Cezasızlık metastazı

Kadın cinayetlerinden politik cinayetlere, işçi cinayetlerinden nefret saldırılarına bir kanser hücresi gibi yayılmaya başladı cezasızlık uygulamaları. Cezasızlık, metastaz yapmış adalet sistemimizde.

Google Haberlere Abone ol

Kadir Karaçelik*

Eylül ve sonbahar, çoğu zaman lirik bir temanın konusu olarak sızmıştır hayatımıza şiirle, öyküyle. Ancak bazı coğrafyalarda kaybın, acının, matemsizliğin ikonu olarak kazındı duygu hafızasına. 1990’ların Eylül/Ekim’i kimi ömürlerin son baharı haline geldi Türkiye’nin doğusunda. Ölümcül mesajları taşıyacak bedenlere ihtiyaç doğmuştu. Çılgınca çalışan güvenlik makinesi bazen seçim yapmadan rastgele, bazen de itinayla seçerdi kurbanlarını. İşte böyle bir sonbaharda yitirdik Musa Anter’i, bedenleri ateşe verilen Vartinisli aileyi, topraktan kemikleri fışkıran Kulp’lu köylüleri, şehirleri başına yıkılan Lice’yi ve daha nicelerini.

Kürt meselesinin çeperinde oluşan demokratik çözüm arayışlarının yarattığı iklimde filizlenmişti yüzleşmeye dair ümitler. Yıllardır devam eden adalet arayışı, ilk defa somut gelişmelere konu olacaktı. Lakin açılan davaların üzerinden çok zaman geçmeden anlaşılacaktı meselenin bir yüzleşme değil de ismi geçen faillerin aklanması olduğu. Cezasızlığın önemli bariyerlerinden olan dava nakilleri ile dağıtılacaktık Türkiye’nin batısına, tam ortasına. Kimimiz Kırıkkale’ye, kimimiz Çorum’a, kimimiz Ankara’ya, kimimiz ise İzmir’e savrulacaktı zorlu adalet arayışında.

Sonbahar yaprakları gibi dökülüverecekti açılan davalar; kimisi beraat, kimisi zamanaşımı kılığında.

Şimdi aynı sonbahar aynı kıvamda başka “müjdeler” veriyor kurban yakınlarına. Yine bir sonbahar mevsiminde katledilen Tahir Elçi’nin dosyasında, mağdurlardan bihaber vazgeçilecekti siyasi suikast diyen dönemin Başbakanı’nın tanıklığından. Yine bir eylül günü düşecekti önümüze Musa Anter davasının zamanı aştığını. Yine aynı eylül günü kırmızı bülten çıkarmak için ispata davet edilecektik Vartinis’i, dokuz canı ateşe veren firarinin yurt dışına çıktığını. 

Oysa başka coğrafyalarda zamana sığmazdı böylesi acılar ve kayıplar. Uluslararası hukuk ve yargı mercileri, zamanaşımından istisna tutmuştu insanlığa karşı suçları. Ancak bu duygu ve uygulama, hüküm süremiyor yaşadığımız coğrafyada.

Kadın cinayetlerinden tutun politik cinayetlere, işçi cinayetlerinden tutun nefret saldırılarına kadar bir kanser hücresi gibi yayılmaya başladı cezasızlık uygulamaları.

Özcesi; cezasızlık, metastaz yapmış adalet sistemimizde.

HAYAL

Her yıkım sonrası çözüm süreçleri, adalet duygusu üzerine inşa edilmiştir yeryüzünde. Adalet, insanlığın varoluşundan beri tüm inşa ve yıkım süreçlerinde asal bir koşul olma özelliğini hiç ama hiç kaybetmedi.

Zira her kavganın her çatışmanın çözümü için pusula olmuştur adalet. O yüzden çatışmalı süreçlerin acı yıkımından sonra işaret edilen ilk kale hep adalet oldu. Bütün ulusal çıkar ve politikalar üstü bir yerde durduğu için, insanın içindeki Tanrı’yla yani vicdanıyla en iyi çalışan bir değer olduğu için.

Düşünmekten alıkoyamıyor insan bir türlü kendisini, toplumuna bu kadar acı veren karanlık olaylarla yüzleşmek ne kaybettirir bir devlete? Sorduğum bu yalın soruya bir sürü politik komplike cevapları duyar gibi oluyorum. Ancak bu cevapların hiçbiri boşluktan başka bir vaatte bulunmuyor maalesef. Etkisiz ve taraflı yargısal süreçlerle verilen kararların, olayları ve acıları unutturacağı mı sanılıyor mesela? Adaletsizlik bagajının hafiflediği mi düşünülüyor acaba? Yüzleşememe, kaybın kendisi kadar büyük bir travma ve yeni bir kopuşun habercisidir oysa.

Bu ülkede bir gün toplumsal sorunların çözümü konuşulacaksa yine adalet duygusu üzerinden gerçekleşecek çözüm yolculuğu.  

ADALETİN SİSYPHOSLARI

Mitoloji kahramanları ile Tanrılar arasındaki çelişki ve çatışma da adalet duygusu/düşüncesi üzerinden şekillendi çoğunlukla.

Sisyphos’un Tanrılara karşı işlediği “suç”, tanık olduğu adaletsizliğe karşı tutumundan kaynaklanmıştı.

Tüm bu davaları ve süreci takip eden insan hakları hukukçuları ve savunucularının çabaları, Sisyphos söylenini çağrıştırır bana. Yüzleşme ve adaleti gerçekleştirme hedefi, cezasızlık engelleri olduğu müddetçe hiçbir zaman doruğa ulaşamayacak. Her çabamız, kayayı eteklerden zirveye çıkarma içindir zira, bunun bu koşullarda olamayacağını bildiğimiz halde. Tanrılar, Sisyphos için umutsuz çabadan daha korkunç biz ceza olamayacağını düşünmüşlerdi. Haksız da sayılmazlardı. Ancak Sisyphos, umut ve yaşam adına hiç vazgeçmedi kayayı taşımaktan.

Bütün çabalarımızın mağdurların acısını hafifletecek bir sonuç üretemediğini her seferinde acı bir şekilde deneyimliyoruz maalesef.

Ancak hiçbir şey olmasa bile zihinlerin unutma koridorlarında kaybedilmek istenen bu kayıplar için adalet mücadelesinden vazgeçmemek, hiçleştirmekten kurtuluşun önemli yollarından biridir sanırım. Unutturma inadına karşı olayları hatırlamaya, faillerini aramaya devam edeceğiz.

*Muş Barosu Başkanı