Davacıyım!

Aylarca üzerimdeki bedenleri, kanı yıkayamadım. Kendimi hiçbir biçimde sağaltamadım. Yıkayamadığım kıyafetlerimi suda beklettim bir gece. Sabah o suyu sarmaşığın dibine döktüm. Hala yaşıyor sarmaşık.

Google Haberlere Abone ol

Nursel Demir

Bugün 10 Ekim. Tam sekiz yıl önce sadece ‘barış' demek için oradaydık. Tandoğan’da, tam tren garının önünde. 

Yürüdük birlikte gittiğimiz arkadaşlarla. Şarkılar, anılar, fıkralar sabaha kadar sürdü.  

Değil mi ki barış diyeceğiz, yaşama hakkı diyeceğiz, savaş savaşanlara değil savaştıranlara kazandırır diyeceğiz. 

Korteji oluşturacağımız yere doğru ilerlerken simitçi çocuktan simitlerimizi aldık ki o simit hala boğazımda duruyor. 

Aksilik mi yoksa fazladan hayatta kalmamı sağlayan bir şans mı bilemediğim bir neden bu ya telefonumun şarjı bitmek üzere.

Bursa’dan arkadaşlarımla karşılaşıyorum. Ayak üstü sohbet, kucaklaşmalar. Şarjım az dedim. Kortej oluşsun buluşuruz yine. 

Saat 10 olmak üzere, gençler halay çekiyor. Aralarına karışıyorum ama arkadaşlarımın yanına dönmem gerekiyor. 

Dönüyorum. Beş dakika. 

Sadece beş dakika. 

Ayaklarım yerden kesiliyor, sağa doğru uçuyorum. 

Kulaklarım sağır. 

Her yanım kan kokuyor. O kan ve barut kokusu hala hiç gitmiyor burnumdan. O gün orada olan bir arkadaşım sekiz yıldır hala koku almıyor. 

Yerden kalktığımda gördüğüm manzaranın gözümün önünden hala gitmediği gibi. 

Üzerime, barış isteyenlerden bunca korkanların nefretiyle parçaladığı bedenler yağıyor. Önce nasıl bir inkarsa; yağanların ölü kuşlar olduğunu düşünüyorum, gördüğüm gerçeğe rağmen. 

İlk şoktan sonra alandan çıkmalıyız hep beraber diye düşünüyorum. Geri dönüyorum, geldiğimiz yola bakıyorum.  Sırt çantama yapışmış arkadaşım, yürüyemiyor. Bacağı yaralı. Şarapnel saplanmış. Yardım et bana diyor. Bırakma beni. Bakıyorum arkadaşımın yeğeni de bizimle. O da şokta. Gar’ın demirlerine doğru koşmaya çalışıyoruz. Bacağın durumu kötü. Bir doktor turnike yapıyor.  

Bu arada bir polis otosu hızla alana giriyor. Silah sesleri. Birkaç silahtan on beş, yirmi el silah sıkılıyor.  Sarılmışız birbirimize; sarılarak nasıl korunacaksak mermilerden bilmiyorum ama titriyoruz, korkuyoruz, öfkeliyiz… 

Orada, yerlerde parçalanmış bedenler var. Polis otosunun parçalanmış bedenlerin üzerine aracı sürmesinden deliye dönüyoruz.  

Hala hatırlamadığım bir telefon konuşması yapmışım kardeşimle. Orada yarım saatten fazla kaldığımızı böyle öğreniyorum. Yoksa bana sadece beş dakika gibi geliyor. Yaralı arkadaşımın bacağına bir hekim turnike yapıp, 15 dakika içinde bir hastaneye gitmemiz gerektiğini söylüyor. 

Bir kişi bize yardım ediyor kavşağa iniyoruz. 

Hiçbir araba bizi almıyor. 

Hiçbiri.

Bir taksi buluyor o adam bize. 

*** 

Aylarca üzerimdeki bedenleri, kanı yıkayamadım. Kendimi hiçbir biçimde sağaltamadım. Ta ki çözüm buluncaya kadar. Yıkayamadığım kıyafetlerimi suda beklettim bir gece. Başında oturdum ve suya karışmasını izledim. Sabah o suyu sarmaşığın dibine döktüm. Hala yaşıyor o sarmaşık. Kıyafetlerimi yıkadım giydim ve Ankara’ya gara gittim. Aylar sonra ilk kez ağlamayı başardım.

*** 

Tam sekiz yıl önce… Günlerden 10 Ekim... Yer Ankara Tren Garı. 

Kimseye unutturmayacağız! 

Davacıyım. 

Yapanlardan, yardım edenlerden, göz yumanlardan, sessiz kalanlardan, kapısını açmayanlardan, kafasını çevirenlerden, gülenlerden, gidenlerden, hiçbir şey hissetmeyenlerden…