YAZARLAR

Cihan Aktaş: Çözüm, halkın sesinde Hakk'ı aramakta

Cihan Aktaş, sorunlarımızın bir kısmının Türkiye’nin kırık dökük uluslaşma ve modernleşme tecrübesinden kaynaklandığını düşünürken, başka tecrübelerin kavramlarını kullanarak bir ulusun manevi varlığının tehdit edildiğini düşünmesini çarpıcı bir paradoks olarak niteliyor. Aktaş’a göre acı çeken kesimleri bir tür kısır döngüden çıkaracak bir siyaset dili için içtenlikle çaba göstermek mümkün ve bu da Hakk'ı, halkın sesinde aramaktan geçiyor.

Muhafazakarlık ve radikal Batıcılık sarmalına girmiş bir Türk modernleşmesinin nasıl bir serencam arz ettiğini, dindarlığın geçirdiği sosyolojik dönüşümü, Doğu-Batı dikotomisini, muhafazakârlık ya da dindarlığın Türkiye’de neo-liberalizmle girdiği tuhaf ilişkiyi, bu olguları içerden ama eleştirel bir dille ele alabilen bir isimle, Cihan Aktaş’la konuştuk.

KIRA DÖKE ULUS YARATMA İŞLEMİ BÜTÜN TOPLUMU ETKİLEDİ

Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyet’in başından beri var olan Batı-Doğu, modern-geleneksel ikilemi sizce hâlâ tüm gücüyle devam ediyor mu yoksa aşıldı mı? Aşılamadıysa sizce nedenleri ne olabilir?

Bir ikilem hep farklı kalıplarda devam ediyor ama sadece Türkiye’de değil, her yerde. İkilem elbette tereddüt ve kaygılar içerir. Osmanlı'nın çöküşü bir travma oluşturdu. Bir gecikme telaşıyla Batı’ya özgü kalkınmanın kısa yollarını arıyoruz. Oysa çöküşümüze yol açan sebeplerle yüzleşseydik her şeyden önce eleştirel düşünceye duyduğumuz ihtiyaçla karşılaşacaktık. Bunun anlamı da kendimizi savunma veya suçlama ikileminin ötesinde, değerlendirme imkânı demek. Osmanlı’nın çöküşünün ağır dersleri bizi buna yaklaştırmıştı, ancak orada da vahim bir yanlışlık yapıldı ve modernleşmenin “asrileşme” şeklindeki yorumu öne çıkarıldı. Asrileşmeye bağlı tahakküm de mütedeyyinlerde içe kapanma sonucunu doğurdu. Halkın azımsanamayacak bir kesiminin karar mekanizmalarından dışlandığı bir sistemin ise koca imparatorluk yüzyıllarının süreğinde tevarüs edilmiş sorunları aşması beklenemezdi. Askeri darbelerle kendi modernleşmesini arayan topluma sürekli darbe gibi gurur kırıcı yöntemlerle bir biçim verilmeye çalışıldı. Bir toplumu var eden zengin unsurları kıra döke "ulus yaratma" işlemi sadece tek tek kişileri değil, halka halka genişleyerek bütün toplumu etkiledi. Gerçekten acı çeken kesimleri bir tür kısır döngüden çıkaracak bir siyaset dili için içtenlikle çaba göstermek elbette mümkün. 1990’larda İslami kesim böyle bir dil inşa etmeye başlamıştı ancak ilerleyen süreçlerde siyaset çarkı içinde dağıldı o umut verici söylemler de…

BATI’DAN NEFRETİYLE ÖN PLANA ÇIKAN ÜLKELERDE GENÇLERİN BATI’YA GİTMEK İÇİN CAN ATMASI BÜYÜK BİR AÇMAZ

Sizce ülkemizin var olan sorunlarına çare tam ve eksiksiz bir Batılılaşmadan mı yoksa Doğu içerisinde kendisini konumlandırmadan mı geçiyor, ya da ikisinin arasında bir yerde mi? Peki tüm bunların dışında başka bir bakış açısı mümkün müdür?

Kuşkusuz şablonlarla değil kendine has, kendi toplumunun ihtiyaç ve potansiyellerini dikkate alan bir çözüm yolu en doğrusu. Doğu’dan da Batı’da iyi olan alınabilir, ne sakıncası var? O açıdan ele alırsak da ne tek tür Doğu var ne tek tür Batı. Thoreau’yu Batı’ya indirgeyebilir miyiz, Stalin Doğu’da yaşadı diye övebilir miyiz? Yaşadığımız çözümsüzlük hâlinin bambaşka açıklamaları yapılmalı. Mütedeyyinler -Mustafa Kutlu’nun bir kitabının da çağrıştırdığı şekilde- yoksulluğun “içerilerde” olduğunu düşünürlerdi. Küreselleşmeciler kırk yıldan beri alternatifin bulunmadığını söylüyorlar ve buna inandırdılar da…

Elbette küresel bir kriz var ve küreselleşme söylemleri bunu derinleştirmekten öte gidemedi. Sovyetlerin geri çekilmesinin boşluğu, yeni bir kutuplaşma figürünün de boşluğu oldu. Wallerstein, “Belalı bir döneme giriyoruz” demiş ve bu dönemin elli yıl süreceğini söylemişti. ABD Demir Perde’nin çöküşünden bu yana terörizme karşı savaştığı gerekçesiyle Müslüman toplumların sorunlarını bombardımanlarla derinleştiriyor.

Bir yandan Batı’ya nefret üzerinden bir siyaset dili kuran ülkelerde gençlerin bir şekilde Batı ülkelerine gitme çabası içinde olmaları üzücü bir açmaz. Müslüman toplumlarda potansiyellerini hayra dönüştürebilecek karşı eğilimler, şiddetli çatışmalara sürüklenerek kan kaybediyorlar.

MUHAFAZAKARLIK SAVUNMACIDIR, İSLAMİ BİR HAYAT TARZI İSE BİR TEYAKKUZ HALİ GEREKTİRİR

“Ezansız Semtler” yazısında Yahya Kemal, İstanbul’un Batılılaşmış semtlerinde ezanın otoritesinden mahrum biçimde büyüyen Müslüman çocukların biçareliğine hayıflanır. Yahya Kemal şu an Türkiye’ye baksaydı muhafazakârlığın ve dindarlığın yükselişinden memnun olur muydu sizce?

Muhafazakârlıkla Müslümanlığın buluşmadığı noktaları ele almadan bu soruyu cevaplandırmak mümkün değil. İçinde bulunduğumuz dönemdeki açmazlarımızın biri, kendini daima borçlu hisseden İslamcılarla kendini sürekli alacaklı gören muhafazakarların söylemlerindeki karışma. Muhafazakârlık elinde olmadan yaşanan değişimler karşısında kötümser yorumlarla savunmaya geçen bir konum, bir ideoloji. İslami bir hayat tarzı ise olguları sürekli yeniden fark etmeyi sağlayan bir teyakkuz halini gerektirir. Dünya hayatı bir imtihan ise bu imtihan sürekli yeni sorular çıkartır müminin önüne. Bana göre İslami bir hayat tarzı, kusuru önce kendinde aramayı, muhatabının haysiyetini en az kendisininki kadar gözeterek söz söylemeyi öğretmeyi amaçlar. Hüsnüniyet daha dindarânedir her zaman. Ne olursa olsun gücün değil, ne olursa olsun, adalet ve hakkaniyetin arayışıdır bu amacı biçimlendiren temel ilke.

Yahya Kemal, mağlup bir imparatorluğun grubundan, “Asrî” semtlerde bir tür “Frenk terbiyesiyle" yetişen çocuklarla ilgili bir hayıflanmayı dillendiriyordu. Bugün biz kendimize, camilerle donatılmış şehirlerimizde gençlerimize öncelikle hangi konuları ve nasıl bir dille anlatmamız gerektiği sorusunu sormalıyız.

BAŞKA TECRÜBELERİN KAVRAMLARINI KULLANIYOR, SONRA DA VARLIĞIMIZIN BU KAVRAMLARLA TEHDİT EDİLDİĞİNİ ÖNE SÜRÜYORUZ

Kritik olan başka bir husus, Yahya Kemal bu yazıyı 1922’de yazmış. Cumhuriyet’in henüz kurulmadığı ve kadim kültürel mirasın aslında hâlâ gücünü muhafaza ettiğine inanılan bir dönemde. Bu, aslında Cumhuriyet öncesinde tamamen Müslüman tasavvura dayalı bir dünya varken Cumhuriyet’le birlikte birdenbire radikal modernleşme dönemine adım attığımız yönündeki keskin ayrıma ilişkin düşünceyi zayıflatmıyor mu?

Kuşkusuz radikal değişim ansızın başlamadı. Modern şehir tasavvuru da, Batı kalkınmasını kadınların görünüşleri üzerinden elde edilebileceği zannı da, yeni bir alfabe teşebbüsleri de 19. yüzyılın ortalarından itibaren gündemindeydi Osmanlı’nın. Çöküşün sesleri duyulurken sorunlarla yüzleşmeyi sağlayacak bir kamudan mahrumdu ülke. “Ne yapmalı?” sorusuna verilecek cevaplar iktidar kavgalarının şiarları arasında kayboluyordu. Toplumsal değişim ihtiyacıyla yüzleşmekten kaçınan seçkinler bütün sorunu değişim taleplerinde görüyordu ve değişimin motoru gördüğü Batı’da. Özeleştiri veya muhasebe kendiyle yüzleşmeyi gerektirir, bunlar olmadığında da yerini komplo teorileri alıyor. Samimi bir muhasebeden yoksunluk, kavramsallaştırmada da zaaf içinde olmak demek. Başka tecrübelerin kavramlarını kullanıyor, sonra da bu kavramlarda varlığımızın tehdit edildiğini öne sürüyoruz hâlâ. Öyleyse niye kendi kavramlarımızı geliştiremediğimizi sorgulamamız gerekir oysa.

ÖTEKİNE TAHAMMÜLSÜZLÜK, RÖVANŞLAR SİLSİLESİYLE BU ÜLKENİN YAZGISI OLMAMALI

Dindarlığın köylüleşmesi, bir taşralılaşma süreci yaşadığını düşünüyor musunuz? Şu anki İslamcılığın geçmiştekinden farklı olarak kentli siyasi ve ekonomik elitten intikam almanın ideolojisi olduğunu düşünenler var.

Bütün bu adlandırmaların yetersiz kaldığı çok bileşenli hızlı bir değişim sürecinden geçiyoruz. Köylü dediğiniz gidip Harvard’ta atom fiziği okuyup geliyor ama vasatın egemenliği yüzünden ülkesinde çalışma alanı bulması tesadüflere bağlı neredeyse, bu dün de böyleydi bugün de böyle… Bir diğer soru, niye hâlâ bir kamusal muaşerete sahip olmadığımız. Kamusal alanda karşıtını görmeye tahammülsüzlük, onu bütün göstergeleriyle birlikte hiçliğe terk etme hâli rövanşlar silsilesiyle bu ülkenin sürüp gidecek bir yazgısı olmamalı. Şehirler kentleşirken köylüleşiyor önce, bu da kendi haline terk edilen göç dinamiklerinin tabii bir sonucu. Varoşlardaki çirkin camilerden şikâyet edenler Cumhuriyet’ten sonra mimarlık fakültelerinde cami mimarisinin konu edilmediğini hatırlama gereği duymuyor, belki bilmiyorlar da… Köylülüğün ve taşralılığın hor görülmesini getiren süreçler de elbette ayrıca irdelenmeye değer. Bakın sorun aslında kural koyma ve ilkelerini koruma alanındaki problemlerde. Köylü gelip hazine arazisine gecekondu yaptı, Çağlar Keyder buna “himayeci aldırmazlık” diyor. Beri taraftan dededen şehirli aileler de miras kalan köşkü apartmana vermekte tereddüt göstermedi. Şehirliliğin imtiyazlarına sahip olanların göçmeye mecbur edilenleri aşağılayarak karşılamasına izin veren bir başıboşluk içinde yaşandı her şey.

HUKUK İHLALLERİ, İSTİSMARLAR, ADAM KAYIRICILIK, İŞÇİ ÖLÜMLERİ, KADIN CİNAYETLERİ SERBEST PLATFORMLARDA DİLE GETİRİLEBİLMELİ

Türkiye’nin, kültürel alanda çok da iç açıcı bir yerlere doğru gitmediği konusunda neredeyse herkes hemfikir. Bunun önünü kesmenin daha çoğulcu, daha adil bir geleceğe yelken açmanın düşünsel ve sosyolojik koşulları nedir?

Halkın sesinde Hakk’ı aramak her dönemin cevap arayışı demek kanımca. Halkla söyleşiler yaparak Esenler'in büyük hikâyesini araştırıyorum dört yıldır, ikinci kitabı yayına hazırlıyorum. Göçmenler, hizmet halkasının dışında tutulmuşken kimin kendilerine kardeşçe davrandığını, kimin su getirdiğini veya çöp dağlarını ortadan kaldırmak için cebinden para koyarak kamyon tuttuğunu unutmuyor. Bütün bunlar geçmişte kaldı, bugünün sorunları bambaşka, doğru. Darbelerle biçimsizleşen kutuplaşma siyasetlerinin kendine has bir vadesi var. Peki, bugünün dışlanmışları, acı çekenleri, hor görülenleri yanlarında kimleri buluyor?

STK’ler faaliyetlerini 2000’lerdeki gibi sürdürebilseydi, mesela sosyal medyada yaşanan “taciz ifşası” dalgasına yol açan yaraları her açıdan konuşma ortamına kavuşabilirdik. Hukuk ihlalleri, istismarlar, adam kayırıcılık, KHK’li akrabalar yüzünden iş bulamama veya işinden edilme gibi sorunlar, cinayet mi kaza mı olduğu belirsiz iş alanı ölümleri serbest platformlarda kendini ifade imkânı bulamayan mağdurlar açısından dile getirilebilmeli. Bir ülkenin insanlığa sunduğu umudun mahkumlara, özellikle hastalara reva gördüğü muamele ile ölçülebileceğini düşünürüm. Hapishanedeki aramalarda mahremiyet ihlallerini elbette konuşabilmeliyiz, toplumsal veya siyasal gelişme bunu gerektirir.

Biz bu ülkede, bir arada yaşayacağız. Siyaset bu hayatı kolaylaştıracak ortak bir dil üretmek için çaba göstermeli, sanat da edebiyat da öyle.

SİYASETÇİLER ORTAK PAYDALARI AŞINDIRAN TAHKİR DİLİNDEN VAZGEÇMELİ

Müslüman düşüncedeki fetih fetişizminin, fethe açlığın nedenlerine ilişkin ne düşünüyorsunuz? Modern dönemde Müslüman düşüncedeki uygarlık krizinin ve entelektüel zayıflığın kökeni bu fetih fetişizmi midir?

Atalarımız kendi dönemlerinde sanata da siyasete de olumlu birtakım katkılarda bulundular. Biz ise onların başarılarında arıyoruz özgüveni. İslam’dan söz edince hele, emin vasfını taşımanız gerekiyor. "İslam hiçbir şeyi fethetmezdi. İslam insanların kafasında doğal olarak yetişirdi/büyürdü" diye yazıyor İvan Agueli, Özgürlüğün Romanı’nda.

Başörtüsü yasaklarına karşı mücadeleden bunu öğrenmiştik: İnsanları olduklarından farklı davranmaya ve konuşmaya sevk ederek değerlerinizi yüceltmiş olmazsınız. Karşıtını sürekli tahkir, karşıtının sembollerine dönük aşağılama ve imha bu toplumun ortak paydalarını sürekli aşındıran bir etki oluşturuyor, bundan bütün siyasetçiler vazgeçmeli. Uzlaşmadan söz etmiyorum, ötekinin varlığında erimeyi gerektiren hiçbir şeyi öne sürmüyorum. Anlaşılmak için dinlemeyi de bilmeliyiz.

GEÇMİŞE TAKILMA, RÖVANŞ SİYASETLERİ, BÜTÜN SUÇLARINI KARŞITINA YÜKLEME ARAYIŞI BÜTÜN SİYASETLERİ BİRBİRİNE BENZETİYOR

Geleneksel muhafazakârlığın tamamen manevi kodlar içerisinde imlediği unsurları, neo-muhafazakârların “marka değeri” olarak görmesini nasıl değerlendirmeli? Muhafazakârlığın fikren olmasa da fiilen neo-liberal politikaların savunucusu konumuna gelmesinin buradaki rolü nedir sizce?

Muhafazakâr diye de isimlendirilen, aralarında İslamcıların da bulunduğu ve bir dönem İslamcı şiarlarla siyasette etkinlik kazanan kesimler Türkiye’de büyük nüfus oranına sahip. Gönülsüzce ve bir süreliğine de olsa neo-liberal politikaların yürütücüsü olmaları trajik veya talihin bir cilvesi, ancak bu durum aynı zamanda geniş ve dinamik bir nüfusun eylem etkisinden de bağımsız düşünülemez. Bu büyük nüfusta uzun bir döneme dayanan “öz yurdunda parya” durumunun getirdiği buruk hissiyat, aynı zamanda büyük bir halka hizmet enerjisi anlamına da geliyor ve geleceğe dönük bir kardeşlik ikliminin tesisini de amaçlıyordu. Şimdilerde o denli uzak bir geleceğe dönük bir çalışma sistemini toplumsal tabana yayan geniş bir hareket yok, tek tek veya dağınık sorgulamalar, itirazlar bir yapıya dönüşemiyor. Geçmişe takılma, rövanş siyasetleri, bütün suçlarını karşıtına yüklemeye dönük bir rahatlık arayışı bütün siyasetleri birbirine benzetiyor.

KİMİLERİ GECEKONDULARININ ÜSTÜNE BEŞ KAT ÇIKARKEN KİMİLERİ GÜVENLİK ARAYIŞIYLA SİTELERE KAPANDI

“Alternatifi yoktur” sloganı bu alanda da kendini gösteriyor. Mevcut dünya sistemi ölüyor, yerine temelde başka bir şey gelecek, ama ne?

Sanırım bu arafta bulunma hissi rahatlatıcı bir karşılık sağlıyor benzeri sorulara. Dışlayan devlette nihayet yerleşme hissinin getirdiği bir dil değişimi benlikleri de değiştiriyor elbette. Kapitalizmin “katı olan her şeyi buharlaştıran” etkisi “biz” varlığını da aşındırıyor. Büyük abidelerin kuytularında her zaman yapısal ihtişamın bedellerini ödeyen yoksullar, mazlumlar çoğalarak acı çeker, onların sesini duyma sorumluluğu öncelikle kimin olmalı? İşte böylesi sahneleri görmeden geçtiğinizde oluşan boşluk asla kaybolmaz toplumsal hafızada. Kendi hâline terk edilmiş göçlerin sonraki aşamalarında kimileri gecekonduları üzerine beş kat çıkarken, kimileri de güvenlik arayışı içinde türdeşleriyle sitelere kapandı. Bu gelişme Türkiye’ye has değil tabii, ancak Türkiye’ye has olan kamuya mal olmuş herhangi bir yeşil alanın birdenbire etraftaki alt katların güneşinin önünü kesecek şekilde yükselen kaleyi andıran bir inşaata ayrılmasındaki kolaylık.

HER SÖYLEM ÇOK YÖNLÜ OKUMALARLA TAZELENMEK ZORUNDA

İslamcılığın ilk temsilcileri Cemaleddin Afgani ve Muhammet Abduh’un çıkış noktası, geleneksel dindarlık ve iktidar eleştirisi üzerine kuruluyken son dönemde muhafazakârlaşmasını neyle irtibatlandırıyorsunuz?

İslamcılık gelimli gidimli bir dalga ve kanımca, 2010’ların başlarından itibaren önemli ölçüde iktidar bağlılığı veya bu bağlamdaki çekinceler nedeniyle toplumsal sorunlara cevap üretemez olduğu için, siyasette de bir dil inşa edemeyip geri çekildi, 1980’ler İslamcılığı. Her ne kadar kıyılara itilmiş veya kendilerini kıyılara çekmiş İslami kesimler çabalarını bütün içtenlikleriyle sürdürüyor olsa da, böyle bir olgu var.

Cevap üretemediğinizde reaksiyonlarla konuşur veya yenilgi kötümserliğine kapılıp kabuğunuza çekilirsiniz. Bunu bir tür muhafazakârlaşma olarak da adlandırabiliriz. Oysa her söylem çok yönlü okumalarla tazelenmek zorunda. Gerçi İslamcılıklar da türlü türlü, yorumlama itibarıyla. Meşrutiyet İslamcıları arasında da geçerliydi benzeri korumacı dil, Mehmet Akif ve Fatma Aliye gibi fikirlerini sürekli yeniden ele alma cesaretini gösteren müstesna temsilcileri bir yana…


İslam Özkan Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.