COP28, Adil Dönüşüm ve 4 Aralık Dünya Maden Emekçileri Günü

'Adil Dönüşüm', hakların sadece iyi niyet beyanlarına sıkıştırılmış ve buharlaşan sözleşmelerin insafına bırakılarak değil, ancak ve ancak doğa ve toplumu birlikte savunanlarla gerçekleştirilebilir!

Google Haberlere Abone ol

Nermin Biter

30 Kasım’da başlayıp 12 Aralık’ta bitecek olan COP28 (Taraflar Konferansı) içerisindeyiz. COP, iklim değişikliği konusunda, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin (UNFCCC) en üst karar alma mekanizması olarak kabul ediliyor. Yani varlık nedeni, tüm yaşamı her boyutuyla su götürmez bir gerçeklikle ilgilendiren iklim krizi ve yıkıcı etkilerinin çözümüne dair, taraf olan imzacı hükümetlerce nasıl ortaklaşılacağını tartışmak ve anlaşmaya varmak. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin kabul edilmesinden bu yana 31 yıl, ilk COP’tan bu yana 28 yıl, tarihi bir dönüm noktası olarak ilan edilen Paris Anlaşması’nın imzalanmasından bu yana ise 8 yıl geçti. Ve 31 yılın çok öncesinden başlayan ve artık hiç bir kesimin inkar edemediği bilimsel araştırmalar, artan bir kesinlikte aynı şeyi tekrar ediyor: Başta fosil yakıtların kullanılması ve doğal kaynakların aşırı derecede sömürülmesinden kaynaklı olmak üzere, küresel ısınma ve buna bağlı olarak gelişen iklimsel ve çevresel felaketlerle dünyada şimdiye kadar bildiğimiz yaşamdan bambaşka bir evreye geçmenin eşiğindeyiz.

Bu eşiğin, nasıl geçileceğine dair en önemli tartışma başlıklarından biri de “Adil Geçiş”.  Adil Geçiş, her ne kadar tarihsel süreçte, çıkış noktasından daha kapsayıcı ve çoğu zamanda bulanıklaşan bir yol izlese de, odağında aslında başta madencilik ve ilişkili sektörler olmak üzere, kömür ve diğer fosil yakıtlara dayanan sektörlerde çalışan emekçilerin, bu geçişte haklarının nasıl korunacağına dair taleplerle ortaya çıkmış bir kavram. İronik bir rastlantı ile COP28’de bu başlığın tartışılacağı 5 Aralık gününün hemen öncesinde, tüm dünyada 4 Aralık Madenciler Günü kutlanıyor.  Antik Roma döneminde, imparatorluğun zulmünden kaçarak,  Nicomedia (bugünkü İzmit) kentinde maden emekçilerine sığınan Santa Barbara’nın armağan ettiği gün olarak kabul edilen bu günde, kendi hayatlarını ve sağlıklarını riske atarak insanlığın gelişimi ve ilerlemesi için alın teri döken maden emekçilerine minnetler sunuluyor.

Antik Roma döneminden günümüze kadar sayıya ulaşmak imkânsız olsa da, biliyoruz ki en tehlikeli sektörlerden olan maden iş kolunda çalışırken yaşamını kaybeden emekçiler çok fazla. Örneğin, sadece ülkemizde, madencilikte yaşanan ve iş kazasından öte iş cinayeti olarak kabul edebileceğimiz olaylar nedeniyle 1941-2022 yılları arasında 3.000 civarında madencinin yaşamını kaybettiği, 100.000 kişinin de yaralandığı kayıtlara geçmiş durumda. Ki bu rakamlar, işlerinden kaynaklı olarak ortaya çıkan hastalıkları, bu hastalıklara bağlı gelişen sakatlanma ve ölümleri, kapsamıyor. SGK kayıtlarına göre, 2022’de çeşitli madencilik iş kolları ve ilişkili sektörlerde çalışan 56 kişinin meslek hastalığı tanısı aldığı yer alıyor. Bununla beraber, bu verilerin kayıt dışı çalıştırılma başta olmak üzere çeşitli nedenlerle gerçek rakamları göstermediğine dair makul şüpheler duymak mümkün. Üstelik maden iş kolunda çalışanlar, başta sağlıkları olmak üzere sadece kendilerine değil yakınlarına da yansıyan bir dolu olumsuz etki ile baş etmek zorunda kalmaya devam ediyorlar. Bir diğer deyişle yaşamlarını ciddi boyutta riske atma pahasına çalışıyorlar. Elbette bunu, küresel sömürü düzeninin ortaya çıkardığı geçim zorlukları nedeniyle ve hayatlarını sürdürmeye devam etmeye çalıştıkları için yaptıklarını anlamak güç değil. Kısacası günümüzde ekmek için ölümü göze almayı gerektiren bir iş kolunda çalışacak kadar cesaretli olmak, maden emekçileri için bir zorunluluk noktasında duruyor.

Öte yandan, madencilik faaliyetlerinden kaynaklı ortaya çıkan yaşamsal yüklerden biri de, başta soluduğumuz hava olmak üzere bütünsel olarak yaşam alanlarının kirletilmesi olarak karşımıza çıkıyor. Her geçen gün daha yakınımızda hissettiğimiz iklim felaketleri ve ekolojik tahribatın faturasını, hazırlıksız yakalandığımız salgın hastalıklarla, su ve gıda sıkıntısıyla, çölleşmeyle, zorunlu kitlesel göçler ve zorla yerinden edilmelerle, bu sorunlardan ayrı düşünülmeyecek çatışmalar ve savaşlarla en ağır şekilde taşımaya mecbur kalıyoruz. Hali hazırda yaptıkları işlerden dolayı yaşamları fazlasıyla risk altında olan maden emekçileri ve yakınları için ise baş etmek zorunda kaldıkları sorunlar katlanıyor. Meselenin en trajik tarafı da insanca bir yaşam sürdürebilmek ve yaşamak için geçinmek zorunda olmaları ikileminde, zorunlu olarak ekmek kapılarının ortadan kalkmasına dair ciddi kaygıların yine emekçilerin hanesine düşülmesi.

Bundan binlerce yıl önce Santa Barbara’yı uğradığı zulümden kurtaran maden emekçilerinin, o günün koşullarında insanlığın yükseltilmesi pahasına kendi yaşamlarını gözlerini kırpmadan tehlikeye atmalarının sonucunda, elbette kalkındırdıkları şeyin medeniyetlerin gelişmesi olduğunu kimse inkar edemez. Bugün ise, çok kesin bir netlikte şunu söyleyebiliriz ki, sanayi toplumlarının ortaya çıktığı 18. yüzyıldan günümüze değin, kalkınma planlarının odağına insanlık değil; eşitlik, adalet ve özgürlük önündeki en büyük engellerden olan küresel sermaye güçleri ve onların çıkarlarını önceleyen hükümet politikaları ve uygulamaları alınıyor. Şimdiye kadar geçen COP’larda da, “Adil Geçiş” tartışmalarının dönüp durduğu eksenin, daha yoğunluklu olarak “enerji üretimini kesmeksizin geçişin nasıl sağlanacağı”na dair olduğunu söyleyebiliriz. Erken emeklilik ve yeni iş tecrübelerinin kazandırılması çerçevesinde ele alınan ve açıkçası silik bir yerde duran emekçilerin hakları meselesi ise, özellikle gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin bu süreci nasıl organize edeceğine dair ciddi kaygılar içeriyor. Örneğin, güvencesiz ve kayıt dışı çalıştırılan işçilerin ne olacağı, şu anda mevcut olmasa da ilerleyen zamanlarda ortaya çıkabilecek meslek hastalıklarına dair sağlık takip ve bakım hizmetlerinin nasıl yapılandırılacağı, alternatif işlere yönlendirme sürecine doğrudan emekçilerin katılımının nasıl sağlanacağı, erken emeklilik koşullarının sağlıklı ve esenlikli bir yaşamı teminat altına ne ölçüde alabileceği, erken emekli olmasına rağmen sadece gelir açısından değil toplumsal yaşama dahil olma açısından da önemli bir etken olan çalışma hakkının kolaylaştırılarak nasıl korunacağı ve sıralanabilecek pek çok konu son derece muğlak bir yerde duruyor.

Öte yandan, “Adil Geçiş”le paralel düzlemde konuşulan “yenilenebilir enerjiye geçiş” tartışmalarının sacayaklarından biri olarak karşımıza, kurulacak üretim tesislerinde çeşitli metalik madenlere duyulacak ihtiyaç çıkıyor. Bu, yeni maden alanları ve madene dayalı yeni sektörler anlamına geliyor. Yenilenebilir enerji üretim tesislerinin, başta yerelde yaşayanlar olmak üzere toplumların ve halkların gerçek ihtiyaç ve taleplerinin göz ardı edilerek ve dönüp dolaşıp ekosistemlere olası yükleri hesaplanmaksızın yapılandırıldığına da tanık oluyoruz. Dolayısıyla, “adaletli”, “adil”  kavramından ziyade COP’ların gündeminin, üretim süreçlerindeki “geçiş”e odaklandığını ifade etmek zorundayız. Oysa, iklim krizine ve çevresel/ekolojik tahribata bağlı olarak ortaya çıkan felaketler, meselenin teknokratik çözümlerle değil, odağına temel hakları alan ve bunları yaşamda gerçekleştirme imkanı verecek köklü bir dönüşümü zorunlu kılıyor. Üretim süreçleri ve elde edilen ürünlerin paylaştırılması ve dağıtılması yöntemlerinden kaynaklanan yaşamsal krizleri yaratan aynı sistem yapılarının, bu dönüşümü gerçekleştirmek istemediklerini, krizlerin yükünü tüm insanlığa mal eden ve çözümü bir “hep beraber fedakârlık” noktasına getirmeye çalışan söylemlerinden anlıyoruz. Oysa, söz konusu dönüşümün gerçekleşmesi, insanlığın gerçek anlamda ilerlemesi, hayata geçirilmesi ve sürdürülmesi açısından yaşamsal bir önem taşımakta. Fedakârlık yapılacak en önemli nokta, yaşam açısından gerçek bir ihtiyaca karşılık gelmeyen üretim fazlalığı ve hızının bir an evvel tüm dünyada sonlandırılması.

Bu köklü dönüşüm, esasen neredeyse her alanda ve her anlamda nefessiz bırakılmış temel yaşam haklarının gerçekleştirilme koşulu olan doğal müştereklerin küresel sermaye tahakkümünden bir an evvel çıkarılması, sınırlar ötesi bir yaklaşımla savunulması, korunması ve sürdürülmesine dönük etkili politika ve yönetimlere bağlı.

Bunun için;

4 Aralık Dünya Madenciler Günü vesilesiyle; öncelikle en zorlu koşullarda çalışarak insanca yaşamak için ölmeyi göze almak zorunda bırakılan tüm emekçileri saygıyla selamlıyorum.  “Adil Dönüşüm”, hakların sadece iyi niyet beyanlarına sıkıştırılmış ve buharlaşan sözleşmelerin insafına bırakılarak değil, ancak ve ancak doğa ve toplumu birlikte savunanlarla gerçekleştirilebilir!