Defne Suman: Utanç ve suçluluk duygusu, hesaplaşmaya açılan kapıdır

Yazar Defne Suman'la 'Çember Apartmanı'nı konuştuk. Suman, "Utanç ve suçluluk duygusu yüzleşmeye, hesaplaşmaya açılan kapıdır" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Yazar Defne Suman'ın yeni kitabı 'Çember Apartmanı', Doğan Kitap tarafından okurla buluştu. Suman kitapta, bir dönemin İstanbul'unu, yavaş yavaş değişen dönem ve değerlerini, mekan, kent ve insan ilişkilerini yansıtıyor.

'Hayatta mühim olan başından ne geçtiği değil, senin neyi hatırladığın ve onu nasıl hatırladığındır'... 'Çember Apartmanı', Marquez'in bu cümlesiyle başlıyor ve okuyucu 75 yaşında Rum Periklis Drakos'la tanışıyor. Karantina günlerinde hayatını kaleme almaya başlayan Bay Periklis, eskinin Beyoğlusunu, 6-7 Eylül olaylarını, Varlık Vergisi'ni, 1964 Sürgünü sırasında kendisinin, ailesinin ve çevresinin yaşadıklarını anlatıyor.

Defne Suman'la 'Çember Apartmanı'nı konuştuk.

Perikles, Antik Yunan Atinası’nı oluşturan, demokrasiyi geliştiren bir devlet adamı. Kitaptaki Periklis’te sağduyulu, kendiyle aynı fikri benimsemeyenleri bile önce anlamaya çalışan biri. Bilinçli bir tercih mi oldu? 

Daha en baştan Tarlabaşı’nda eski bir apartmanda geçen bir kitap yazmak istediğimi biliyordum. Beyoğlu apartmanlarına dair kitapları karıştırmaya başladım. Hasan Kuruyazıcı’nın ‘İstanbul’un Rum Mimarları’ adlı eseri elimin altındaydı. Oradaki binaların fotoğraflarına bakıyor, İstanbul’u kendine yurt edinmiş mimarların hayat öykülerini okuyordum. Periklis Fotias’ın adına o kitapta rast geldim. Heybeliada’daki Ruhban Okulu da dahil olmak üzere İstanbul’daki pek çok binanın mimarıydı. İlk başta onun torunu tarafından anlatılan bir hikâye mi kaleme alsam diye düşündüm. Yunanlarda torun, dedenin adını alır. Karakterin ismi Periklis olarak belirdi böylece. Sonradan ünlü mimar Periklis’i romana sokmaktan vazgeçtim. Shakespeare’nin 'Pericles' adlı oyunu o sırada dikkatimi çekti. Antik Yunan’da, şehir devleti olan Atina’yı yöneten Perikles’i araştırmaya başladım ve azınlık-yurttaşlık gerilimini konu alan bir romana daha uygun bir kahraman bulamayacağımı neşeyle fark ettim.

MÖ 495-429 yılları arasında yaşamış ve Atina’nın Altın Çağı’nın yaratmış olan Perikles, yurttaşlık kavramını da Antik Yunan medeniyetine sokan devlet insanıydı. 'Çember Apartmanı’nda da yurttaşlık, milliyetçilik, bir ülkenin azınlık yurttaşı olmak gibi meseleleri ele aldım. Romanı bir İstanbul’un kaybı hikâyesi olarak kurmak istediğimden anlatıcım yurdunu İstanbul olarak belleyen bir Periklis oldu.

Kitaptaki Çember Apartmanı, Kaymakçalan, Temrin Yokuşu aslında yok, kurmaca ama okuyucu diğer mekanların var olması nedeniyle araştırıyor. Bu ilgiyi canlı tutmak, okuyucuya bunu okuyorsan araştırmalısın duygusunu da yaratmak için mi?

Hayır. Doğrusu aklıma gelmemişti bu ama iyi fikirmiş. Ben kurmaca dünyanın her ne kadar gerçekten esinlense de kendine has özellikleri ve kurallarıyla bağımsız bir dünya olduğunu hatırlatmak için Çember Apartmanı ile onu çevreleyen sokakları hayalimden uydurdum. Kaymakçalan Sokak hayali ama Tarlabaşı gerçek. Kitapta Bedrettin Dalan da var, Ara Güler de… Onların yanlarında Periklis, Ülker, Leyla, İsmini Hala…

Kurmacalar hayallerimizden kurulur. Fonda gerçek dünya vardır. Tatları da bu melezlikten gelir. Kurmacanın gerçeğe birebir uyması gerektiğini düşünen zihniyetle de inceden dalga geçmek istedim galiba!

Çember Apartmanı , Defne Suman, 352 syf., Doğan Kitap, 2022.

Rum denince hemen aklımıza yaşı geçkince bir kadın imgesi gelir deyip, Rum bir erkekten yola çıktığınızı, algıyı değiştirmeye çalıştığınızı söylüyorsunuz. 75 yaşında bir erkeği yazmak nasıl bir histi? Karaktere nasıl çalıştınız, zorlukları nelerdi?

Evet, ters köşe yapmak istedim. İsmini Hala gibi Rum kadınları İstanbul’da hâlâ görebiliyoruz. Kadınlar daha uzun ömürlü, daha dayanıklı olduğu için mi, yoksa kocaları sürgün edilirken onlar İstanbul’da kalmayı seçtikleri için mi, bilmiyorum. Tarlabaşı’nda, 75 yıl tutunabilmiş bir erkek, bu hikâye için bana daha uygun geldi.

Periklis’i yazmanın en zor kısmı aşk kısımlarıydı. 75 yaşında bir erkek, genç bir kadını nasıl arzular? Cinsellikle ilişkisi nasıldır? Zaten daha en başta, Periklis’in dostu Berin ona bunu soruyor: Soyunup yatağa nasıl gireceksin Periklis? Yatağa girdin diyelim, neyi, ne kadar yapabileceksin? Ben 48 yaşında bir kadın olarak 75’ine varmış erkeklere bu soruları kolaylıkla soramadım. Bu yüzden de romanlara baktım. Marquez’in ‘Benim Hüzünlü Orospularım’ ve ‘Kolera Günlerinde Aşk’ı hayatının son çeyreğine varmış bir erkeğin hayatındaki cinsellik ve tutkuyu anlamamı kolaylaştırdı.

'METE TAPAN, ÇEMBER APARTMANI'NI ÇİZDİ'

Tabii burada Mete Tapan, Herkül Milas’tan bahsetmemek olmaz. Bu iki isme danıştığınızı söylüyorsunuz. Biraz bu fikir alışverişinden bahsedelim mi?

Evet, her iki hocam da bana çok yardımcı oldular. Herkül Milas bana 1964’teki sürgünleri, içeriden yaşayan biri olarak anlattı. Kimlerin nasıl sürüldüğü, geride kalan mallar hakkında süregiden mahkemeleri, teknik detayları ondan öğrendim. Eşi Bayan Evi de bana Tarlabaşı’ndaki okullar, Harbiye’deki, Beyoğlu’ndaki partiler, kulüpler, okul çayları hakkında bilgi verdi. Onları yan yana eski İstanbul’u konuşurken dinlemek çok zevkliydi. Herkül Hoca, Demir Özlü’nün eski dostuydu. Kaleme aldığı askerlik anılarını benimle paylaştı. Periklis’i yaratırken ondan çok ilham aldığımı söylemeliyim.

Mete Tapan ise hayatını İstanbul’un korumasına adamış bir yüksek mimar ve benim babam. 1986’daki Tarlabaşı yıkımları sırasında ben 12 yaşındaydım. Evin içinde bir yas, bir dehşet havası estiğini hatırlıyorum. Mete babama bu yıkımlar çok ağır gelmişti. Ben çocuk olarak onun üzüntüsüne tanıklık etmiş, sekiz şeritli bulvar açılırken çok önemli bir şeyi yitirdiğimizi anlamıştım. Daha sonra Nokta dergisi de Tarlabaşı yıkımları sırasında evsiz kalan yaşlı Rumların çarpıcı fotoğraflarını bastığı bir özel sayı yayımladı. 'Çember Apartmanı’nı yazarken hem 1986 yıkımları hakkında ona sorular sordum hem de vakıf şerhi, anıtlar kurulu, çürük raporu gibi teknik konularda ona danıştım.

İşin en zevkli kısmı Mete Tapan ile 'Çember Apartmanı’nın planlarını çizmekti. Yüksek mimar Mete babam, Nejat’ın pavyona çevirdiği bodrum katından, Berin’lerin çatı katı dairesine, Periklis’in Fransız balkonlarından, arka odaların baktığı komşu avlulara kadar her şeyi ince ince düşündü. Çember Apartmanı’nı kâğıt üzerinde karşımda görmek yazarken işime yaradı. Dairenin planlarına bakarken, kurmaca yaşam üçüncü boyutuna kavuştu. Aklıma hikâyeyi derinleştirecek ve çekirdeğine hizmet edecek yeni bölümler geldi.

Çember Apartmanı dış cephe

PERİKLİS’İN GERÇEK AŞKI İSTANBUL

Periklis, Beyoğlu’nun bunca yıkımına, ailesinin Rum olduğu gerekçesiyle dağılmasına, Yunanistan’a gitmelerine, başına gelen onca şeye rağmen bu şehirde kalıyor ve direniyor. Periklis’in bu kitapta yaptığı hepimizin yapması gereken haksızlık karşısında inadına savaşmak mı?

Periklis de her genç gibi fevri kararlar alan bir delikanlı. 1964’de Yunan pasaportu taşıyan babası sınır dışı edilir, annesi de onunla beraber yurdu terk etmeye zorlanırken Eczacılık Fakültesi’nde okuyan Periklis, İstanbul’da kalıyor. Okulu bitirince Atina’ya onların yanına gideceğine söz veriyor ama sonra sözünü tutmuyor. Başlarda bunun Ülker yüzünden olduğunu sanıyor. Ülker’in aşkı için İstanbul’da kaldığına inanıyor. Ancak 40’lı yaşlarına geldiğinde İstanbul’da kalma konusundaki direnişinin ardında yatan dinamikleri sorguluyor ve aslında bunun bir mücadele olduğunu anlıyor. Aşk, Ülker hep bahane. Periklis’in gerçek aşkı daima İstanbul olmuş. Ondan ayrılmamak için verdiği mücadele bir yana, ona saldırılmaması için de çaba sarf ediyor.

'DİLİMİZİ DEĞİŞTİRMEK GEREK'

6-7 Eylül olayları, İstanbul’dan sürülen Rumlar benim ve benim gibi birçok Türkiye vatandaşının empati yapıp kendimizi kötü hissettiğimiz konular. Bu kötü hissetme hali sizce hafifler mi? 2014’teki 20 Dolar ve 20 Kilo sergisini bunun için önemli bir adım olarak görebilir miyiz?

Utanç ve suçluluk duygusu yüzleşmeye, hesaplaşmaya açılan kapıdır. Kendimizi kötü hissettiğimiz, ağırlaştığımız için yazma gücünü içimizde buluyoruz. İstanbul’un Rum cemaatini yitirmesini çok ağır bir kayıp olarak içimde taşıyorum. Bu konuları, bilmemek, merak etmemek, terk edilmiş bir binanın, etrafındaki dikenleri telleri her sene yükselen bir Rum kilisesinin önünden geçerken onu görmemek, parçalanmış mezarlardan etrafa saçılmış kemiklere karşı duyarsız kalmak bizim suçumuz. Tam da o yüreğimizi ağırlaştıran yerden değişebiliriz. Görüp tanıyarak, hafızayı taze tutarak…

Bir de dilimizi değiştirmek gerek. İstanbullu Rumlar için “gittiler” fiili yerine kovuldular ya da sürgün edildiler demeye başlayabiliriz. Bir tane bile İstanbullu Rum kendi isteğiyle, kendi rızasıyla şehrini “Poli”sini bırakmaz. Bu kadar muhabbetle sevilen bir şehirden kovulmanın nasıl bir kayıp olduğunu kulak vererek ve dile getirerek anlayabiliriz. Bu bağlamda evet, 1964’ün 50. yılı münasebetiyle açılan 20 Dolar ve 20 Kilo sergisi, sergi etrafında gerçekleşen etkinlikler ve sonradan basılan kitap çok önemlidir. 'Çember Apartmanı’nda da bahsi geçen, Periklis’ten anılarını yazmasını rica eden İstos Yayınları da İstanbul’un bu ağır kaybıyla yüzleşmemizi sağlayan kitaplar hazırlıyor, kozmopolit İstanbul hafızasını taze tutabilmek için sağlam eserler üretiyor. Onların çalışmalarını da değerli buluyorum.

Bu romanın diğer kitaplarınız arasındaki yerini çok merak ediyorum. Farkı ne sizin için?

Tepeden tırnağa bir İstanbul kitabı olduğu için 'Çember Apartmanı’nın yüreğimde özel bir yeri var. Ben bu kitaba ‘Emanet Zaman’ın İstanbul versiyonu yazmak niyetiyle başlamıştım. İzmir yangını nasıl ki kozmopolit İzmir’in sonu oluyor, İstanbul’da da 1964 Sürgünü ve 1986 Tarlabaşı yıkımları şehrin nüfusunu kökten değiştiriyor. Elbette şöyle bir gerçek var: İzmir kozmopolit nüfusunu bir gecede yitiriyor, tek sesli, tek renkli, milliyetçi bir kente dönüşüyor. İstanbul’da daha yavaş ve birden fazla krizle dönüşüyor. 6-7 Eylül, 1964 sürgünleri, 1986’daki Tarlabaşı yıkımları gibi şiddet olayları eski İstanbul’u yok ediyor. Tarlabaşı’ndaki yıkım sahnelerine Levanten kız kardeşleri bilerek koydum. Hilmi Etikan’ın yönettiği "Tarlabaşı Tarlabaşı" (1989) adlı belgeselden aldım o iki karakteri. Bir gecede evsiz kaldıkları doğruydu. İstanbul’un büyük dönüşümü esnasında Levanten İstanbul’un da yok olduğunu hatırlayalım istedim. Uzun lafın kısası çocukluğundan beri eski İstanbul’un hayaletini Beyoğlu geçitlerinde aramış biri olarak bu kitabın yüreğimdeki yeri çok özel. ‘Saklambaç’tan beri kitaplarıma sızan eski İstanbul düşü ‘Çember Apartmanı’nda tamama erdi.

Çember Apartmanı giriş(solda), Periklis daire planı (sağda).

'Emanet Zaman' İzmir’in, 'Çember Apartmanı' İstanbul’un mekan, bellek üzerine yok oluşunu anlatıyor. Siz diyorsunuz ki ‘Acıyı paylaşmak, ağıt yakmak istedim’. Kitaplarınızı okuyanlar duyarlı ve aynı hissi paylaşan insanlar. Bu kitaplar sizce bu yok edici kesimde ya da buna izin verenlerde farkındalık yaratır mı?

Benim ilgilendiğim kesim kitaplarımı okuyan o duyarlı kesim. Çünkü orada da yapılacak çok iş, dönüşmeyi bekleyen zihniyet var. Demin sözünü ettiğim gibi dili değiştirmek, tarihi öğrenmek, ezber söylemlere kafa tutmak, tarihe bir de şu taraftan, siyasete bir de bu taraftan bakabilmek… Yeni bir dil, yeni bir zihniyet üretmeye hepimizin katkısı olabilir. Bir yandan 6-7 Eylül olaylarına dertlenir, o utancı yaşarken diğer yandan medyanın kışkırttığı düşmanlığı sorgulamadan benimsemek, televizyonda duyduğumuz bir haberin yüzde 100 doğru olduğuna inanmak aslında yok eden ve yıkan kesimlere bir anlamda dahil olmak anlamına geliyor.

Örneğin, ‘Emanet Zaman’ı ya da ‘Yaz Sıcağı’nı okuyan bir okur tüm iyi niyetiyle gelip ‘Benim babaannem de mübadele ile Kavala’dan, Selanik’ten, Girit’ten gelmiş’ diyor. Bu masum cümlenin içinde birçok duyarsız nokta var aslında. Benim kitaplarım 1924 nüfus mübadelesinden hiç söz etmiyor ki. Can havliyle köyünü, şehrini, kedisini köpeğini terk etmek zorunda kalan bir nüfustan söz ediyorum ben. İzmir’in, Trabzon’un, İstanbul’un Rumlarının çektiği zulmü mübadeleyle karıştırmak ve hatta karşılaştırmak, gayrimüslimlere karşı yürütülen şiddet olaylarını görmezden gelmek. Türkiye Cumhuriyeti’nin tek millete ait bir vatan kurma projesindeki adaletsizliğe bakabiliyor muyuz? Çünkü bu adaletsizlik hâlâ bizimle beraber. Dışarıda değil, kendi içimizde. Onu fark etmeden yeniden üretiyoruz kimi zaman. Ben kendimin de dahil olduğum bir kesimin kör noktalarına düşen bu tarz şeylere kafa yoruyorum.

Narmanlı Han da romana mekan olan yapılardan. Mekanla ilgili olarak "Eskiden sanatçılara ve sanatsal etkinliklere mekan olurken şu an plastikleşti, tüketim alanına döndü" diyorsunuz. Mekandaki bu değişim kentin ve vatandaşın değişimiyle de paralel. Bunu vurgulamak okuyucunun canının daha çok yanmasına ve umutsuzluğa kapılmasına yol açmıyor mu?

Narmanlı Han’da benim çok tatlı anılarım vardır. Arkadaşım Ara Koçunyan’ın ailesinin çıkarttığı Jamanak gazetesinin ofisi oradaydı. Lisedeyken onu ziyarete giderdik. O avluda, kedilerle sarmalanmış bir halde otururken her yer bana edebiyat, şiir, müzik, sanat kokuyormuş gibi gelirdi. Eskinin inceliği ve zarafetinin Beyoğlu’na geri döneceğine inandığımız bir dönemdi. Belki bu anılar yüzünden Narmanlı Han başta olmak üzere, Emek Sineması’nın içinde bulunduğu Grand Pera Cercle D’orient Pasajı da dahil Beyoğlu’ndaki pek çok eski binanın orijinalindeki özenli işçiliği yok etmek pahasına sözde restore edilmesi ve sonra tüketim mekânı olarak bize sunulması içimi yakıyor.

Şunu da söylemek isterim ki, biz yazarların okurların gönlünü hoş tutmak, onlara kendilerini iyi hissettirmek gibi bir misyonu yok ve fikrimce olmamalı. Ben okurlarımın olumlu duygularla dolmalarından ziyade hissetmelerini tercih ederim. Matemi, üzüntüyü, neşeyi, ümidi, çaresizliği, sevinci… O denli yüzeysel, o denli plastik bir çağda yaşıyoruz ki, bizi ağlatan bir film veya dünyadaki dehşetin boyutlarına ışık tutan bir roman bile bizi uyuşukluğumuzdan çıkardığı için anlamlı ve kıymetli oluyor.