YAZARLAR

Dar alanda kısa paslaşmalar: Muhalefetin gelecek korkusu

Gelecek korkusu, birinin kendi zamanının çoktan geçtiğini fark ettiği için yaşadığı bir sarsıntı. Zamanın geçmesinden ya da geleceğe ilişkin bir belirsizlikten kaynaklanmıyor.

İktidar partileriyle ana akım muhalefetin ortak noktası ne? Niye bu denli birbirlerini yansıtıp duruyorlar? O alelacayip kırmızı çizgileri nasıl icat ediyorlar? Bu sorular lüzumsuz gibi geliyor ilk bakışta. Öyle ya, çoğunluğu aynı kaplardan beslenerek büyüyüp serpildi ve şimdi o kaplar tekelleştirildiği ve kendilerine pay verilmediği için muhalefetteler. Fakat bu cevap kimseye, özellikle de partili olmayan muhalefete hareket alanı açmıyor. Eğer bu açmazdan siyasi mekanizmaları işleterek, onların sınırlarını zorlayarak, siyasetin aksını değiştirerek çıkacaksak -öbür türlüsü tam olarak çıkmak olmayabilir- ana akım siyasi partilerin aynı ve belli ki zehirli kaplardan beslenmelerinin sebep olduğu marazları da bulmaya çalışmamız lazım. Bizim işimiz mi bu demeyin? Siyasetin, devletin ve bürokrasinin yoldan çıkmasını engellemenin başlıca yöntemi, yurttaşların bu işlere kafa yormalarıdır, hele böylesi kriz dönemlerinde. Siyasetçileri ve partileri fazla kendi başlarına bıraktığımız, onların sorunun kaynağı değil, çözümü oldukları yanılsamasına kapıldığımız için her biri, hem ayrı ayrı hem birlikte çürüdüler ve bu açmaza girdik. Onları ve kendimizi bu açmazdan siyasi partilere örgütlü toplumsal talep vitamini zerk ederek çıkaracağız. Başka yolu yok!

SİYASETİN SINIRLARI

Eşkenar olmayan bir küpü andıran ve ana akım partileri birbirlerinin kopyası kılan, dolayısıyla siyasi alternatifleri azaltan, toplumun en dinamik kesimlerini siyasetten soğutan bu açmazın birinci sınırı, partili olmayan muhalefetin alanının iyice daralması. Muhalif olarak sokağa, hatta yaşam alanınız olan doğaya hak, adalet ve demokrasi talep etmek üzere çıkıp da polis dayağı yemeden ya da fişlenmeden eve dönmenin bir yolu yok artık. İnsanlar korkuyorlar. Haklılar. Toplumun müşterek çıkarları hariç her şeye hizmet etmekte olan ceberrut bir devlet karşısında yalnızlar. Bunu biliyorlar ama gene de vazgeçmiyorlar. O inatla vazgeçmeme hali tutunabildiğimiz yegâne umut. Toplumsal muhalefet aktörlerinin devlet karşısında yalnız olmalarının sebebi sözüm ona muhalefette olan siyasi partilerin hak, adalet ve demokrasi arayışında olanlarla dayanışmaktan korkması ya da bu dayanışmayı oya çevirme fırsatçılığının işaret ettiği bir kibrin ötesine geçememesi. Bu kibrin altında ise kocaman bir özgüvensizlik yatıyor: “İkna edicilikten uzak olduğumu biliyorum, bu yüzden gayret etsem bile bu insanların oylarını alamam, o zaman kendimi neden yorayım, bana destek olana ben de destek olurum. Ama benim desteğimin kimseye bir faydası olmuyor, Meclis’i bile çalıştıramıyorum. O zaman köşemde mızmızlanmak en iyisi.”

İkinci sınır, ana akım muhalefet partilerinin kırmızı çizgilerinden oluşuyor. O çizgileri çizen de kendileri değil, iktidardaki Cumhur Koalisyonu. İktidarın işine yarayacak üç-beş konu hariç hiçbir konuda ne söz ne siyaset üretiyorlar. Kırmızı çizgilere hapsoldukları için siyasi özne niteliği kazanıp iktidar talep edebilmelerinin tek yolu da bu mahpusluktan çıkmak. Fakat korkuyorlar. Onlar da haklı korkmakta. Çünkü iktidar koalisyonu ile aynı zehir dolu kaptan beslendikleri ve başka besi kaynağı hayal edemedikleri müddetçe o çizgilerin dışına çıkmak, aç ve çıplak kalmak demek. Hepsi, hiç yoksa zihniyet örüntüleri itibariyle, tamamen eski ve parça pinçik olasıya değin yıpranmış bu siyasi ekiplerin hayal güçleri, apaçık gözlerinin önünde duran başka beslenme kaynaklarına ulaşacak yolları bulmalarına yetmiyor. Bu nedenle toplumu/seçmeni yeni bir şeyler önerdiklerine de, önerdikleri şeylerin yeni olduğuna da ikna edemiyorlar. Dahası, yukarıda sözünü ettiğim kibirli fırsatçılıkları yüzünden o kadar ikircikliler ki her söylemlerinde, seçmenle aralarında güven de tesis edemiyorlar. Korkularında haklı olmaları, güttükleri bu kapalı devre siyaseti haklı çıkarmaya yetmiyor. Siyasetlerinde haksızlar. Onları kırmızı çizgilerin ardındaki hapishaneden çıkarıp özgürleştirecek olan da seçmenler. Ama seçmenleri ile aralarında teşkilatları var. Her biri, bulundukları yerelde, kendiliğinden düşmekte olan iktidarı ikame ederek o rant kanallarını ele geçireceği fantazisiyle kavrulan teşkilatlar. Şu hâlde liderlerin bir türlü nüfuz edemedikleri teşkilatlara, kazın ayağının hiç de öyle olmadığını hatırlatmak da yine seçmenlere düşüyor.

Üçüncü sınırı, “bizim toplum şöyledir, böyledir” yollu önkabuller oluşturuyor. Birkaçını sıralayayım: “Türkiye toplumu muhafazakârdır. Karşısında karizmatik bir lider görmek ister. Eşitlikçi politikalardan haz etmez. Siyasi partileri bizatihi kendisinin çıkar arayacağı yerler olarak görür. Hele özeleştiriden hiç anlamaz, zayıflık olarak telakki eder.” Hemen tercüme edeyim bu önkabullerin aslında ne manaya geldiklerini. Size bu argümanlarla gelen bir siyasetçi ya da parti danışmanı aslında şunları söylemek ister: “Ben muhafazakârım, çünkü garanticiyim, önem verdiğim tek şey kendi çıkarlarım. Karizmatik bir lider bulup siyasi sorumluluğumu ona yüklemek istiyorum, ya da lider bensem sorgulanmamayı talep ediyorum, çünkü ne verdiğim sözlerin ne de geçmişimin arkasında duracak özgüvenim var. Bu halkı ikna edecek tek bir düşüncem, fikrim yok, o yüzden size vaad edebileceğim şey hepimizi topyekûn çürütecek direkt çıkarlardan, yani bana oy verenlere sunacağım imtiyazlardan ibaret. Özeleştiri yapacak cesaretim yok, hem yaptığım hataları ve ortağı olduğum suçları itiraf edersem, kim beni niye seçsin? Ben seçer miydim ki kendimi?” Bu önkabullerin toplumla siyasi partiler arasında oluşturduğu güven sorunu yalnız muhalefet partilerinin değil Cumhur Koalisyonu’nun da en önemli açmazı. Muhalefetteyken kaçak güreşmek ve kat’a kendisinin, teşkilatlarının işlerini şeffaflaştırmamak, iktidardayken kendisinden hiçbir şeyin hesabının sorulmayacağı otoriter idare yordamlarına sığınmak için icat ettikleri söylem odaları bunlar. Onlar için sığınak olan saçma sapan, toplumu küçümseyen, özgüvensizliklerini kibir maskesi ile perdeledikleri bu odacıklar, dirençli kadın hareketiyle ve gençliğiyle göz dolduran bir toplum için devasa ve kapkaranlık bir zindan.

BELİRSİZLİKTEN DEĞİL, KESİN BİLGİDEN KORKU

Dördüncü sınır, önceki üç sınırın oluşturduğu teneke küpün üzerine yerleştirilen ağır bir rögar kapağını (1) andırıyor: Onun adına da gelecek korkusu diyecek ve üzerinde biraz uzunca duracağım. Bu korku hakkında kafa yormaya başladığımda önce chronophobia mı bu acaba diye düşündüm. Okudukça tam olarak o olmadığını fark ettim. Semptomları (panik, endişe ve kapalı yer korkusu; atak zamanlarında titreme, nefes darlığı, aşırı terleme ve düzensiz nabız) benzese de iki korkunun sebepleri farklı. Chronophobia zamanın geçmesinden duyulan korku. Mahpuslarda ve yaş almışlarda sıkça karşılaşılıyor, pandemi esnasında yaş gruplarında, her meslekten insanda görülmeye başlanmış. “Zaman geçiyor ve ben her şeyi kaçırıyorum” hissi var sanki temelinde. Tam olarak gelecek endişesi de değil sözünü ettiğim. Çünkü o da, geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan bir kaygı ve bu ara varlığı bir sağlık işareti olarak bile görülebilir. Ne memleketin ne dünyanın geleceği hakkında kestirimde bulunabileceğimiz en ufak bir veriye bile sahip değiliz ve belli ki devrimci bir belirsizlik anını idrak ediyoruz hep birlikte.

Gelecek korkusu, birinin kendi zamanının çoktan geçtiğini fark ettiği için yaşadığı bir sarsıntı. Zamanın geçmesinden ya da geleceğe ilişkin bir belirsizlikten kaynaklanmıyor. Aksine kişinin, kendisine ayrılan zamanın çoktan geçtiğine ve başka insanların geleceğinde ona yer olmadığına, yani kendisinin geleceğe kalmayacağına; hatta yaşadığı şimdiki zamanın kendisi için bir uzatmadan ibaret olduğuna dair kesin bilgi karşısındaki hissiyatının tezahürü. Hülasa, gelecek korkusu bir belirsizlikten değil, bir kişinin/grubun/siyasetin, dünyanın bundan sonrasında, yani gelecekte artık kendisine yer olmadığı yolundaki kesin bilgiyi idrak etmesinden kaynaklanıyor. Bu kesin bilginin nasıl hırçın bir şiddete sebep olabileceğini düşünün. O şiddet “artık nasılsa yokum” bilgisinin verdiği yıkıcı nihilizmin de en bariz işaretidir.

Gelecek korkusu aynı zamanda, yukarıda sıraladığım üç sınırın da belirleyicisi. Mesela ana akım siyasi partilerin toplumsal muhalefetle etkileşim içinde olmaktan korkmalarının sebebi, sivil muhalefetin esnekliğini, kıvraklığını, dilini anlayamamaları. Her temasta artık yapmakta oldukları siyasetin vaktinin çoktan geçtiğini anlıyor ve hoooop kırmızı çizgilerine, yani mevcut iktidar koalisyonunun onları arkasına hapsettiği parmaklıklara, denize düşen birinin yılana sarıldığı gibi sarılıyorlar. Şöyle bir insan içine çıktıklarında, sosyal medyada paylaştıkları “hatıra” videolarına bakın mesela, maruz kaldıkları soru ve gördükleri tepki karşısında ilk yaptıkları şey “bizim toplum şöyledir, böyledir” temelli önkabullere ve önyargılara sığınmak, bunları doğrulayacak hatıraları paylaşıyorlar sürekli. Çünkü öbür türlü sorulara ve tepkilere cevap bulamıyorlar, hafsalaları yetmiyor.

GELECEK KORKUSUNUN KISA BİYOGRAFİSİ

Müşterek siyasi hayatımızda gelecek korkusunun ne kadar büyük bir yer tuttuğuna ve hem kurumları hem siyasi partileri sürüklediği bataklıklara dair o kadar çok örnek var ki. Darbeleri gelecek korkusunun semptomları olarak görebiliriz mesela. Devletengiz bir zümre, toplumu artık idare edemeyeceğini, yani toplumun, onun uygun gördüğünden daha fazla otonomi kazandığını fark ettiği anda şiddetle geleceği itip geçmişe kaçar. Her seferinde dış tehditler, bölünme korkusu ve nihayet bugünü ve geleceği görünmezleştiren yapış yapış bir nostalji eşlik eder bu kaçışa.

En yakındaki iki örneği çok iyi hatırladığınızdan eminim. Biri Gezi Direnişi, diğeri ise 7 Haziran 2015 seçimleri. Gezi Direnişi’nde AKP, o zamana kadar ekonomik istikrar motivasyonuyla ve gönülsüzce uyguladığı tarz-ı siyasetin sağladığı minnacık ve kırılgan açıklıkta --AB ile uyum, görece demokratik bir hava vs-- toplumun kazandığı otonominin ayırdına varmış, şiddetle ve hızla siyasi alanı daraltmaya başlamıştı.

7 Haziran 2015’teki genel seçimler, toplumun kazandığı otonomiden vazgeçmeme inadını ortaya koydu ve AKP kendi iktidarının çoktan bittiğini anladı. Bu defa da, kimseye nefes aldırmamak, yani kendisinden sonraya bir tufan bırakmak üzere planladığı topyekûn bir kapanma için gözünün kestirdiği “en kolay” hedefe, Kürtlere, bütün kuvvetiyle, yeni müttefikler de bularak saldırdı (2).

Dört yıl önceki Adalet Yürüyüşü, CHP’nin çekinerek ve eksik bir başlangıç yaptığı, zamanla toplumun onun eksikliklerini nasıl giderdiğine şahit olup şaşkınlığa düştüğü bir başka örnekti. Adalet talebi, CHP’nin hayal ettiğinden çok daha büyük ve ortaklaştırıcı nitelikteydi. Bu defa da CHP’nin gelecek korkusu galebe çaldı. 2018’deki genel seçimler öncesinde ve sonrasında yaşananlar o gelecek korkusunun semptomlarıydı.

2019’daki yerel seçimlerde, o korkuyu, muhalefetteki ana akım siyasi partilerin değilse de toplumun/seçmenin nasıl şenlikli ve gönül çelen bir jestle dağıttığına şahit olduk. Siyasi partilerin beceremediğini seçmen yaptı ve “gene yaparım, yapmak istiyorum, #hadi” diye teşvik etti partileri. Ondan beri muhalefetteki siyasi partilerin gelecek korkusunun hepimize nasıl bir maliyet çıkardığına tanık oluyoruz. Bir ileri, bir geri. Sanki iktidar olmak için değil, iktidardaki koalisyonu ürkütmemek için siyaset yapıyorlar.

Daha öncesinde ve sonra da muhalefet partilerinin geleceğe yönelik çeşitli adımlar attıklarına tanık olduk. Gelecek korkularını aştıklarında nasıl bir siyasi potansiyelle karşılaşacaklarını seziyorlar mutlaka. Ama bu şerir korkuyu destekleyen bir başka korku daha var. “Ya değişirsem?” korkusu. “Toplumla, kadınlarla, gençlerle, emekçilerle, çocuklarla, öğrencilerle, çevrecilerle ve diğer siyasi partilerle temas ettiğimde değişirsem ne yaparım? Ölmüş mü olurum o zaman?”

KORKUDAN ÖLMEK

Oysa bütün alametler, asıl, sınırlarını esnetmedikleri ve değişmedikleri, değişimi durdurmaya çalıştıkları için öleceklerine işaret ediyor. Diğer siyasi partilere, topluma ve toplumsal muhalefete aynı kalmak değil, değişmek ve tabanlarını da bu değişime teşvik etmek için temas ettikleri ölçüde hayatta kalacaklar. Kendi zamanlarının geçtiğini fark ederek kapıldıkları gelecek korkusu ve değişirlerse hayatlarını kendileri olarak sürdüremeyecekleri endişesinden doğan, değişmekle ölümü bir tutan korku yalnız onları öldürse mesele etmeye gerek bile yoktu. O korku, gülüşüne meftun olduğumuz çocuklarımızı öldürüyor. O korku yüzünden üniversite öğrencilerimiz, gazetecilerimiz, hak savunucularımız hapiste. O korku yüzünden devlet çürüdü artık hepimizin üzerine yıkılıyor. O korku yüzünden birbirimize güvenimizi ve toplum olma niteliğimizi kaybediyoruz. Kendilerinin olmadığı bir geleceği erteleme gayretleri yüzünden memleketi devasa bir mezarlığa dönüştürüyorlar. Ana akım siyasi partilerin önde gelen simaları gelecekten ve değişmekten ölümüne korkuyorlar diye ölüyor memleket. Gelecekten ve değişmekten duydukları korkuyu, “seçmen mi, nasılsa bize mahkûm, tatava yapmayıp oy verecekler tabii, ya ne yapacaklar ki” kibrine büründürdükleri için, hepimizi nasıl büyük bir felakete sürüklediklerinin farkında bile değiller.

VE HDP...

CHP ve İYİP zannediyorlar ki, Cumhur Koalisyonu her konuda yapayalnız bıraktıkları HDP’yi kapattığında, HDP seçmeni Cumhur Koalisyonu’na öfkelenecek ve cezalandırmak için muhalif ittifaka oy verecek. “Bu toplum böyledir” odalarında kendilerinin oyuna talip oldukları seçmen hakkındaki kanaatleri de böylesi küçümseyici bir kibirle malul çünkü. Cumhur Koalisyonu’nun vatan-millet-Sakarya edebiyatıyla seçmen uyutma bağımlılığından muzdaripler. Hitap ettikleri, cepte sandıkları seçmen de, tepki oylarına talip oldukları HDP seçmeni de gayet iyi görüyor ahvalin ne olduğunu.

Millet İttifakı, HDP’yi Kürt seçmenlerle diyaloğun bir aracısı olarak tanımadığı müddetçe Kürtlerden oy alamayacak. Kürtlerden oy alamadıklarında, bir yolunu bulup başkanlık makamını kazansalar bile --ki çok zor-- Meclis çoğunluğunu elde edemeyecekleri için kendilerini bir dizi krizin orta yerinde bulacaklar. Dahası var; bunca yıldır sıkı sıkıya sarıldıkları ve temelde “hiçbir şey yapmasak da gidiyorlar” teşbihine dayalı muhalefet aklıyla o krizleri kat’a çözemeyecekler. Böylece gelecek ve değişme korkularına konu olan kehanet gerçekleşecek. Yani silinecekler gelecekten.

Bu tabii, HDP seçmeninin olası bir seçimde bütün partileri boykot etmesi halinde gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel bir senaryo. İkinci ve belli ki Cumhur Koalisyonu’nun, seçim kazanmaktan umudunu kestiği için tercih edeceği senaryo ise, kimsenin aklına getirmek istemediği, en kötü kâbuslarında görüp ter içinde uyandığı hallerden oluşuyor. Kürtlerin Türkiye’den vazgeçtikleri bir gelecek ihtimaline nasıl katlanabiliyor Cumhuriyet’in kurucusu olduğunu iddia eden CHP? Ya İYİP? Kürtlerle konuşmayı öğrenmeden hangi merkez sağa nasıl yolculuk edecek? Akşener’in, birbirinden radikal iki sağ partinin yarattığı kırmızı parmaklıklı hücreden çıkmadan yeni bir siyasi söylem üretmesinin yolu var mı ki?

HDP’nin onların müttefiki olmaya ihtiyacı olmadığı açık. Kimse Millet İttifakı’nın kurduğu hanedeki baş köşeye talip değil. HDP seçmenine ulaşmanın yolunun o seçmeni de ilgilendiren müşterek meselelerimizi, HDP’yle, yine HDP seçmeninin görüp duyabileceği mecralarda çekinmeden müzakere etmekten geçtiğini görmelerini engelleyen ne? Zamanlarının çoktan geçtiğini ve gelecekte bir yerleri olmadığını fark etmeleri ve korkudan titremeleri mi?

İddia ediyorum ki ne CHP ne de İYİP bugünün koşullarında Cumhur Koalisyonu’ndan, kendi teşkilatlarından ya da seçmenlerinden korktukları için değil; toplumun pek çok kesiminin çoktan ve defalarca seçtiği gelecekten korktukları için hareket edemiyorlar. Şu hâlde onları harekete geçirmenin yolu da belli...

Korkmayın, biz halkız diyoruz ya, bir cümle daha ekleyelim oraya: Korkmayın, bu bizim seçtiğimiz gelecek.

Bulduğumuz her fırsatta, elimizin erdiği tüm partileri, bu geleceği mümkün kılacak, hiç de karışık olmayan adımları atmaya zorlamamız gereken zamanlardayız.

Çünkü hepimiz hak, adalet ve demokrasi istiyoruz! E #hadi o zaman!

1- Rögar mı yoksa çelik kasa kapağı mı olsun diye çok düşündüm. Kasa değerli bir şeyleri ima ediyor, fakat ana akım siyasi partilere baktığımızda açığa çıkmaması gereken şeyin, yakından bakıldığında övünülecek hiçbir şeyi olmadığı anlaşılan bir müşterek geçmiş olduğu da vakıa. Bu sebeple rögarda karar kıldım.
2- Yazıyı uzatmamak için neler olduğunu ve olan o şeylerin ne anlama geldiğini tekrarlamayacağım. Kemal Can’ın şu yazısında ustaca bir analiz bulacaksınız.


Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.