Cortázar'dan 'Edebiyat Dersleri'

Julio Cortázar’ın 'Edebiyat Dersleri' kitabı Everest Yayınları tarafından yayımlandı. ‘Edebiyat Dersleri’, Cortázar’ı ve edebiyatını belli başlı yönleriyle ortaya koyan anahtar bir kitap. Yalnızca Cortázar hayranlarına değil, yazarlık ve okurluk üzerine kafa yoran herkese hitap eden bölümleriyle özgün bir rehber niteliğinde.

Google Haberlere Abone ol

Julio Cortázar’ın 1980 senesinde Kaliforniya Üniversitesi'nde verdiği derslerin on üç saatlik dökümünden oluşan ‘Edebiyat Dersleri’, Süleyman Doğru’nun çevirisiyle Everest Yayınları’ndan çıktı. 8 ders ve ek bölümden oluşan kitapta, Cortázar’ın fantastikten gerçekçi metinlere, edebiyatta mizah ve müzikaliteden oyuna, erotizm ve edebiyat ilişkisinden Latin Amerika edebiyatına, yazar tavrından politik duruşuna değin birçok konuda fikirleri yer alıyor. ‘Edebiyat Dersleri’, yazarın üzerine çokça tartışılan büyük eseri ‘Seksek’in yazımına, yapısına ve ruhuna dair ayrıntılı bilgiler barındırması açısından ayrıca ilgi çekici.

‘Edebiyat Dersleri’, “deneme” etiketiyle aldı raflardaki yerini. Cortázar’ın ölümünden 4 sene evvel verdiği derslerine misafir olduğumuzda, bu dökümlerin deneme üslubuyla ‘kaleme alınmış’ metinler olduğu izlenimine kapılıyoruz. Öte yandan, öğrencilerle gerçekleştirdiği sohbetlerin dikkat çekici yönlerinden biri de Cortázar’ın tavrı. Alçakgönüllü bir yazar, sabırlı ve sevecen bir öğretmen o. Yalnızca kendi eserleri ve kendi yazarlığı üzerine konuşmuyor, aynı zamanda entelektüel birikimine dayanarak tüm yazarların kullanabileceği ipuçları veriyor. Borges, Arlt, Vian, Poe... Cortázar’ın sevdiği ve birçok noktada örnek aldığı yazarlar. Derslerde bu yazarlardan örnekler vermeyi, onlara selam göndermeyi de ihmal etmiyor.

PARİS’TE BİR LATİN AMERİKALI

Kitabın ilk dersi, “Bir yazarın yolları” başlığını taşımakta. Bu bölümde Cortázar, bir yazar olarak hangi aşamalardan geçtiğini detaylı bir şekilde anlatıyor. Bu aşamaları sırasıyla Estetik, Metafizik ve Tarihsel olarak adlandırıyor. ‘Yazar kimliği’ hakkında samimi ayrıntılar veren yazar, “Buenos Aires kökenli, Arjantin orta sınıfına mensup, öğrenimleri, geçmişleri ve kişisel tercihleri doğrultusunda kendilerini çok genç yaştan itibaren edebi etkinliğe adayan ve edebiyatı her şeyden önce bizzat edebiyat için yapan bir yazar kuşağından” geldiğini belirtmekte. (s. 10) Öte yandan, yazma eyleminin o dönemde ne ifade ettiğini ve amacını da vurgulamakta:

“O zamanlar bizim için edebiyat, ulaşabildiğimiz en iyi kitapları okumak ve gözlerimizi kah meşhur modellere, kah son derece incelikli ve stilistik bir kusursuzluk idealinin peşinde koşarak yazmaktı.” (s. 11)

Cortázar, yazarlık serüveninin aşamaları hakkında konuşurken ‘atılması gereken son adım’ olarak gördüğü bir ‘farkındalık’ hâlinden bahsediyor: “İnsanın yakınlarını sadece tanıdığı birey ya da bireyler olarak değil toplumların, halkların, uygarlıkların, insani toplulukların bir parçası olarak görmesi.” (s. 18) Yazarın bu adımı atmasını sağlayan Küba’da geçirdiği günlerken, Paris’te yaşayan bir Arjantinli olması da zihninde yeni kapılar açmış. Bu noktada, Perón hükümetinin uygulamalarından duyduğu rahatsızlık sebebiyle Paris’e yerleştiğinde, Fransız uyruğuna geçse de Arjantin vatandaşlığından vazgeçmediğini hatırlamak gerek.

Cortázar, Cezayir Bağımsızlık Savaşı başladığında Fransa’dadır, hem Fransızlar hem de Cezayirliler için drama dönüşen bu olayı çok yakından takip eder. Küba Devrimi zaferle sonuçlandığında oraya gitmek ister, bunu devrimin ikinci yılı dolmadan gerçekleştirebilir. Casa de las Amérikas’ın jüri üyesi olarak gittiği Küba’da iki ay kalır ve bu iki ay boyunca halkın arasına karışır. Bu deneyim, yazarın Paris’e başka bir Cortázar olarak dönmesini sağlar. Kendi deyimiyle ‘bir tür ani vahiyle’ yalnızca Arjantinli olmadığını biliyordur artık. O bir Latin Amerikalıdır ve Latin Amerikalı olmayı, edebi çalışmalarına da dahil etmesi gerektiğini anlamıştır.

Yazarın dil üzerine fikirleri de bu noktada dikkate değer. Bir öğrencisinin hangi dilde yazdığını sorması üzerine, yazdıklarının ‘çeviri’ olmadığının açıkça anlaşılan bir şey olduğunu söylüyor Cortázar. Fransızcayı Fransızlara mektup yazarken kullanmak için sakladığının, İspanyolca yazdığının ve ömrü boyunca da İspanyolca yazacağının altını çiziyor. Bu vurgu elbette dilin vatanla olan ilişkisine temas etmekte. Yazara göre İspanyolca yazmak ve bunu savunmak, Latin Amerika’daki uzun mücadelenin bir parçasını teşkil ediyor.

“Dili savunmak kesinlikle en önemli konu. Çok üzüntü verici bir olay varsa o da Latin Amerikalıların yabancı bir ülkede kısa bir süre geçirmelerinin ardından dillerinin seviye kaybetmesine ve ikinci dilin ön plana çıkmaya başlamasına izin vermeleri (...)” (s. 109)

FANTASTİK VE GERÇEKÇİ METİNLER

Bugün, kurmacayla gerçeklik arasındaki çizgileri bulanıklaştıran, okurun gerçeklik algısıyla oynayan metinlerin ilgi gördüğü yadsınamaz bir gerçek. Cortázar da kendi fantastik ve gerçekçilik anlayışından söz ederken bugüne oldukça yakın bir bakışla analiz ediyor metinleri. Bunda fantastiği çağdaşlarından farklı yorumlamasının tesiri olduğunu söyleyebilirim. Ve elbette, Latin Amerika topraklarında doğan ve olağanla olağan dışının el ele yürümesine imkân tanıyan büyülü gerçekçiliğin de.

Edebiyat Dersleri - Berkeley 1980, Julio Cortazar, Çevirmen: Süleyman Doğru, 336 syf., Everest Yayınları, 2020.

Cortázar, yayımlanan öykülerinin sayısı 6-7 gibi rakamlara ulaştığında, hepsinin fantastik temalı olduğunu fark etmiş ve bunun sebebi kafasını kurcalamaya başlamış. Böylece fantastik fikrinin herkesle aynı olup olmadığını, fantastiği diğerlerinden farklı görüp görmediğini sorgulamış. Henüz ilkokul yıllarında, fantastik anlayışının okul arkadaşlarından farklı olduğunu anımsıyor yazar: “Fantastik onlar için reddedilmesi gereken bir şeydi çünkü hakikatle, hayatla, öğrendikleri ve öğrettikleri şeyle alakası yoktu. ‘Bu film fantastik’ dediklerinde ‘bu film berbat bir şey’ demek istiyorlardı.” (s. 46) Cortázar’a göre ise fantastik, bir kitap ya da bir olay vasıtasıyla ona ya da başkalarına görünen bir gerçeklik biçimidir. Ve yerleşik gerçeklik içinde ‘şaşkınlık yaratan’ bir durum değildir. Cortázar, fantastiğin akşam sekizde bir çorba içmek kadar kabul edilebilir ve olası göründüğünü söylüyor.

Fantastik öykünün unsurları üzerinde uzun uzun ve ayrıntılı bir şekilde duruyor yazar, iki dersini yalnızca fantastiğe ayırmış. Öne çıkardığı unsurların ‘zaman’ ve ‘kader’ olduğunu görüyoruz. Fantastik metinlerdeki tek bir ânın tüm boyutlarıyla ele alınmasını mümkün kılan zaman kullanımından bahsediyor ve ardından fantastiğin bir öncülü olarak kader kavramının edebiyatta nasıl karşılık bulduğuna değiniyor. Bu noktada ‘kader’ kavramıyla üzerinde durulan unsur ‘kaçınılmaz’ sonlar.

Sözü çok uzatmadan, yazarın kurmaca ve gerçeklik arasındaki sınıra bakışını örnekleyen bir olayı da aktaralım. Bir öğrencisinin, Che’nin onun hakkında yazdığı öyküyü okuyup okumadığını sorması üzerine anlatıyor Cortázar. (Che bu öyküyü okumuş ve ‘Öykü çok iyi ama beni ilgilendirmiyor’ demiş.) Onu haklı buluyor ve ekliyor: “Ben öyküdeki Che’yi o sırada bende uyandırdığı tarihsel fikre olabildiğince sadık kalmaya çalışarak uyduran bir yazarım, ama hayal gücüyle hakikat arasındaki fark her zaman çok büyüktür.” (s. 32)

SİNEMA ROMAN, FOTOĞRAFSA ÖYKÜDÜR

Cortázar, derslerinde öykü ve roman üzerine fikirlerini, bu iki edebi türün ilişkisi ve yapısı hakkında yaptığı benzetmelerle açıklıyor. Günümüz edebiyat dünyasında, türler arası sınırların giderek belirsizleştiğini hesaba kattığımızda, bu fikirler ve örnekler oldukça dikkat çekici. Hem öykü hem roman yazmış bir yazar olan Cortázar’a göre, roman sonsuza kadar genişleyebilecek ucu açık bir edebi oyundur. Buna karşılık öykü, kapalı bir düzendir. Roman, Umberto Eco’nun “açık yapıt” dediği şeydir, kesin bir sınırı yoktur, bittikten sonra da okurun zihninde devam edebilir. Cortázar, romanın ‘her şeyi kabul eden’ bir doğaya sahip olduğunu düşünürken öykünün zihinde kalıcılığının ve okurda yarattığı tesirin belli koşulları olduğunu vurguluyor: “Belleğimizde kalacak, okuma zahmetine değen bir öykü okuduğumuz izlenimini bizde bırakması için, o öykü her zaman kaçınılmaz bir biçimde kendi içine kapanan bir öykü olacaktır.” (s. 25)

Tam da bu nedenle öykünün bir küre, romanın bir çokyüzlü olduğunu söylüyor Cortázar. Öykü tıpkı bir küre gibi olağanüstü kusursuz görünmelidir. Devamlı kendi içine dönmelidir. Roman, bütün olasılıklara açık yapısıyla ve daha geniş hacmiyle ‘bütünlük’ söz konusu olduğunda ondan daha avantajlıdır. Öte yandan bir adım daha ileri giderek sinema ve fotoğraf üzerinden bir çifte karşılaştırma yapıyor yazar. Sinemayı romana, fotoğrafı öyküye benzetiyor. Bunun nedeni, filmin olay örgüsünün uzayıp uzamamakta özgür olması ve yönetmenin hareket alanının geniş olması. Oysa öykü bir fotoğraf gibi kendi içinde ‘olduğu gibi’ ve ‘yeterli’ bir yapıya sahip.

Cortázar, yazarlık aşamalarından söz ederken de göndermelerde bulunmuş öykü ve romana. Bu bölümdeki fikirleri, belki bugün bizler tarafından bir nebze ‘aşırı’ bulunabilir. Çünkü öykü ve romanı birbirinden ayırırken ‘sorunlar üzerine kafa yorma’ ve ‘sorgulama’ meselelerine temas ediyor. Ve bir yazar olarak karakterlerin psikolojisi üzerine derinleşmeyi, varlık üzerine sorgulamaları felsefi bir zeminde gerçekleştirmeyi amaç edindiğini söyledikten sonra, zihnindeki soruların ‘romana’ dönüştüğünü ekliyor. Cortázar’a göre bunun sebebi, öykülerin neredeyse hiçbir zaman ‘sorunsal olmamaları’, yani sorunları ele almanın romanların vazifesi olması.

EDEBİYATTA OYUN VE ‘SEKSEK’

‘Oyun’, edebi metinlerde bir öge olarak hayli zamandır kullanılmakta. Fakat popüler hâle gelmesinin -belki de daha kabul edilebilir olmasının- postmodernist metinlerle sıkı bir ilişkisi var. Postmodernizmle birlikte oyun bir araçtan ziyade amaca dönüştü ve yalnızca oyun üzerinden kurgulanan büyük anlatılar yaratıldı. Cortázar, edebi metinlerde oyunun yaşadığı dönemde nasıl yorumlandığını değerlendirmiş derslerinde. Biraz evvel vurguladığım ‘kabul edilebilirlik’ meselesinin de üzerinde durmuş. Özellikle Latin Amerika’da kendini korkunç derecede ciddiye alan yazarlar olduğunu söylüyor. Bu ciddiyetin, metinlerinde oyunla ilgili unsurların bulunduğunun imasına bile izin vermediğini, hatta böyle imaların onları çok kızdırdığını ekliyor: “(...) birkaç yıl öncesine kadar Latin Amerika’da bir yazara yapıştırılan mizahçı yaftası onu bir yazar, romancı, öykücü ya da şaire yönelik estetik değerlendirmelerde daha düşük bir seviyeye yerleştiriyordu.” (s. 196) Oysa bir yazar her şeyden evvel kelimelerle oynar. Ve bunu ciddiyetle yapar...

Cortázar, 50’li yıllara doğru yazdığı bir dizi kısa metinden oluşan ‘Kronopların ve Meşhurların Hikâyeleri’ndeki bazı metinleri dostlarına okuduğunda, olumsuz tepkiler aldığını belirtiyor. (“Bana şöyle dediler: ‘Bu oyunları yazarak ne diye zaman kaybediyorsun ki? Sen oyun oynuyorsun! Neden zamanını boşa harcıyorsun?’”) Fakat kitap yayımlandıktan sonra, ‘oyun oynamayı bilen okurlar’ olduğunu, böylece iletmek istediği mesajın okur tarafından alındığını fark ediyor ve vazgeçmiyor.

Yazarın üzerine çokça yazıp çizilen, hatta bazen ‘anlamsız’ bulunan eseri ‘Seksek’le ilgili fikirleri ve kitabın yazım süreci hakkında söyledikleri de oldukça ilgi çekici. Evvela onun çok zor bir roman olduğunu söyleyenlere, kitabının 12 yaşında bir çocuğun anlayacağı düzeyde olmadığını kabul ederek fakat bir Ulysses de olmadığını belirterek karşı çıkıyor. Senelerce, özellikle üzerinde varoluşçuluk üzerine yaptığı okumaların tesiri olduğu vakitlerde kaleme aldığı ‘dağınık’ metinleri biriktirmiş yazar. (Bu metinler, bazı ânlık olayları, hatıraları ve ‘uydurma şeyleri’ kapsıyor.) ‘Takipçi’yi yazdığında ileride ‘Seksek’e dönüşecek bir şeyin taslağını yazdığını fark etmemiş. Horacio Oliveira’yı, Avrupa’daki uzun ve karmaşık bir deneyimden sonra Avrupa’ya dönen biri gibi, yani aslında Fransa’da yaşadığı dönemde Buenos Aires’e her gidişindeki ‘kendi’ gibi görmeye başlamış. Böylece Paris’teki deneyimlerini yansıtan yüzlerce not ve kâğıt parçası ortaya dökülmüş ve onları bir ‘patchwork’ gibi bir araya getirmiş.

“Kitabın mekanizması bile başlı başına tuhaftı. Orta bölüm çoktan yazılmıştı. Bu bölüm orada kaldı ve ben geri dönüp orta bölüme ulaşana kadar bütün Paris dizisini yazdım -bu benim iki yılımı aldı- ve ancak ondan sonra ileriye doğru devam ettim.” (s. 224)

Cortázar, okurunu bir gazete ilanından bir şiir alıntısına, oradan bir şiir parçasına yahut bambaşka bir bölüme sıçratan, bu şekilde yayımlandığında ‘kıyamet kopartan’ eserinin yazılış sebeplerinden de söz etmiş. Bu sebeplerden biri, metafizik türde endişeler. Bir bakıma, okuru da sorgulamaya teşvik etme arzusu. Cortázar kendi kitabıyla Thomas Mann’ın ‘Büyülü Dağ’ı arasında bir karşılaştırmaya gidiyor. Mann’ın kitabındaki karakterlerin -tıpkı kitabın yazarı gibi- zeki olduklarını, sorunları ortaya koyup bir çözüm bulmaya çalıştıklarını, bu nedenle de kitabın son derece felsefi ve derin olduğunu söylüyor. Oysa kendi kitabında ne Oliveira ne de kendisi bir ‘cevap’ aramakta. ‘Seksek’, yalnızca ‘sormak’ üzerine kurgulanmış. Yayımlandığında ise yazarın kendi kuşağından ziyade 20’li yaşlardaki gençler tarafından anlaşılmış ve ilgi görmüş...

‘Edebiyat Dersleri’, Julio Cortázar’ı ve edebiyatını belli başlı yönleriyle ortaya koyan anahtar bir kitap. Yalnızca Cortázar hayranlarına değil, yazarlık ve okurluk üzerine kafa yoran herkese hitap eden bölümleriyle özgün bir rehber niteliğinde.