YAZARLAR

Demokrasi isteyene baraj sorusu

Toplumun bir kısmını imha etmeyi hedefleyenlere o toplumun siyasî hayatında yer var mıdır?

“Demokrasi” ile ilgili tartışmalarda genellikle üç temel mesele öne çıkar: Birincisi, demokrasinin sınırları. Demokrasi, ne kadarını, nereye kadarını kabul edebilir? İkincisi, demokrasinin içi boş kılıftan, içeriksiz şekilden ibaret kalmaması için ne gerekir? Üçüncüsü, demokrasi varılacak hedef midir, süreç midir?

Üçüncüsünü aradan çıkaralım. Çünkü ilk ikisinden bahsedeceğiz. Demokrasi sabit hedef değil, süreç. Daha doğrusu, bir -toplumsal- yaşama tarzı. Bir yol-yöntem, yordam. Kullanıldıkça, içinde yaşandıkça alışılacak, geliştirilecek bir haklar, sorumluluklar, ilişkiler sistemi. Kitlesel söz hakkı ve katılımın derecesine, uzanabildiği alanlara göre, eşitsizlik sınırlarının kıskançlıkla korunabildiği, bu koruma işi için gerekirse bizzat demokrasiyi demokrasi yapan şartlardan tavizler verilebildiği bir rejim (“burjuva demokrasisi”) üretebilir bu sistem. Ekonomik adaletsizlik veri alınıyor, buna karşılık bunun azaltılması için uğraşacak olanlara alan tanınıyor, yasal güvence veriliyor olabilir (“sosyal demokrasi”). Öte yandan, yasa karşısında eşitlik şartının sınırlarının zorlandığı, ekonomik adalete yönelik adımların atıldığı, rotası sosyalizm yönüne çevrili bir haklar ve katılım süreci de yaratılabilir, demokratik rejim bünyesinde (“taban demokrasisi”). Dönem dönem ağırlık kazanan toplumsal eğilimlere göre, bu yelpazenin bir ucuna veya öbürüne yakın çeşitli uğraklar arasında gidilip gelinecek bir süreç bu. Nereye ne kadar yaklaşılacağını, ayrıcalıkların korunması için uğraşan rejim bekçileriyle, demokratik temsil ve katılım ilişkilerini tabana yaymaya, adaletin kapsamını genişletmeye çalışan değişimci, dönüşümcü hareketlerin mücadelesi belirleyecektir.

Üçten başladık, geriye doğru gidiyoruz. İki: demokrasinin içi boş kılıftan ibaret kalmaması için ne gerekir? Bu sorunun cevabı, gerçekte herhangi bir anda ve ortamdaki demokrasinin derinliği hakkında. Çünkü aranan etken, her şeyden önce kitlesel katılım. Bu elbette herkesin gidip oy atmasından ibaret değil. Yurttaşların kaderleri hakkında düşünüp taşınabilecek bilgiye, donanıma sahip kılınması (eğitim, sağlık), eğilimlerini, taleplerini yansıtabilecekleri kanallara sahip olmaları, meşruiyeti kabullenilmiş otorite tarafından bunların güvenceye bağlanmış ve kısıtlanamaz olması (ifade, örgütlenme özgürlükleri, protesto hakkı), demokrasinin ideal koşulları. Tabiî yerel inisiyatifler, doğrudan temsil mekanizmaları, seçilmişler üzerinde seçenlerin denetim hakları, imkânları ne kadar çeşitli ve yaygınsa, garantilenmişse ve geri alınamazsa, demokrasimiz o kadar gelişkin sayılacaktır. Yerel yönetimlerin yetki alanları, devlet yetkilerinin ne kadarının halkın seçtiği -gerektiğinde indirebileceği- kimselerce kullanıldığı da bu gelişkinliğin ölçülerinden.

Bir başka ölçümüz daha var: Kendini hangi kıstasa göre tanımlarsa tanımlasın, isteyen herkes siyaset alanında temsil edilme hakkına, şansına sahip mi? Yani Konya’yı bağımsız devlet yapmak isteyenler ya da kuşları avcılardan korumak isteyenler parti kurabiliyor mu? Fanteziyi bırakıp ayağımızı kendi acılı, tatsız, sevimsiz hakikatimize basacak olursak: Kürt partisi olur mu?

Daha önce de zikretmiştim, meşhur laf: “Sana Yahudisin diye saldırıyorlarsa, esnaf, emekçi ya da sanatçı olarak değil, Yahudi olarak karşılık verirsin.” Dolayısıyla, Kürt partisinin olup olmayacağı, kendini Kürt olarak tanımlayan yurttaşların gördüğü muameleye ve buna gösterecekleri tepkiye bağlı. Eğer birileri “Kürt olduğum için bana ayrımcılık yapılıyor” derse, böyle hissediyorsa, partisini de kurar, kendisini rahatsız eden durumu ortadan kaldırmak için, eşit yurttaşlık mücadelesi de verir.

Ayağımızı kendi hakikatimize basacağız dedik, şunu eklememiz lazım: Kaldı ki, bizdeki “Kürt partisi”, sadece Kürt partisi olmamak için çaba gösteren bir siyasî kuruluş. Ancak şu anda bu konumuz dışı.

Esas mevzuya böylece geldik: Demokrasinin sınırları. Demokrasi, neyi nereye kadar kabul edebilir? İlk adım olarak bu soru ortaya atıldığı anda, daha ikincisine gelmeden, bir buçuğuncu adımda, başka bir soruya toslarız: Demokraside herkese mi yer vardır? Bu sorunun da şekle şemale bürünmüş, elle tutulur hali şu: Demokrasiyi yıkmayı hedefleyene demokraside söz hakkı, temsil hakkı, faaliyet hakkı var mı?

Yaygın temsil sistemi olarak demokrasi, toplumdaki her türlü eğilimi kapsama iddiasında. Dolayısıyla, demokrasiyi yıkmayı hedefleyene söz hakkı vermeyi baştan, kategorik olarak reddedemez. Ancak, tarihî tecrübe, özellikle Almanya ve İtalya’nın bedeli çok ağır hunharlık maceraları, -“Hitler seçimle geldi” olgusu- bu kategorikliği yeryüzü hayatına uygulamanın pek mâkûl davranış olmadığını gösterdiğinden, ilke bulanıklaşıyor. Ve demokrasiyi yıkmayı hedefleyene demokraside yer olmaması gerektiği akla o kadar uzak görünmüyor.

Buraya bir soru daha ekleyeceğiz. Önce şunu hatırlayalım: Siyasî hedeflerimiz, bize göre toplumun hangi ilişkiler içerisinde, nasıl yaşarsa daha mutlu olacağına dair iddialarımızdır. Yani toplumun bütününe yapılmış önerilerdir. Şüphesiz bazılarını kayırırken bazılarını rahatsız edeceklerdir. İşçilere hak isteyince patronların yüzü asılır. Bu hakları isteyenler, meşruiyetlerini ayrıcalıklara karşı, eşitlik yönünde adım atma gayelerine bağlarlar ki, bu, demokrasinin iddiaları bakımından geçerli bağlantıdır. Peki, ya toplumun bir kısmının mutluluğunun, öbür kısmının köleleştirilmesine, bazı haklarından yoksun kılınmasına, fiziken tecrit edilmesine, ülkeden atılmasına, nihayet, ortadan kaldırılmasına bağlı olduğunu iddia ediyorsak? Bizim mutluluğumuz için başkalarının temel haklardan, hattâ yaşama hakkından yoksun bırakılması gerektiğini öne sürüyorsak? Bu durumda demokrasi içinde bize yer var mıdır? Hele, bu ayrımcılık ve ezme-silme eylemlerini, görüş olarak savunmakla, önermekle kalmayıp fiilen uygulamaya da kalkışıyorsak? Diyelim, Sünni çoğunluğun selameti için Alevi katliamları tertipliyorsak? Türklerin yanında Kürtlerin ancak uşak olarak yaşayabileceklerini ileri sürüyor ve ırkçılığı toplum eğitiminin aslî unsuru kılıyorsak? Siyasî parti olarak örgütlenmiş, milyonlarca kişinin oyunu almış, parlamentoya üçüncü parti olarak girmiş bir örgütün üyelerini “itlaf edilmesi gereken haşereler” olarak nitelendiriyorsak? Nihayet, teşvik edilen, korunup kollanan, en azından göz yumulan katilin acımasızca hayatına son verdiği, ihtirasını tatmin edemeyip cansız bedenine bile kurşunlar sıktığı bir genç kadına “katli vacip” damgası vuruyor, onunla aynı meşrepten saydığımız binlerce başka insanın da aynı şekilde öldürülmesine çanak tutuyorsak?

MHP’nin Türkiye’nin siyasî hayatındaki yeri, önemiyle hiç bağdaşmaz şekilde, doğru dürüst tartışma konusu yapılmıyor. Devlet bünyesinde, toplumdaki desteğiyle orantısız şekilde temsil edilen, devletin silahlı güçlerini kendi militanı gibi davranmaya yöneltebilen bu parti, her dönemde, toplum çoğunluğunun selameti için bazı azınlıkların ortadan kaldırılmasını meşru çözüm yolu olarak gördü. Bu “ötekiler” ya kimliklerini terk etmek ya da imha edilmeye razı gelmek zorundaydılar. Her hâlükârda, toplumun bazı kesimlerinin doğuştan sahip oldukları özellikleri, giderek bunları taşıyan insanları gayrimeşru ilan etmek, toplum dışına itmek, böyle bir politikanın içeriği. Yani ırkçılık.

Türkiye’de sık sorulan soru, “terörle arasına mesafe koymayan” partinin demokrasi bünyesinde yeralıp alamayacağına ilişkin. Bizzat terör telkin edene, teşvik edene, yapana yer olup olmadığı, niyeyse, hiç sorun olmuyor. Veya cinayet, suikast, linç, katliam… terörden sayılmıyor.

Çünkü düzen bu unsuru, devlet böyle bir kanadı varsayarak kurulmuş; öyle anlaşılıyor. Seçilmemişlerin kitlesel temsil ve karar alma mekanizmaları üzerindeki tahakkümü, birçok belirleyici işin şöyle gönül ferahlığıyla yurttaş sıfatı bile verilmeyen ahali tarafından asla bilinmez ulaşılmaz yerlerde çevrilmesi, bu topraklardaki devlet-toplum ilişkisinin yapısal unsurları. Üstüste seçimler kazanarak gelenin, gücü yettiğinde ilk yaptığı, bu yapısal dayanakları tahkim etmek oldu. Yurttaş haysiyetini daha çirkin şekilde ezerek, yalandan demokrasiyi eskisinden de beter ederek. Memleketimizde sahici demokrasiyi andırır tek şey, onlarca sene doğru dürüst yapılmış, sonucu herkesçe kabullenilmiş seçimlerdi; onun da değerini beş paralık etmeyi, böylece memleket halkını kaderi üzerinde en ufak söz hakkı olmadığı duygusuna, sürekli hüsrana mahkûm etmeyi deneyerek.

Ola ki, yakın geleceğin belirleyici kuşakları arasında yurttaş haysiyetine sahip hayat sürmek isteyenler çoktur ve kaderlerini ellerine almak isterler. İşe yukarıda sıraladığım soruların en meşumundan başlamalılar: Toplumun bir kısmını imha etmeyi hedefleyenlere o toplumun siyasî hayatında yer var mıdır?

Yasal partinin binasına dalıp içerideki silahsız savunmasız insanı öldüren katile sahip çıkan, öldürülenin zaten öldürülmesi gereken biri olduğunu ilan eden, binlerce, on binlerce, belki milyonla insana “itlafı gereken haşarat” damgası vuran birilerinin yeri Meclis midir yoksa önce mahkeme, sonra hapishane mi?

Tabiî bir tür itlaf rejiminde değil onurumuzun çiğnenmeyeceği demokrasi ortamında yaşamak istiyorsak.