Dedem, Neşet Ertaş ve Abdallara Kalan ‘utanç’
Çocukluğun tarihi yaralarla yazılıyormuş, yıllar sonra okuduğum kitaplardan öğrendim. Şimdiyse betona bakarken anlıyorum o bahçedeki divanın nelere dayandığını… Nusret Taşan “Gökyüzünde Bölük Bölük Turnalar”ı söylüyor bir yandan. Davulla zurnanın türküye girdiği an başımı göğe kaldırıyorum. Yok. Dedem de turnalar da yok. Bölük bölük bölüyor dert beni. O gün hepimiz yüzüne baktık. Hiç kimse “Seni kim dövdü?” diye sormadı.
Fethiye. Sarı yaz. Derme çatma evin önü. Çocukluğa döndüğüm o an.
Büyük dedem nam-ı diğer Kemal Çavuş’un önünde zurnası, yanında yeni bitirdiği hasır sepeti. Yüzü buruş buruş. Zayıf, kara, saçları beyaz. Kirli sakallı. Saçları yer yer dökülmüş. Altı köşeli kasketiyle saklardı. Bugün takmamış.
Zurnasını temizlerken gözü başka bir şey görmüyor. Gövdesinin ufacık olduğunu biliyordum; ciğerlerinin kocaman olduğunu ise zurnasına üfleyince anladım.
İstanbul. Garip bir sonbahar. Yeni yapılmış bir binanın betona bakan balkonu. Çocukluğumu hatırladığım o an.
Türkiye’nin kültür tarihine ve ötekilerin sanatının görünür olmasına yaptığı katkıyla her zaman saygıyla hatırlanacak olan Kalan Müzik’in son çalışması “Abdallara Kalan” albümünü dinliyorum. 3 saat 55 dakika, 46 eser.
Bu andan sonra eskisi olmak mümkün değil. O yaza sığınacağım. Belki üzerimden bir utanç da kalkar.
SESİN HAFIZASI
Yıllar önce Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hazırladığı “Abdallar” belgeselinde görüyorum dedemi. Aynı evin önünde, yüzü yine eski, gömleği ütüsüz, ucuz bir kumaştan.
“Ben çalgı çalıyorsam hürriyetimi çiğnetmem, şerefimi sana engelletmem. Ne yapmam lazım? Olgunluğa gitmek gerek. İşte Abdalın manası budur” diyor.
Midemde bir kramp. Tanıdık bir ağrı. Utanç. Albümde Birol Ertaş’ın seslendirdiği, “Kara Kaderlim / Dertli Anam” çalıyor. Neydi bu utanç?
Birkaç şehir dolaşmam gerek, uzun geceleri hatırlamalıyım ve ölümleri. Murat Özyaşar yazmıştı:“Eve dönerken kendi kendime söylediğim sözlermiş doğru olan.” Ancak böyle varabilirim sabaha.
Bahçedeki divan. Sepet örüyor dedem. Yüzü gözü şişmiş. Yanına yanaşıyorum. Dün akşam düğüne gitmişti. Belki gazoz alır, birlikte içeriz. Hava da sıcak, yaylalara çıkamadı daha. Sessiz, gözlerini dünyadan kaçırıyor. O sene kimsenin tadı yok. 17 Ağustos depremini hayal meyal hatırlıyorum. Dedemin yüzündeki yaralarıysa hiç unutamıyorum. Divanda, kamburu çıkmış otururken kaderini kabullenişi kağıt kesiği gibi bir sızı.
Çocukluğun tarihi yaralarla yazılıyormuş, yıllar sonra okuduğum kitaplardan öğrendim. Şimdiyse betona bakarken anlıyorum o bahçedeki divanın nelere dayandığını… Nusret Taşan “Gökyüzünde Bölük Bölük Turnalar”ı söylüyor bir yandan. Davulla zurnanın türküye girdiği an başımı göğe kaldırıyorum. Yok. Dedem de turnalar da yok. Bölük bölük bölüyor dert beni. O gün hepimiz yüzüne baktık. Hiç kimse “Seni kim dövdü?” diye sormadı.
YAĞMURA BULANMIŞ YAZ…
Eve ve o yaza dönebilmek için soğuk morgları anlatmalıyım.
Amcam bir anda öldü. Sarı ışık yeşile döner gibi. Pazar akşamı pazartesi sabahına bağlanır gibi. Yazın yaylaya çıkmaya niyetlenmek gibi. Durduk yere.
Sonra dayım öldü. Kalbi durmuş. Haberi aldığımda göğsümü neşterle deştiler sandım. Küçüldüm, ufaldım.
Dayımla amcam iyi arkadaştı. Aynı mahallenin çocuklarıydılar, solculardı. Dayım öğretmen, amcam işçiydi. İkisi de kaybolmuş bir kuşağın temsilcisiydi. İyi ki dedem onlardan önce gitmişti bu dünyadan. Kaldıramazdı. Ben de kaldıramadım, esmer nefeslere sığındım.
Taşan Kardeşler’ “Bugün Ayın Işığı”nı çığırdı:“Kara poşuna gurban / Çatık kaşına gurban / Yalınız sana değil de / Arkadaşına gurban.”
YAYLALARIN SARISINI NASIL ANLATACAĞIMI BİLEMEDİĞİM SOFRALAR…
Kitaplardan öğrendim. Barış Bıçakçı, “Hareket etmezsen acı üzerinde birikir” diyor.
Yürümeliyim. Abdal başka türlü yarasına merhem olamaz.
Yolun sonu yaylalar. Yüzümü Fethiye’nin dağlarına çevirmeliyim. Tepeyi aştığımda bir ova karşılayacak beni. Sapsarı. Karanfil, suya değdiği zaman nasıl güzelleşirse öyle güzelleşeceğim oraya varınca.
Biliyorum, ovanın kenarında bir su akıyor. Hemen yanı başında sıra sıra söğüt ağaçları. Serinleyecek içim. Çok büyük bir sofra kuracağız. Dedem, amcam ve dayım… Kimse ölmemiş olacak. Esmer yüzümüzden utanmayacağız. Bağlamalar, zurnalar, davullar çalacak. Neşet Ertaş’ı anacağız. “Gün ağarınca Abdal Musa’ya gidelim” diyecek dedem. “Adağım var”. “Yüce dağları aşan yollar bizimdir” diye ünleyecek içimizden biri. Kadehler dolacak. Serin bir rüzgar esecek. Gün, geceye doğru yudum yudum akacak.
Sonrası hep özleyeceğim o sarı yaz olacak.
Dünyanın rengine kandığınız bir Pazar dilerim…