YAZARLAR

Çok ezen çok bilir!

Ben size yıllardır işte bunu da anlatmak istedim. Kimse anlatmak istemediği için daha çok anlatmak istedim. Hamaset paçalardan aktığı, hakikatler asla görülmediği, görülmek istenmediği, gizlendiği için daha da çok anlatmak istedim

Belki görmüşsünüzdür…
Geçen gün önce bir görüntü, sonra bir diğeri geldi.
Yer Muğla’da hastane koridoruydu. Kişiler, bir doktor ile hastaneye gelen bir uzman çavuş.

Sığ dünyamızın ancak hemen taraf seçerek, kalbini küçük, aklını güdük tutarak nasıl kendini yeniden ürettiğinin, bu davranışımızın hayırsızlığının sağlam bir örneğiydi.

İlk görüntüde koridordaki doktorlar ve sağlık çalışanları, doktorun darp şikâyeti üzerine polisin götürmekte olduğu uzman çavuşu alkışlıyordu.
Bu kamera görüntüsü bize şunu söyledi:
Hasta uzman çavuş, kendisine bakan doktora şiddet uygulamıştı ve giderken, hastane personeli, “Sen şiddet uyguladın, biz seni tedavi ediyoruz” mealinde kibarca ve topluca çıkışıyordu.

Bu görüntü, zaten çok yaygın olan “doktora şiddet” dalgasının bir parçası olarak vicdanımıza dokundu.
Ve çok sayıda kişi, tabii doktorlar, protesto etti.

Sonra…
Daha sonra, evet, ikinci bir kamera kaydı çıktı.
Bu kez tersine dönmüştü:
Doktorun hasta uzman çavuşa sözlü, hatta fiziki şiddet uyguladığını söylüyordu bu kez kamera.
Bu kez, doktorun Türk Tabipler Birliği Üyesi olup olmadığını dahi bilmeden, TTB’ye küfreden, doktorlara veryansın eden bir kitle ortaya çıktı, “uzmanımı yedirmeyiz” diye.

Kimi ilkine kimi ikinciye inanıyor, herkes kendi inandığından ötürü bir diğerini reddediyordu.
Kamera da ne yapacağını bilemiyordu haliyle.
Böyle kötü bir dünyayı, kötülük kuşatmasındaki, çoraklığındaki akıllar için kaydettiğine pişman olmalıydı!

Orada olmadığım için elbette “o sıradaki vaka”nın aslını tam bilemiyorum.
Tut ki, ikisi de şikayetçi olduğuna göre, doktor da hasta da mağdurdu ve karşılıklı “kötü davranış sahibi” idi!

İlgimiz orada kalıyor işte!

Sağlıkta dönüşüm derken baş döndüren bir “performans sistemi”yle doktorların ne hale sokulduğuna, o doktorun kaç saat çalıştırıldığına, 5 hatta 3 dakikada bir hasta bakma mecburiyetinin, uzun mesailerin, gizli ve açık şiddetin doktoru da hastayı da ne hale getirdiğine dair hiçbir sorumuz, sorgumuz, derdimiz, sıkıntımız, düşüncemiz, düşünce geliştirmemiz, düşünce değiştirmemiz yok.
Elbette bütün doktorlar aynı durumda değil, bütün doktorlar sadece şefkat olmayabilir ama çoğunluğu etkileyen şartlar öyle ve çoğunluk da şifa, iyilik, sağlık dağıtabilmek için çırpınıyor.

“Uzman çavuş”a gelince…
Elbette içlerinden “kötüler” çıktı, elbette mazlumken zalim olmayı seçen de vardır ama…
Silahlı Kuvvetler’in tam manasıyla proletaryasından söz ediyoruz. Astsubaylardan sonra, geçici olarak “gurur ve eziyet”i yaşayan erleri saymazsak, sivil memurların yanı sıra, en alttakiler.
Bir sözleşme ucunda teyellenmiş, orduevlerine girip bir çay içmeleri dahi yıllarca yasaklanmış, en ön safta ölüme sürülmüş, ama her fırsatta aşağılanan, hırpalanan, hakarete hatta kışla içi hiyerarşik fiziksel şiddete uğrayabilen, yıllar boyu yaş 45’e gelince “işe yaramazsın” diye işine son verilmiş, bazen o da beklenmeden kapıya konan, işsizlik dalgasında mensupları giderek daha da fazla sayıda üniversite, fakülte mezunu olan 70 bin kadar insan.


Demem o ki, ne birini alkışlayanımızın diğeri hakkında bir fikri oluyor, ne berikine arka çıkıp doktorlara saydıranın, gerçekte o sahip çıktığı insanın rütbe hiyerarşisinde maruz kaldığı insanlık dışı aşağılamalara dair bir sorusu, bir duyarlılığı var.
Sahip çıkacaksan, kışlada, garnizonda başına gelenler için de feveran etsene!

İsterseniz askeri anlatmayayım. Onların evlatlarından bir oğlu eski bir yazımla anayım.
Yaşayabilseydi belki askerliği seçecek belki de tam tersine uzak duracak, ama bugün 20’lerini bitirecek bir çocuğu:

“Ben size yıllardır işte bunu da anlatmak istedim. Kimse anlatmak istemediği için daha çok anlatmak istedim.
Hamaset paçalardan aktığı, hakikatler asla görülmediği, görülmek istenmediği, gizlendiği için daha da çok anlatmak istedim.
Şanlı derken, on binlerce mevcudun neredeyse yüzde 90'ının nasıl acılar çektiğini öğrendiğim, duyduğum, dinlediğim, binlerce mektuplu, elektronik postalı, sms'li, telefonda canlı sesli tanığım ve tanışım olduğu için çok çok anlatmak istedim.

Bunalımları, intiharları, acı çeken aileleri, ayrımcılığa uğrayan çocukları, aşağılamaları, yasakları, hakaret veya cezaları bilmezsiniz diye durup durup anlatmak istedim.
Bunun da demokrasi, insan hakları, adalet, hukuk meselesi olduğu hiç akıllara gelmiyor, hatta kendileri bile bazen böyle düşünmüyor diye bir daha anlatmak istedim.

Şimdi siz de düşünün:
Liseli genç...
Babası profesyonel asker...
Diğer asker çocuğu arkadaşlarıyla askeri kamptan denize girmek istiyor...
Onu içeri almıyorlar...
Çünkü babası uzman çavuş... Çünkü babası şehit düşerse, duruma göre, tabutu başına koşuşuyor komutanlar, bakanlar, başbakanlar...
Ama canlı ise, ne eşin dostun sokulduğu orduevi kapısına bir öğün yemek için yanaştırılıyor, ne eş, dost dolu askeri kampın kumuna, denizine kavuşturuluyor...
22 yıllık askerin çocuğu, tel örgülerden gizlice girmek, arkadaşlarının yanına gidebilmek istiyor...
Orada elektrik var...
Elektrik de biliyor, kim girer, kim giremez...
Bedenine çarpıveriyor 16 yaşındaki Emrah'ın...
Yere cansız seriveriyor!
Kimine göre, derler ya, Emrah zayiat...
Lakin ille de Emrah artık askeri kamp ve ayrımcılık şehididir!

İşe bakın ki ey ahali...
Ey hükümet...
Ey Genelkurmay...
O duvar, o duvarınız, o cumhuriyet ve demokrasi karşıtı yasaklarınız...
Şehit töreninin sessiz tabutlarında olduğu gibi...
Cansız Emrah'a artık vız geliyor...
Canlı, hayat dolu, umutlu bir çocuk ve bir genç olarak sokmadığınız o kıymetli askeri kampınızın hudutları dahiline, handiyse inadına, ceset olup düşüyor...
Hadi kovun o cesedi de oradan...
Misal olmasın, emsal olmasın, kuralları, töreleri, törenleri bozmasın...
Rütbeleri çiğnemesin, yerini, haddini, nizamını, babasını bilsin.
Hadi bir oda hapsi sallayın 16 yaşında bir cesede.

Bu da bir nevi bedelli askerlik işte!
Bedeli evladının canıyla ödeneni.”

Bu yazıları tekrar olsun diye koymuyorum.
O çocukları unutmadığım için, unutulmasın diye… Öyle dangıl dungul taraf seçerken, herkesin insan haklarının nasıl ezilebildiğini hatırlayalım ve sistemin özünün bu olduğunu, azınlık tahakkümlerinde, o piramitte tüm mağdurların, tüm acıların ortak olabileceğini bir zahmet bilelim diye işte!
En çok da mağdurların bilmesi umuduyla.

Çünkü serbest ezenler çok iyi biliyor; herkesi birbirine düşman ederek yürüttükleri bu tahakküm cehennemini.


Umur Talu Kimdir?

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan Talu, genç yaşında Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde önemli görevlerde bulundu. Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde yıllarca köşe yazıları yazdı. 1996’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Türkiye Basın Özgürlüğü ödülünü aldı. 1998 ve 2000 yıllarında TGC Yönetim Kurulu’na seçildi, 2001 yılında TGC Başkan Yardımcısı oldu. 2004 ve 2005 yıllarında yılın köşe yazarı seçildi.