YAZARLAR

Çocuğunu seçmek

Ne zaman çocuğunuzdan yana bir seçim yapsanız, dünyanın ve hayatın gizli saklı kalmış bir odasında yalnız sizin için açılmış küçük bir patikaya giriyorsunuz.

İnsan anasını, babasını, çocuğunu, ailesini seçemiyor denir ya. Tıpkı coğrafya kaderdir, lafı gibi umutsuzluğu ve acımasızlığı öğrenelim, bu iki yoksunluğu hayat düsturu edinelim diye ezberletilmiştir sanki bu laf da. “Ah benim kaderim” umutsuzluğu ile “madem bu haneye, toprağa doğdun, çekeceksin” acımasızlığından mürekkep bir çelik koza örülür bu laf her edildiğinde. Yalnız bir kereye mahsus olmak üzere geçerlidir. O da doğum anı. Sonrası ömür boyu süren bir seçim maratonu. Önce anne ve baba seçecek: “Çocuğum mu, el alem mi?” “Çocuğum mu, başkaları mı?” “Çocuğum mu, benim arzularım, özlemlerim mi?” “Çocuğum mu, benim sınırlarım, korkularım ve rahatım mı?”...

Bu seçimler silsilesinde “Çocuğum mu, kariyerim mi?” “Çocuğum mu, işi mi?” minvalinde olanları şimdilik bir kenara bırakıyorum. Bu kısım her bir aileyi kendisine hizmetkâr üreten bir kuluçka makinesi gibi gören devletin yapmamayı seçtiği işlerle ilgili. Ebeveynlere sosyal ve ekonomik destek, kreş, okul vb. altyapı olanakları sağlamadan; hane içi eşitliği garanti altına almadan, yani her hanenin bir suç mahalline dönüşme ihtimalini azaltacak tek bir adım atmadan; hatta bütün bu alanlardaki sorumluluklarını istikrarlı bir şekilde reddederek, “30 yaşından önce evlenip üç çocuk yapmayan bizden değildir” diye höyküren bir devlet, işin o kısmını bir seçimin konusu olmaktan çıkarmıştır çoktan. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek gibi, bu yolda çok uzun mücadeleler sonucunda edinilmiş her kazanımı ısrarla yok sayan, yok eden bir devlet, aileyi insanların kendisine ve birbirlerine mahkûm oldukları bir tür ceza ve tutukevi olarak görmektedir. Yurttaş olarak bize düşen her konuda olduğu gibi bu konuda da devlete sorumluluklarını hatırlatmak, haddini bildirmek ve ne zaman oramızla buramızla ne yapacağımız konusunda ahkâm kesmeye başlasa “hadi ordan” demektir.

İnsan ailesini seçer. Hatta aile her gün yapılan onlarca seçimle kurulur ve sürdürülür. Bu seçimlerin farkında değilizdir çoğu zaman ama, hanemizin sınırlarını ve nüfusunu seçimlerimiz belirler. Ne kadar söz sahibi olacaktır el-alem, konu-komşu, hacı-hoca, öğretmen, doktor, hemşire, neneler, dedeler, tanımadığımız insanlar ve nihayet devlet ne kadar girecektir aile dediğimiz insanlarla aramıza? Ne zaman girecektir? Ailenin hangi fertleri, ne için, kimlerle işbirliği edecektir. Aile, bütün o alabildiğine bencil otoriteler karşısında kendisinden yana seçim yaptığımız varlıklardan oluşur. Kendisinden yana seçim yaptığımız varlık çocuğumuz da olabilir, can arkadaşımız da, komşumuz da, kedimiz, köpeğimiz de.

'BENİM ÇOCUĞUM'

Boğaziçi Direnişi’nden tanıdığımız Can Candan’ın yönettiği Benim Çocuğum filminin ilk gösterimini tıklım tıklım bir salonda izlediğim günü dün gibi hatırlıyorum ve sanırım hiçbir zaman unutmayacağım.

LGBTİ+’ların ana-babaları, evlatlarını tanıma ve onlardan yana seçim yapma süreçlerini anlatıyorlardı. Kimse saklamıyordu bu haberi duydukları anın kendileri için ne kadar yakıcı ve yıkıcı olduğunu. Aile olmaya ise ancak o yıkımı tamir etmeyi seçtikten sonra başlamışlardı. Yalnız kendileri için değil, herkes için yeniden tarif ediyorlardı aileyi. Başka bir aile pekâlâ mümkündü. Her şeye, bildiğimiz genelgeçer hukuki, geleneksel, bilmem hangi akademik disiplinin bilmem hangi ölçütlere göre yaptığı tüm tariflere, bizzat ailenin müsebbibi olduğu kapkaranlık insanlık tarihine rağmen bambaşka bir aile tabii ki mümkündü. Aile denilen ortaklık, ancak onu sirayet ettiği her toplumu çürüten zulmün ve baskının yeniden üretildiği değil, hayata dayanışmayla tutunulan bir büyüme yeri olarak görüldüğü müddetçe yaşayabilirdi.

Yüzlerce kişi birbirimizden hiç utanmaksızın burnumuzu çeke çeke izlemiştik filmi. Işıklar yandığında dönüp salonu gözden geçirdiğimi hatırlıyorum. Pırıl pırıldı yüzler. Yalnız nemli gözlerde, yanaklarda akseden sinema salonu ışıkları değildi sebep, hüzünlü bir umut yerleşmişti havaya. Uzun uzun alkışladık. Bir müddet terk edemedik salonu, artık gitmemiz gerektiğinde de olabildiğince ağırdan aldık. Sanki biz dağılırsak o hüzünlü umut da dağılıp gidecekti. Birbirinin adını bile bilmeyen yüzlerce kişi, o an, orada birlikte olmayı seçerek aile oluvermişti. “Benim Çocuğum” kocaman bir aile kurmuştu. Salonu terk edip sokakta farklı yönlere dağıldığımızda ailemiz de dağılır mıydı acaba?

Sonra gözüm hep LİSTAG’ın (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks+ Aileleri ve Yakınları Derneği) üzerinde oldu. Seneler sonra devletin sözüm ona muhafazakâr politikalarla, her türlü berbat işinin sorumluluğunu yıktığı aileye neler oluyor acaba diye araştırmaya başladığımda LİSTAG her zamankinden daha çok aklımdan geçmeye başladı. İki farklı ve birbirine taban tabana zıt aile tarifi vardı karşımda. Biri her bir aileyi devlet çarkının ihtiyaç duyduğu kanı pompalayacak bir organ olarak görüyor, diğeri ise dayanışarak hayatta kalma, dünyayı herkes için daha yaşanır kılma arzusunu örgütlüyordu. Çünkü her birimiz için yaşamak ancak dünyayı herkese yer olan bir genişlikte tarif ettiğimiz için mümkündü. Çocuğumuzun iyi, güvenli, kendini bilip tanıyarak, gerçekleştirerek yaşayacağı bir dünya kurmak istiyorsak, bu şeyi herkesin çocuğu için istemeliydik. Hani var ya şu aile ve fonksiyon meselesi. İlkinde ailenin fonksiyonu kurulu düzene asker ve hizmetkâr yetiştirmek, ikincisinde ise doğmak isteyip istemediği kendisine sorulmamış birinin seçtiği hayatı yaşaması için dayanışmak. İkisine de aile diyoruz ama görün bakın ne kadar farklılar birbirlerinden. Aradaki farkın sebebi ebeveynin yaptığı seçim: İlkinde seçimleri hep el-alem, akrabalar, komşular, cemaat, cemiyet ve devlet kazanıyor; ikincisinin kazananı ise ailenin kendisi. Çünkü ebeveyn ne zaman “benim çocuğum” dese hem kendisi hem de bütün toplum için zorlayıcı ama aynı zamanda özgürleştirici ve kurucu bir seçim yapıyor. Kendi çocuğuna yaşam alanı açmak üzere başlattığı girişim, dünyanın tozunu silkeleyip pasını temizliyor ve hayata ilişkin bildiğimiz her tarifi tazeliyor. Dünyayı çocuğu için daha güvenli bir yer kılmak üzere çocuğuyla değil, dünyayla mücadele eden ebeveyn yalnız başkalarının çocuklarına değil, o çocukların ana-babalarına da ilham kaynağı oluyor. LİSTAG’ın öyküsünde herkes için bir hisse olmasının sebebi de bu.

İKİ AİLE

Şöyle bir düşünün. Türkiye’de yaşıyorsunuz ve LGBTİ+ bir çocuğunuz olduğunun ayırdına vardınız. Bu farkındalık, sizi bir seçim yapmak zorunda bırakacak. Çocuğunuzu bir şekilde “disipline” etmeyi, yani kendisini budayıp toplumla uyumlu biri olmasını seçebilirsiniz. Bu, bir bakıma kendi çocuğunuzdan vazgeçmeniz, onu el-alemin arzu ettiği türde standart biri olmak üzere kesip biçmek anlamına gelecek. Size birçok bahane sunulmuş olacak çoktan. “Bu hastalık” denecek mesela, “günah” denecek, “ayıp” denecek ve hatta “suç” denecek. En “merhametliler” bile “bu memlekette olmaz, yazık olur çocuğa, rahat bırakmazlar” diyecekler mesela. Dahası sizi ve çocuğunuzu rahat bırakmama işini bizzat üstlenecekler.

Çocuğunuzu kalabalıkla uyumlu bir insan olmak üzere disipline etmek için başvurduğunuz yolda, hem siz hem de çocuğunuz sürekli suçluluk ve utançla tehdit edileceksiniz. Çocuğunuzla aranıza herkesi almış olacaksınız böylece, ilişkiniz öyle kalabalıklaşacak ki birbirinizi duyamayacaksınız, birbirinize dokunamayacaksınız. Yabancılaşacak ve ilk fırsatta birbirinizi terk edeceksiniz. Hani “merhametliler” demişlerdi ya, “bu memlekette olmaz, yazık olur çocuğa” diye. İşte o kehaneti hem de kendi ellerinizle gerçekleştireceksiniz. Üstelik bu sizin, kendi seçiminiz ve mesuliyetiniz olacak. Kimseyi değil yalnızca kendinizi ve çocuğunuzu suçlayacaksınız. Zamanla başlangıçtaki korkularınızı, çekincelerinizi, telaşınızı unutacaksınız. Çocuğunuzun ve ona duyduğunuz sevginin yerini içinizde büyüttüğünüz hayıflanma ve öfke alacak. Kaderin sizi cezalandırdığını düşüneceksiniz. Kim bilir ne günah işlemiştiniz? Ya da başkalarını suçlayacaksınız. İzlediği filmler, okuduğu kitaplar ya da edindiği kötü arkadaşlar yüzünden olmuştur mutlaka. Çaresiz kendinize acıyacaksınız. Öfkenizi muhtemelen çocuğunuzdan çıkaracaksınız. Oysa çocuğunuz LGBTİ+ olmayı seçmedi ama siz ondan vazgeçmeyi seçtiniz. O var olmasın diye elinden geleni ardına koymayan bütün bir dünyayla el ve işbirliği içinde olmayı seçen sizsiniz. Başlangıçtaki pazarlığı hatırlıyor musunuz? Tam olarak ne içindi? Çocuğunuzun canı ve geleceği miydi mesele yoksa el alemin, akrabaların, komşuların, cemaatin, cemiyetin, devletin sizin hakkınızda ne düşüneceği mi? Peki çocuğunuzu seçtiğinizde ne olur? LİSTAG üyelerinin yazdıkları, anlattıkları hikâyeleri okuyor ve dinliyorum. Onların tarif ettiği aile, hepimizin kolayca başvurduğu sevgi, hatta koşulsuz sevgi, merhamet, bağlılık gibi kelimelerle sınırlarını ördüğümüz klişeden çok farklı. Kısaca özetlemenin bir yolu yok. Çünkü ihtimaller öyle çoğalıyor ki... Anlayabildiğim kadarını şöyle özetlesem: Ne zaman çocuğunuzdan yana bir seçim yapsanız, dünyanın ve hayatın gizli saklı kalmış bir odasında yalnız sizin için açılmış küçük bir patikaya giriyorsunuz.

Yok olmayacak. Anne olmadığım bilgisi o patikada yürümeme mâni oluyor. Hadi şuradan gidelim: Diyelim ki çocuğunuz yok, peki, seçiminizi, yapayalnız fırlatıldığı bir dünyanın tüm yargıları ve önyargılarıyla, türlü çeşidini icat ettiği örgütlü şiddetiyle mücadele etmek zorunda olduğunu bildiğiniz birinden yana yaptığınızda size ne olur? Güçlenir misiniz, zayıflar mısınız? Dünyanız daralır mı, genişler mi? Kalabalık olanın gücünden yana değil de, dışlanan ve azlık olandan, öteki ilan edilenden yana seçim yaptığınızda aklınız nasıl işlemeye başlar? Kalbiniz nasıl atar? Yaşadığınız dünya ve başka canlılar hakkındaki duygularınız, düşünceleriniz nasıl değişir? Ya kendi hakkınızdaki hissiyatınıza ne olur? Böylesi bir tercih yaptıktan sonra kendinize acır mısınız yine? “Başınıza gelenleri” büyük bir haksızlık ve kaderin bir oyunu gibi görüp hayatınızı “mutlu olmak üzere seçilmemiş”lerden biri olmanın haset dolu kederi içinde yaşamanız mümkün müdür artık? Seçiminizi zulme, ayrımcılığa uğrayıp türlü çeşit yollarla incitilenlerden yana yaptığınızda azalır mısınız, çoğalır mısınız?

Cevaplar sizde! Herkesin cevabı kendinde!


Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.