Cihan Tuğal: Sol seçmen de HDP’yi etnik bir parti olarak algılıyor

Kaliforniya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Cihan Tuğal, HDP’nin içindeki birçok aktörün partiyi 'sosyalizmin ve Kürt hareketinin partisi' olarak gördüğünü ancak ‘sol’ veya ‘ilerici’ seçmenin çoğunun sadece ‘etnik bir parti' olarak algıladığını belirtiyor: "Bu AKP yıllarının değil, son otuz-kırk yılın özeti. Bu mesele çözülmeden Türkiye’de barış da, demokrasi de mümkün olmayacak.”

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Türkiye için 3 Kasım 2002 genel seçimi tarihi bir önem taşıyor. AK Parti’yi tek başına iktidara taşıyan bu seçim, 1990’lı yıllar boyunca devam eden koalisyonlar döneminin sona ermesi anlamına geliyor.

Sağ-muhafazakar alanın temsilcisi, siyasal İslam'ın politik bir varyasyonu olarak değerlendirilen AK Parti, 19 yıl boyunca aşama aşama devlet iktidarının hemen tüm mekanizmalarında hâkimiyet kurabildi. İstikrarlı bir şekilde sürdürdüğü güç mevcudiyeti karşısında durabilmek için deyim yerindeyse muhalefet de akla karayı seçiyor. Bunun yanında hareket alanı halihazırda zaten kısıtlı olan Meclis içi muhalefetin ise somut etkisinin olmadığı eleştiriliyor. Peki AK Parti iktidarının bugünlere gelmesinde solun stratejik hataları nelerdi? Rejimin, muhalifleri paralize etmeyi amaçlayan ama 'kendi imhasını da hazırladığı' değerlendirmelerinin de yapıldığı uygulamalarına ilişkin neler söylenebilir?

 

2005’ten itibaren Kaliforniya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışan, "Pasif Devrim", "Türk Modelinin Çöküşü", "Caring for the Poor" gibi kitapların yazarı olan Cihan Tuğal’a sorduk.

Bir milletvekili meclisten alınıp, karakola götürülüyor. Aynı anda büyük bir seçmen kitlesi olan bir partinin kapatılmasına ilişkin adımlar atılıyor. Hafta sonu, gecenin bir vaktinde İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılıyor. Yine aynı günlerde Merkez Bankası başkanı değiştiriliyor. Bu durumu 'freni patlamış kamyon' benzetmesi yaparak değerlendirenler de var fakat sanki o kamyon yoluna devam ediyor. Bunun dış politikayla, ABD ile ilişkisi var mı?

Ciddi bir kriz olduğu doğru. Ancak şimdiye kadar rejim krizden beslenerek büyüdü. Genel gidişata oturtarak bakacak olursak, işin şaşırtıcı görünen kısmı, bu karanlık hafta sonunun bir kaç aylık bir “hukuk” söyleminin ardından gelmiş olması. Bu söylemin boş laftan öteye giden boyutları da vardı. “Milli ekonomi”nin baş mimarlarından gibi gösterilen Albayrak’ın görevden el çektirilmesi gibi. Bu açıkça küresel sermayeye bir göz kırpma hamlesiydi. Ne var ki, hukuk ve reform gibi, milli ekonomi de, Albayrak’ın ekonomik rolü de çoğunlukla görüntüden ibaretti. Yani, bir kişinin ipinin çekilmesi, aslında aşırı büyük bir anlam taşımıyor. Bütün bu uygulamaların bizi getirdiği yer, yepyeni bir yönden ziyade, yön eksikliği. AKP, ilk iki döneminin aksine, tutarlı bir rota çizemiyor.

Rejimin kadro yapısı, Türkiye’nin İslamcı ve milliyetçi geleneklerinin tutarsızlıkları, bunun bir sebebi. Diğer sebep de, sizin de belirttiğiniz gibi, küresel siyasetteki tıkanıklık. Şu anda dünya ekonomisi ve diplomatik-askeri dengeler, belirli bir yöne işaret etmiyor. Artık bir Amerikan modeli, AB modeli yok. Çin modeli ise hâlâ oluşma aşamasında ve hegemonik kapasitesinin bir zamanların Amerikan hegemonyasına benzer bir düzeye gelebileceği şüpheli. Böyle bir ortamda, rejim karanlıkta atış talimi yapmak durumunda kalıyor.

‘İKTİDARLIĞI BOYUNCA PARTİNİN İLERLEYİŞİNDE HİÇBİR DEĞİŞİKLİK YOK’

“Artık bir Amerikan modeli, AB modeli yok” derken ne kast ediyorsunuz?

Amerika, 1973’te Şili’den başlayarak, neoliberal bir model dayattı tüm dünyada. Sovyet Bloku’nun çöküşü ve AB’nin yükselişi ile birlikte, buna liberal, formel bir demokrasi de eklendi. Yani darbeci neoliberalizmin yerini, “demokratik” neoliberalizm aldı yavaş yavaş. Türkiye’de bu bileşime muhafazakar din de eklendi ve bunun adına “Türk modeli” dendi. ABD-AB Türk modelini diğer İslam ülkelerine yaymaya çalıştı. AKP, 2010-2013 bandına kadar bunun baş aktörüydü. Ancak neoliberalizm de, temsili demokrasi de krizde şu anda. Hem de anavatanlarında. ABD ve AB bunları Türkiye’den başlayarak tüm İslam alemine yayamadıkları gibi, kendi ülkelerinde dahi sürdüremez hale geldiler. Türkiye’deki kafa karışıklığı da kısmen bu küresel başıbozukluktan kaynaklanıyor.

Rejimin, muhalifleri paralize etmeyi amaçlayan ama kendi imhasını da hazırlama ihtimali olan uygulamalarına ilişkin komplo teorileri de ileri sürülüyor. Bu derece yanlış hamlelerin Erdoğan’a dışardan müdahale ile yapıldığına ilişkin komplo teorilerinden bahsediyorum. Siz nasıl yorumluyorsunuz?

Komplo teorilerinden uzak durmayı tercih ediyorum. Komploların siyasette ve tarihte yeri büyüktür, ama komplo söylentileri bunu olduğunun birkaç katıymış gibi gösterir. Rejimin kendi iç yapısı ve küresel ekonomik-diplomatik-askeri dengeler, olup biteni yeterince açıklıyor. Gizli bir el düşüncesine baş vurmadan da bu riskli hamleleri anlayabiliriz. Dokuz yıl önce de AKP’nin kendi yoluna dinamit döşeyerek ilerlediğini söylüyordum. Partinin bu huyu hiç değişmedi. Sadece bu dinamitlerin patlayıcılığı arttı.

‘ZEKİ MÜREN KENDİLERİNDEN ÇOK DAHA SORGULANAMAZ BİR MİLLİ DEĞER’

Muratları farklı olsa da Mustafa Kemal, Abdülhamit, Erdoğan… 'Avrupa ülkelerinden farklı' bir rejim yaratma derdimiz hep var. Bu niye? Ne olursa yerleşik hale gelir bu ülke?

Bu dertle bir parça barışmalıyız. İronik bir durum… “Bize özgü” olma saplantısı, bize özgü değil. Hindistan’a bakın mesela. Gandhi ile başladı bu çıkış, bugün Modi ile sürüyor. Mao, Putin rejiminin ideoloğu Dugin, aynı arayışın farklı dışavurumları. Bu arayışın objektif temelleri var. Ancak bu temeller, sağcı ideolojilerin vurguladığı mutlak farklılık değil. Her coğrafyanın, “eşitsiz ve bileşik” bir dünya tarihinde tuttuğu özel yer… Anlamamız ve kuramsallaştırmamız gereken bu. Dolayısıyla, Türkiye’yi daha güzel günlere taşıyacak bir siyaset de, ancak bu bütünsel tarih içindeki özgül yerini kavrayarak geliştirilebilir. Alternatif bir duruşun nüveleri, biraz dağınık şekilde olsa da, dünya düşünce tarihinde de, Türkiye siyasetinde de var.

Düz bir Batı öykünmesi de, “milli”ci mutlakçılık da bu alternatif gelenekleri kucaklamamız önünde engel. Kadın katillerine kalkan olan bir rejim, kadınları koruyan kanunların “eşcinselliği meşrulaştıran” gayri-milli müdahaleler olduğunu söylediğinde, “yerlilik”e karşı diş mi bilemeliyiz? Yoksa topluma, günümüz kadın düşmanlığının küresel bir karşıdevrim olduğunu mu hatırlatmalıyız? Mutlak “milli”cilik, baskıyı ve sömürüyü doğallaştıran küresel bir düşünce akımıdır. Bu iktidara verilecek en güzel cevap da, Zeki Müren’in kendilerinden çok daha sorgulanamaz bir milli değer olduğudur. Bu topraklarda eşcinselliği meşrulaştıran uluslararası sözleşmeler değil. Eşcinselliği meşrulaştıran, şiir ve müzik geleneklerimizdir. Eşcinselliği meşrulaştıran, dünyanın bir çok yerinde homofobiyle özdeşleştirilegelmiş futbol taraftarlarına, eşcinselleri sahiplendiren slogan attıran LGBTQ hareketimizdir. 

‘KADRO YETİŞTİRMEK VE BU KADROLARIN KİTLE BAĞLARINI KURMAK GEREK’

Merkez sağ ve siyasal İslam'ın yeni bir devlet rejimi kurduğu düşünülüyor. Bu yeni devlet rejimi karşısında parlamenter mücadele içinde yapılacak bir şey kaldı mı?

Rejim parlamentoyu tamamen kendine tabi kılmak için elinden geleni yaptı, çoğunlukla da başarılı oldu. Fakat Türkiye’de meclis aracılığıyla yapılabilecek olanlar, zaten her zaman çok kısıtlıydı. Ve başarılı toplumsal hareketlere bakacak olursanız, asıl güçlerini meclis dışında kurmuşlardır. Meclis'teki varlıkları ve etkileri ancak bunun sonucudur. Buna İslamcı hareket de dahil. Bu yüzden, “Eskiden Meclis'te çok şey yapılabiliyordu, şimdi ise işlevsiz” gibi bir toptancılığa düşmek istemem. Elbette bugün meclisteki en etkin muhalefet boğuluyor ve bu kısa vadede meclisin işlevselliğini etkileyecektir. Ancak yürürlükte bir meclis olduğu sürece, toplumsal muhalefetin bir ayağının da mutlaka orada olması gerekir.

Kadına yönelik politikalardan, TOKİ örnekli şehirleşme modellerine… Uzun iktidarlık dönemlerinin toplumu şekillendirdiği, fikir empoze ettiği, ideolojiye uygun davranışları yaygınlaştırdığı düşünülürse Türkiye toplumu için uzun bir süre sokak hareketleri, en basit hak mücadelesi talepleri dahi uzak bir ihtimal mi?

Üzerimize çökmüş olan umutsuzluk halini iyi ifade ediyor bu iki sorunuz. Hem meclis, hem sokak artık bir işe yaramayacakmış gibi görünüyor. Temkininize katılıyorum. Nasıl ki Meclis meselelerimizi çözmenin temel adresi değilse, sokak da, kendi başına, bunun adresi olamaz, özellikle şu andaki koşullarda. Ancak bu mücadele alanlarından çekilmek de hata olur. Çok genel bir gerçeği vurgulamak istiyorum: Koşullar ne olursa olsun, nitelikli kadro yetiştirmek ve eş zamanlı olarak bu kadroların kitle bağlarını kurmak her dönemde zaten yapılması gerekenler. Bunlar oluşturulduktan sonra, Meclis mi, sokak mı, dernek mi, kurumlar mı öncelikli siyaset mecrası olmalı… Bu her döneme, her mecraya göre ayrıca değerlendirilir. Karamsarlığa kapılmadan, ama içinde bulunduğumuz ortamın karanlığını da göz ardı etmeden, siyaset üretmeye devam etmek gerekiyor.

‘ORTA SINIFLAR PROLETER BİR ÖNDERLİK OLMADAN AYAKLANINCA YÖNSÜZ OLUYOR’

AK Parti iktidarının bugünlere gelmesinde solun stratejik hataları nelerdi? Üç dört örnekle anlatmanızı rica etsem, hangi olaylara, siyasal değişimlere dikkat çekerdiniz? “Yetmez ama evetçiler” örneğini asla kastetmiyorum.

Rejimin ilk yıllarında tam bir dağınıklık söz konusuydu. “Yetmez ama evet” durup dururken zemin kazanmadı. 2010’a giden süreçte, sol derli toplu bir şey söyleyemedi. Bunda (yine) “bize özgü” dinamiklerin rolü olsa bile, dünya solunun dağınıklığı da belirleyici oldu. 1990’lardan 2010’lara kadar çok güzel fikirler üretildi dünya çapında. Örneğin post-kolonyalizm, “multitude.” Ancak bunlar somut anlamda siyaset üretilmesini kolaylaştıran kuramlar değildi. Başka bir deyişle, solun ana stratejik hatası, stratejisinin olmamasıydı. İşte bu boşlukta, Marksizm, sosyalizm ya da sosyal liberalizm soslu bir rejim taraftarlığı ya da rejime müsamahakârlık serpilip gelişebildi.

Gezi ayaklanması, “Yetmez ama evet”in bir sebep kadar sonuç da olduğunu gösteriyor. Tarihimizin en büyük kent ayaklanması, kadro ve ideoloji boşluğundan dolayı, büyük bir toplumsal dönüşüme yol açamadı. Sol çevreler, ya liderliğe soyunmamayı tercih ettiler ya da maksimalist biçimde bu ayaklanmayı devrime dönüştürmeye çalıştılar. Gezi bir devrimle sonuçlanamazdı ama, yeni kurumsal formların, büyük kitle örgütlenmelerinin yolunu açabilirdi. Bazı kurumsal girişimler oldu tabii (forumlar, işgal evleri) ama bunların kitleselliği sınırlı kaldı.

Gezi için “Büyük bir toplumsal dönüşüme yol açamadı” dediniz. Talepleri doğrultusunda yarattığı etki her ne kadar tarihi bir önemde olsa da nicelik olarak Gezi’ye halk hareketi diyemeyiz sanırım. Bahsettiğiniz nedenler dışında bu yüzden dönüşüme yol açmamış olabilir mi?

Kısmen evet. Gezi konusunda çok söz söyledim, hepsini tekrar etmek istemiyorum. Sorunuza cevaben... Bence bir halk ayaklanmasıydı, ama hakim renk ve nitelikleri itibariyle orta sınıfların damgasını taşıyordu. Ancak bu orta sınıf nitelikleri, kendi başına bir dönüşüm engeli olarak görmüyorum. Poulantzas’ın da anlattığı gibi, sosyalist bir dönüşüm için, orta sınıfların mobilize olması, fakat bunun proleter önderlik altında yaşanması gerekiyor. Poulantzas’ı, 2011-2013 ayaklanmalarına dayanarak, biraz açalım şimdi. Orta sınıflar, proleter bir önderlik olmadan ayaklanınca –bu ayaklanmaya daha yoksul kesimleri çekseler bile– bir dağınıklık, yönsüzlük, hatta kaypaklık oluyor. Bedeli de daha yoksul kesimler ödüyor. Bazen hayatlarıyla. Gezi’de yaşanan buydu.

‘BİR MANİVELA VAR: EKONOMİYE SOLDAN BAKMAK’

Bugün yaşananlara bakarak solun kilit sorunu ne size göre?

Bir kilit, az evvel değindiğim üzere, “milli”lik ve İslam konusunda takınılacak tavırlar. Diğeri ise, Gezi öncesi ve Gezi sonrası dönemi de kesen, HDP/Kürt hareketi meselesi. Her durumda belirleyici bu mesele. Bu konuda basit bir “stratejik hata”dan ziyade bir çıkışsızlıktan söz etmek istiyorum. Yani iyi niyet veya taktik ustalıkla hemen çözülebilecek bir konu değil. Bir taraftan, Kürt hareketi Türkiye’nin en kitlesel, en yerleşik toplumsal muhalefeti. Bu hareket olmadan, kalıcı bir toplumsal dönüşüm düşünülemez. Diğer taraftan, Kürt meselesi, hem bu rejim, hem devlet geleneğimizin elinde sosyalizmi ve demokrasiyi yüzde ona hapsetmek için en büyük silah. HDP’nin içinde birçok aktör bu partiyi sosyalizmin ve Kürt hareketinin partisi olarak görüyor. Ancak “sol” veya “ilerici” seçmenin çoğu dahi, partiyi sadece ve sadece “etnik” bir parti olarak algılıyor. Yıllarca süren çalışmalara rağmen bu algı değiştirilemedi. Bu mesele çözülmeden Türkiye’de barış da, demokrasi de mümkün olmayacak. Kürt hareketinin toptan dışında durmak da, bu hareketi esas yön belirleyici olarak kabul etmek de birçok sol veya ilerici çevrenin ana eğilimi olageldi. Bu AKP yıllarının değil, son otuz-kırk yılın özeti. Benim umudum, Kürt hareketinin kilit rolünü inkar etmeden, HDP’nin şu andaki halinin ötesinde çözümler arayan siyasi çevrelerde. Bunların bir kısmı şu anda HDP’nin içinde, bir kısmı kıyılarında, bir kısmı HDP’nin müttefiki. Bu arayışlar bir yere varır mı, bunu önümüzdeki yıllarda göreceğiz.

Çözüm öneriniz nedir?

Tek bir çözüm yok ama, tüm bu mecralarda bir rahatlamaya yol açabilecek bir manivela var. O da ekonomiye soldan bakmak. 1980’lerden beri ekonomi merkezin ve de sağın alanı haline geldi. Ama serbest piyasacı uygulamalar artık kendini tüketmiş durumda. Amerika’da bile sol, ekonomik alternatifler üzerinden yükseliyor. Bizde ise, iş cinayetleri bile kitlesel bir muhalefet mecrası haline gelemiyor. İşçi ölümlerinde dünya birincisi olmamıza rağmen… Tüm dünya serbest piyasacı deli gömleğinden kurtulmaya başladıkça, Türkiye’de de sol için yeni kitleselleşme fırsatları oluşacak.

Emek-sermaye ilişkileri bu kadar güçlü iken, yargı tasfiye edilmiş, devlet içindeki tüm mekanizmalar muhalifler aleyhine dönüşüme tabi tutulmuşken iş cinayetleri kitlesel bir muhalefet haline nasıl gelebilir?

Siyasetin parametreleri değişecek önümüzdeki dönemde. O ortam değişikliği bazı ekonomik ve sınıfsal mecralarda kitleselleşme olanakları yaratacak. Siyasetin görevi, birkaç mecrayı sistematik biçimde deneyip hangisinin en iyi verim verdiğine bakmak. Bu çalışmalar zaten başlamış durumda.

 
Etiketler cihan tuğal hdp akp