜRKİYE'NİN YÜZDE DOKSANINI KAYBEDİYORSUNUZ'

Türkiye gibi objektif olarak ifade özgürlüğü açısından tartışmalı bir ülkede ofansif mizah yaparak yaşamak nasıl bir şey? Korktuğunuz ya da umutsuzluğa kapıldığınız oluyor mu?

Ben umutlu, neşeli biri değildim. Bu olaylardan da çok etkileniyorum, bir gün bir şey olmasından korkuyorum. Sanki olacakmış gibi yaşıyorum hatta. Ki Pınar Fidan ve Emre Günsal’ın başına gelen felaketlerden önce biraz daha küçük çaplısını yaşamıştım. Din ile alakalı bir şakamdan dolayı ölüm tehditleri almıştım. Çıktığım mekanları “orayı yıkacağız” diye arıyorlardı. Birkaç kere gösteriyi güvenlik önlemleriyle yaptım. O dönem bir daha sokağa çıkamayacağım gibi bir korkum vardı. Ben yurt dışında yaşamaya karşı birisiyim. Ana dilinin çoğu konfordan daha önemli olduğuna inanıyordum, en azından benim gibi birisi için. Ve ilk kez istediğim mesleği yaparken, mutluyken, bundan para kazanıyorken ve böyle gidecekmiş gibi gözüküyorken acaba Berlin’e mi taşınsam diye düşünüyorum. Ya da en azından hayatımı bir gün taşınacak gibi mi yaşasam? Çünkü benim yaptığım şey tam ofansif mizah da değil. Politik mizahla ofansif mizahı karıştırınca Türkiye’nin yüzde 90’ını kaybediyorsunuz. Eğer neyi düşünerek o şakayı yaptığınızı anlarlarsa, oradan dönüş çok zor oluyor. İnandığım şey şuydu, ben çok kibar konuşuyordum ve hiçbir saldırı, hakaret içermemesine özen gösteriyordum. Bu başıma bela getiren şaka da daha önce pek çok Müslüman insanın dinleyip beğendiği bir şeydi. Polislerle ilgili birkaç şakam var. Eleştirel şakalardı ama izlemeye gelen bir polisten “bize baya sallamışsın ama çok güldük” diye bir şey de duymuştum. O dengede giderken birden o yaşadığım olay, üstüne Pınar ve Emre’nin yaşadıkları... Emre 10 gün gözaltında kaldı, şu an ceza aldı. Pınar’ın davası sürüyor. O nokta artık “biz geri zekalı bir iş yapıyoruz galiba” diye düşündürdü. Biz hepimiz iktidar tarafından bir baskı gelmesine hazırdık ama muhalif sandığımız, aynı şey için uğraştığımız insanlar… Aynı şey derken güncel siyasete dair bir şeyden bahsetmiyorum, özgürlük, haklar, ifade özgürlüğü, yanlışların söylenmesi gibi şeyler. O insanlar daha beter çıktılar, baya insanların önüne attılar Pınar ve Emre’yi neredeyse. Mesleğe dair, beni çok rahat hissettiren bir şeye dair artık o kadar rahat hissetmiyorum. Her gösteride birileri rahatsız olacak mı diye korkuyla oto-sansür yapıyorum.

Pınar Fidan ve Emre Günsal'ın hedef gösterilmesine demokratik kamuoyundan tepki de geldi. Bunun ardından CHP’den size ulaşan, bir özür dileyen ya da yardım teklif eden oldu mu?

Üst düzey bir yönetici ulaştı. Yanlış yaptık gibi değil ama Emre için de Pınar için de “ortada bir yanlış anlaşılma var ben bunu düzeltmek için elimden geleni yaparım, bana ulaşabilirsiniz her zaman” demişti… Galiba bazı siyasetçiler için herhangi bir olaya önderlik etmek kariyerleri için mantıklı bir şey oluyor. Çok da ilgilenmiyorum orayla, beni üzen o değil. O siyasetçiler kariyerlerine bakıyor. Ama beni seven insanlar, akrabalarım mesela bunu nasıl savunursun dediğinde üzülüyorum. Bizim gibi düşünen insanların destek olması tabii ki güzel. Babam 60 yaşında ama benim açıklamama gerek kalmadan anladı, diğer insanların yaptıklarını eleştirdi. Böyle çok insan da gördüm. O da umut verici tabii de biraz küçük bir umut. Türkiye’nin yüzde 95’i ilkesel olarak ifade özgürlüğü karşıtı aslında, sadece konuya göre değişiyor. Kimisi Atatürk’e karşı hassas kimisi dine karşı..

Bazı insanlar travmanın mizahı beslediğine inanıyor. Siz ne düşünüyorsunuz? 

Biraz insanın hayatla ve komediyle kurduğu ilişkiye bağlı... Stand-up’a başladığımda notlar almıştım, beni rahatsız eden şeyleri mizaha çevirebilecek miyim diye. Canlı bombalar diye not almışım ve 3-4 ay sonra gerçekten bu konuyla alakalı bir şaka yaptım. Tabii ki gülerken içinde bir sızı oluyor ama onu başka bir şeye çevirebilmek, başka bir şekilde konuşabilmek bana iyi geliyordu. İnsanlara da iyi geldiğini gördüm. Ama bazı insanlarda tam tersi de olabiliyor. Travmasıyla nasıl bir ilişki kurduğuna bağlı. Depremi yaşamış bir arkadaşım deprem kelimesini duyunca tamamen kapanıyordu mesela. O deprem üzerine bir şakada da muhtemelen aynı tepkiyi verir. Ama başta söylediğinize katılıyorum. Mesela annen baban sen çocukken boşandıysa, sana bu konuda söylenenler tatmin edici gelmiyor. Okulda öğretmenin ailenin önemi, babaların ne kadar iyi oldukları hakkında konuştuğunda sen belki bakıyorsun baban alkolik. Bu bir yerden sonra şunun yolunu açıyor: Galiba bana doğruyu söylemiyorlar. Ya da bir Hollywood filmi izliyorsun, her şey mutlu sonla bitiyor. Ama kendi hayatına bakıyorsun, bu böyle değil. O yol açılınca tekrar hayatla bağ kurabilmenin yolu komedi gibi geliyor bana. Çünkü komedi, evet bazı babalar alkoliktir ve bununla ne yapabiliriz üzerinden bir anlatı kurabilir. Sana bütün babalar harikadır, aile süperdir, her şey mutlu sonla biter demez. Daha çarpıklıklar üzerinden bir şey kurar.