YAZARLAR

Cumhuriyeti patlatmak

İçinde yaşadığımız Türkiye tablosu toplumun öz çıkarlarını koruyan bir tablo değil. Bu tabloda AKP iktidarlarının payını açıkça teşhis eden de çok geniş bir kesim var. Bu nedenle AKP’nin kaybetmeye başladığı açıkça yazılıp çiziliyor. Gelgelelim yazılıp çizilen ya da konuşulan şeylerden biri de AKP kaybederken muhalefetin de kazanamıyor olduğu... Bu yüzden de muhalefetin kazanamadığı bu memnuniyetsizlik yeniden AKP tarafından yönetilebilir.

Memlekette hiç kimsenin çıkarına olmaması gereken bir kötüye gidiş var. Sadece ekonomik duruma, başta gençler olmak üzere nüfusun iyi eğitim almış bir kısmının Türkiye’yi terk etmeye yönelik isteğine, ifade özgürlüğünün hâline, medyasızlaşmaya, hukuksuzlaşmaya ve yeni durumda isabetle ifade edildiği gibi “siyasetsizleşmeye” doğru fırtına gibi bir gidiş. Siyaset, bizzat siyasi iktidar tarafından yönetilen müthiş bir kutuplaşma etrafındaki bir kör dövüşünden ibaret. Bir çıkış vaat etmiyor. İstatistiklere göre yurt dışına göç eden kişi sayısı bir önceki yıla göre yüzde 2 artmış. Bir yılda 84 bin 863 Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı ile bunun üç katı yabancı uyruklu nüfus Türkiye’yi terk etmiş. Göç edenlerin büyük çoğunluğunu da 25-29 yaş grubundaki genç nüfus oluşturuyor. Gençler ülkeyi ve yüzüncü yaşını karşılamaya epeyce öncesinden hazırlanmakta olan Cumhuriyet’i terk ediyor.

Gidenler eğer evvelden iyi bir iş bağlantısı kurarak, banka, üniversite, uluslararası şirketler ya da başka kuruluşlar gibi belirli bir kurumsal hayatın ve tanımlı bir pozisyonun kendilerini beklediği bir yere gitmiyorsa, korkunç güçlükler, hayal kırıklıkları, tahayyül etmedikleri bir yoksulluk ve çoğu durumda buna eşlik eden bir aşağılanma da onları bekliyor. Belki bunların hepsi burada da var. Fakat yabancı bir ülkede bu hissiyatın katmerli biçimde yaşanacağı da çok açık. Sadece kaçak gidenler bakımından değil, bir şekilde çalışma izni alabilmiş olanlar bakımından da bu böyle. Çünkü terk etmeye karar verenler yüzlerini başta Almanya, İngiltere, İsviçre, Fransa ve Hollanda gibi Avrupa ülkelerine, ABD’ye ve Kanada’ya dönüyor. Oysa düzenli göçmen kabul eden ABD ve Kanada dahil olmak üzere bu ülkelerin tamamında işsizlik sorunu ve yoksulluk var. Almanya’da pandemiden bile önce, bir iki yıl evvelki istatistikler her beş kişiden birinin yoksulluk sınırının altında yaşadığını söylüyordu. Kanada’da her yüz kişiden beşi işsiz. İngiltere’de bilhassa pandemiyle birlikte yoksulluk ve işsizlik tablosunun toplumun sosyal ve ekonomik uçurumlarını iyice vahimleştirdiği de sık sık haberlere konu oluyor. Orada da iş güvenliği ve düzenli iş sözleşmeleri olmayan haneler açlıkla yüz yüze gelmiş

Bu ülkelere göç edenlerin bir kısmını bekleyen koşullar hiç iyi değil kısacası. Yıllar yılı uğraşsalar da iyiye evriltmeleri zor olacak koşullar. Belki de bir iki yıllık süreler sonunda kendi ülkelerine ve giderken bıraktıkları koşullardan bile daha kötü koşullarda dönmek zorunda kalacaklar. Üstelik göç edilen Batı ülkeleri dünyanın her yerinden göç almaya devam ediyor. Bırakalım Suriye, Afganistan ya da Irak’ı, İspanya gibi bir Avrupa ülkesinden bile düzenli göç alıyorlar.

Bu bilinen gerçekler gitmek isteyenleri durdurmuyor. Çünkü bir yerde tıkanmış, kıstırılmış hissediyorsanız, önce o kıstırılmışlıktan çıkmak istersiniz. Sonraya sonra bakılır... Çıkış ve uzaklaşmanın rasyonel bir yolu bulunmamış olabilir belki ama aynı çamurda debelenmektense başka çamurlara bulanmak tercih edilebilir. Kim bilir hangi kaygılarla, şöyle bir değinip geçeyim derken bu göç meselesine takıldığıma da bakmayın. Meselem aslında bu değil...

Türkiye’de birçoğumuzu nefessiz bırakan bir tarih kesitini yaşıyoruz. Beterini de yaşamış olabiliriz ama şimdi yaşadığımız da onlardan biri... Beterin beterini hatırlamaya ve kıyaslamalar yapmaya da çok gerek yok. Bu gidişin nihai olarak nerede biteceği konusundan da emin değiliz. Soykırım ve iç savaş dahil olmak üzere her tür musibeti kapıda hissedenlerimiz var. Dolayısıyla hemen herkesin bu türden tehditleri gördüğünü düşünüyoruz. Çıkarlara uygun olmayan bu durumu değiştirme arzusunun er ya da geç baskın geleceğini düşünüyoruz. Memnuniyetsizliğin bir toplumsal dönüşümü tetikleyeceğini düşünüyoruz.

Zira içinde yaşadığımız Türkiye tablosu toplumun öz çıkarlarını koruyan bir tablo değil. Bu tabloda AKP iktidarlarının payını açıkça teşhis eden de çok geniş bir kesim var. Bu nedenle AKP’nin kaybetmeye başladığı açıkça yazılıp çiziliyor. Gelgelelim yazılıp çizilen ya da konuşulan şeylerden biri de AKP kaybederken muhalefetin de kazanamıyor olduğu... Bu yüzden de muhalefetin kazanamadığı bu memnuniyetsizlik bir erken seçimde ya da zamanında yapılmış seçimde yeniden AKP tarafından yönetilebilir. Üstelik bizi gerek doğumuzdan gerek batımızdan çevreleyen dünya da -işte bugün Fransa’yla olduğu gibi- bu memnuniyetsizliği görünmez kılarak, düşman bir dış dünyaya karşı dimdik ayakta olmayı vaat eden AKP’ye yeni altın fırsatları ardı ardınca sunmaya devam edebilir. Ulusal gurur karşısında “yaşam memnuniyetsizliğinin” kıymeti harbiyesi nedir ki sonuçta?

Kişilerin ya da toplumların memnuniyetsizliklerini öz çıkarlarını da gözettikleri yollarla gidermeye çalışacakları bilgisi, Aydınlanma felsefesinin birçok veçhesiyle çoktan iflas etmiş olan ilerleme düşüncesine dayanıyor. Freud’dan da yaşanmış tarihten de biliyoruz ki insanların düşünce, tutum ve davranışlarına her zaman ve en istikrarlı biçimde yön veren şey öz çıkarları değil. Dünyada otoriteryenliğin, sağın ve otoriter liderlerin yükselişi üzerine düşünenler de bunun altını çiziyor. Büyük Gerileme başlıklı kitap içinde yer alan “Hınç Çağında Siyaset, Aydınlanmanın Karanlık Mirası” başlıklı makalesinde Pankraj Mishra da bunu söylüyor. Mesela ABD ile ilişkili şu tespitlerine bir bakalım: “Durmaksızın yalan söyleyen ve vergi kaçıran birine oy veren zengin ve fakir tüm insanlar, bir kez daha insan arzularının bireysel çıkar mantığından bağımsız hareket ettiğini, hatta bireysel çıkarları zedeleyebileceğini kanıtladı” (s.137).

Mishra bu zihin açıcı yazısında öz çıkarları korumak ya da gözetmekle ilişkisi olmayan karmaşık güdülerden de söz ediyor. “Maddi ilerleme fikrine takılıp kalan hiper-rasyonalistler, ‘geri kalmışlığın’ sunduğu kimliğin cazibesini ve kurban rolüne soyunmanın vazgeçilmez zevkini de görmezden geldiler” diyor (s.130). Uzun uzadıya aktarma pahasına, Mishra’nın, olmaz denilen şeyin olmasını ve Trump’ı iktidara getiren süreçleri Mike Davis’e referansla açıklayan şu çıkarsamalarını da paylaşmama izin verin: “... bazı insanlar ‘Washington’da ne pahasına olursa olsun değişiklik istiyordu, bu Oval Ofis’e bir intihar bombacısı koymak anlamına gelse bile’ -ve Obama da buna katılarak Trump’ın ‘burayı patlatacağına dair’ karşı konulamaz “bir iddiada bulunduğu için seçimleri kazandığını’ söylüyor. Sözde rasyonel anketörleri ve data analiz uzmanlarını yanıltan seçmenlerse, Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’na benziyor, yaşadıkları toplumunun kazanımlarından intikam almayı düşleyen tipik kaybedenler.” (s.132-133).

Washington’ı ya da oval ofisi patlatma metaforu, yüzüncü yılına ramak kala bir Cumhuriyet’in, yüz yıllık tarihinde hemen hiç deneyimlemediği türden tehditleri kapısında bulmuş olması bakımından da açıklayıcı olabilecek bir metafordur. “Cumhuriyetin kazanımları” söylemine prim vermeyenler, “geri kalmışlığın” sunduğu kimliğin tadını çıkarma fırsatı bulanlar, kurbanlığını sergilemek isteyenler, kaybedenler ya da daha objektif bir tanımla “Cumhuriyetin memnuniyetsizleri” diyelim, “Cumhuriyetin patlatılmasını” sorun etmedikleri gibi bunu arzuluyor da olabilirler. Bunun öz çıkarlarına uymadığı ya da felaketin kapıda olduğu gerçeğiyle ilgilenmiyor da olabilirler. Her tür rasyonel akıl yürütmeyi de onunla birlikte patlatmak istedikleri bir hınç her şeyin önüne geçmiş olabilir. Bu yüzden de muhalefetin öz çıkarları hatırlatan söylemleri beyhude olabilir. Yönetilmesi gereken belki de öz çıkarlara ilişkin bir farkındalık değil bu hınçtır. Bu hıncın olması gereken yere yöneltilebileceği momentleri görebilmek ve bu momentleri çoğaltmaktır.

Somalı madenci, patron lehine işçiyi ezen ve sömüren sisteme olan itirazını, “Öyle mi alay komutanı” diyerek dile getirirken böyle bir hınç yönetme momentinin de müthiş bir örneğini verdi. Evine ekmek götüremediğini söyleyene “abartıyorsun bence git bir keyif çayı iç” diyen ses de muhalefete muazzam bir hınç yönetme momenti sunuyordu. Yoksa istendiği kadar Cumhuriyet ve Atatürk güzellemeleri yapılıp dursun, bu yüceltmelerin çeşitli rasyoneller içeriyor olması da kimsenin çok umrunda olmayabilir. Zira “Sen kimsin Ak Gençlik” videosu ne kadar fikirsizlikle ve ufuksuzlukla malul ise, nostaljik ve hamasi Cumhuriyet yüceltmeleri de bundan pek farklı değil. “Cumhuriyetin patlatılması” metaforunda ifadesini bulan bir öz yıkım arzusu bu şekilde engellenemez bence.

Bitirirken, eşit, özgür ve demokratik bir Cumhuriyet dileğiyle bayramınızı kutluyorum.

 


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.