Cümle Göğün Mavisi: Usludan yeğ midir delimiz?

Ayhan Koç'un romanı 'Cümle Göğün Mavisi', İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Modern aklın eleştirisine girişen, öte yandan yine modern bir edebi türde yazılmış bir eser, bir roman 'Cümle Göğün Mavisi' ve onu kuran öfke de aklı bulandırdığı ölçüde romanı aksatabiliyor.

Google Haberlere Abone ol

Hakan Sipahioğlu

Bugünü anlatabilmek, "Nasıl oldu da bu hâle geldik" sorusuna tam teşekküllü bir yanıt verebilmek, hiç olmadı uzayıp giden o yanıtlar silsilesine bir virgül ekleyebilmek, günceli tarihe, kültüre ya da insan doğasına bağlamak, en azından "teyellemek" günümüz yazarının en önemli sınavı gibi görünüyor. İşi külfetli kılan sayısız unsur var: Bu süreçte biriken öfkeyi tespit sürecinin temel bir parametresi olmaktan çıkarabilmek çok güç, hele hele "bu süreç" ifadesi  -anladığım kadarıyla kitabın yazarı Ayhan Koç da dâhil - birçoğumuz için "doğduğumuzdan beri" ile değişimli kullanılabilir durumdayken. Öte yandan bir ölçek sorunu da mevcut, merceği nereye odaklasan merceği kırasın gelirken birey-toplum-tarih düzlemleri arasında hassas geçişler yapmak maharet istiyor.

'Cümle Göğün Mavisi', farklı bir yerden çözmeye yelteniyor bütün sorunu: Solipsist bir evren kuruyor, dünyasının sınırları zihninde başlayıp yine zihninde biten, kendi kurmacasını yine kendi mahkemesinde yargılayan bir başkahramanın hikâyesini sunuyor.

Hükümet aleyhinde haber yaptığı için tutuklanmayı bekleyen, bu esnada özel hayatındaki sorunlarla boğuşan bir edebiyatçı/gazetecinin (Fevzi) anlatısı 'Cümle Göğün Mavisi'. Romanın açılış sahnesinde bir tabloya bakıyor kahramanımız Fevzi: Yeşilliğin ortasında, kendisine dil döken "silindir şapkalı, makferlanlı" bir başka adamı umursamaksızın toprağı kürekle kazan bir adam. Her şey bu tabloyla başlayıp bu tabloyla bitecek romanda, bütün bir kitapta bu tablonun hikâyesi anlatılacak; daha doğrusu tablo bir operayı, opera roman içindeki bir romanı, romansa yeniden tabloyu kerteriz alarak salınıp duracak, bütün anlatılar birbirine referansla muğlaklaşacak. Romanın başkişisi Fevzi'nin solipsizmi onu metinler arası bir döngünün içinde koza gibi sarmalayarak dışarısı ile temas kurup kurmadığını daima muallakta bırakacak.

Bunun temel bir sebebi var elbette: Bir paranoya evreninde yaşıyor olmamız, kapımızdaki otomobilin içinde pusuya yatanların kimin Azrail'i olduğunu, polislerin kapımızı ne zaman çalacağını, eşimizin bizi aldatıp aldatmadığını hiçbir zaman bilemeyişimiz, oysa tam da her şeyin akıl yoluyla bilinebilir olduğunu sandığımız bir çağda yaşarken. Bir kişisel post-truth romanı.

Cümle Göğün Mavisi, Ayhan Koç, 208 syf., İthaki Yayınları, 2020. 

Tabloda kazı yapan adama dil döken "silindir şapkalı, makferlanlı" bir kişiden söz etmiştik: 19. yüzyıl kıyafetleri giyinen ve roman boyunca "Yabancı" olarak karşımıza çıkan, başkahramanımız Fevzi'yi tavizsiz bir rasyonaliteyle yargılayıp duran bu karakterin (pipo içişine varıncaya kadar) akıl yoluyla çözülemeyecek hiçbir şeyin olmadığı bir evrenin peygamberi olan Sherlock Holmes'ü andırdığı, kıyafetleriyle olduğu kadar rasyonalitesiyle de anakronik durduğu aşikâr. Kitapta, yine roman içindeki başka romanlara referansla, birkaç defa altı çiziliyor bu anakronizm mevzuunun:

Hah! Romana anakronik şeyler eklemiştin.” (sf 60)

Sakinleşebilmek ve kendini sürmekte olan şimdiki zamandan dışarıya atabilmek için yaşamakta olduğu şeyleri kafasında –di’li geçmiş zaman kipini kullanarak roman fragmanlarına dönüştürüyor. (sf 157-158)

Şunu soruyor aslında roman: Rasyonel olmak için doğru çağda mıyız?

Bu anlamda 'Cümle Göğün Mavisi', Kerem Eksen'in 'Uyku Krallığı' romanını anımsattı bana biraz. Tarihin yanlış bir evresinde var olmanın bilinciyle, sanatın dolayımından geçerek bir kozaya kapanmak. 'Uyku Krallığı', tezini Joachim Von Fiore'nin "kayda değer hiçbir şeyin vuku bulmadığı [...] uyku çağları" tespitine dayandırıyordu. 'Cümle Göğün Mavisi'yse tabiata geri dönüşün imkânsızlığına kederlenirken (buraya döneceğiz), romanın başkişisi Fevzi’den adeta rol çalan Yabancı karakteri üzerinden içinde bulunduğumuz çıkmazın temel kaynağı olarak 19. yüzyılda ete kemiğe bürünüp bize bir "kene" gibi yapışan Batılı "akıl"ın anakronizmini öne sürüyor. 

Bir iç ses bu "Batılı akıl", gelgelelim yabancı bir iç ses. İşte bir yabancı olarak içimizde yer alışıyla bu akıl, paradoksal bir duruma yol açıyor: Rasyonel akıl, bizatihi kendi varlığının yarattığı karakter yarılması nedeniyle tam bir "delilik" durumuna neden olurken, tam da tanımı itibarıyla "delilik" imkânını iptal ediyor.

Şöyle diyor kitapta Yabancı: 

"Ah keşke delirsek azizim, ah keşke. Tüm bunları yaptığımızda alacağımız karşılık bir akıl hastanesinin sık ağaçlı avlusunda keyif sürüp kitap okumak olurdu sadece. Maalesef deli değiliz, maalesef vicdanın bam teliyle konduğu zavallıyı uyuşturan akıl kenesi bir türlü terk etmiyor bizi."(101)

Bir kişiliğe bürünmüş bu sorunun, yani Yabancı'nın antitezi olarak bir başka karakter sürüyor roman: İkra. Bir deli, ağzından ilk ayetin "Oku" emrinden başka bir şey çıkmayan, dış dünyaya bir isim koymayan, adını kendi sözünün yine kendine yansıtılmasından alan biri. Dış dünyaya bir isim koymamak: Şeyleri, kişileri, olayları kavramsallaştırmamak, onları yalnızca daha büyük bir metnin işaretleri olarak okumak. Bir delilik bu, aklın tam karşısı, öte yandan "rasyonel aklın" dünyaya mutluluk vaadini yerine getirmekte çuvallayıp yıkımla donattığı bir çağda belki de en akılcı çözüm: 

"Fevzi de aklının rehberliğinde sürdüğü hayatı boyunca asla yolunun düşmediği bilincinin şu el değmemiş yaban topraklarında, bir nedene ihtiyaç duymadan mucize kabilinden serpilip çiçek vermiş neşe tarlalarını keşfetmenin büyüsüyle, kendinden geçercesine, düşe kalka koşup duruyor işte. “Bundan ki,” diye mırıldanıyor, “deliler asla dönmüyor geri.” (sf 127)

"El değmemiş yaban topraklar", "neşe tarlaları" gibi imgelerdeki pastoral tını boşa değil. Roman kişilerinin hayali böceklerle kavga edip, hayali kedileri okşaması da öyle. Logos'tan mitos'a geri dönüşü çağırıyor çünkü 'Cümle Göğün Mavisi'; tabiatın, "bir parça gökyüzünün" mutluluk verebileceğine olan inanca yaslanarak, yukarıda görülecek gök bırakmayan "Fındıkzadeleşmiş" bir dünyadan geriye doğru bir "kazı" yapmayı öneriyor. Şu sorunun yanıtını arıyor aslında: İntihardan kurtarılmış bir insanı yeniden intihara sürükleyen bu fasit daireyi bir an için paranteze almak, modern aklın icat edildiği yılların öncesine uzanarak bu başlangıç hatasını düzeltmek mümkün mü? Elbette tarihin çarklarını geriye döndürmek mümkün değil, belki de bu yüzden sanata referans veriyor roman, deliliği şairlikle koşutluyor (sf 126), "Oku" emri veriyor, tablolara baktırıyor, final sahnesiyle Ahlat Ağacı'na selam gönderiyor. 

Elbette kitabın açtığı tartışmalar bunlarla sınırlı değil. Gazetecilerin, yazarların, zıvanadan çıkmış erkekliğin, hatta kadınlığın, bireyciliğin, orta sınıfın "cümlesini" birden zincirlerinden boşanmış öfkesiyle topa tutuyor roman. Öte yandan bunları yaparken düştüğü hatalar da oluyor, özellikle hikâyelerin çoğunu diyalogların içine yedirme tercihi birçok yerde gerçekçiliğe darbe indiriyor, "Özdilli" gibi karakterlerle verilen referanslar, "Serenissima Kalyonları" bölümündeki müthiş tirat gibi pasajlarda yakalanan derinliği yer yer aşağıya çekiyor. 

Yazının başında sanatsal üretim sürecini öfkeden azade tutmak çok güç demiştik, Modern aklın eleştirisine girişen, öte yandan yine modern bir edebi türde yazılmış bir eser, bir roman 'Cümle Göğün Mavisi', ve onu kuran öfke de aklı bulandırdığı ölçüde romanı aksatabiliyor. Bu da onun işaret ettiği bir başka paradoks. Bu kez biçimsel olarak.