Cevat Turan: Yasanın suç saydığı her eylem suç mudur?

Cevat Turan'la Mona Yayınevi tarafından yayımlanan romanı 'Kibele'nin Laneti'ni konuştuk. Turan, "Yazar, içinde yaşadığı toplumun aynası, sağduyusu ve vicdanı olmalıdır" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Deniz Özen

DUVAR - Yazar Cevat Turan, 'Kibele'nin Laneti' adlı üçüncü romanıyla okurla buluştu. Daha önce 'Unutmalar Şehri' ve 'Bir Eylül Yarası' kitaplarını yayımlayan Turan, Mona Yayınevi tarafından yayımlanan yeni kitabında Anadolu'dan bir seri katilin dünyasına giriyor.

Cevat Turan, 8 cinayet işleyen Mirza Hud'un öyküsünde, 70'lerin atmosferi içerisinde bir katilin anatomisini çıkartırken, suç kavramını da tartışmaya açıyor: "Ben romanımda taraf olmamaya özen gösterdim. Okur, seri katilin gerekçelerini okuduktan ve aklıyla, vicdanıyla değerlendirdikten sonra karar versin diye düşündüm. Elbette yazar, evrensel doğru veya yanlışlarda taraftır."

Turan eserinde, yasa ve suç arasındaki ilişkiyi de tartışmaya açıyor: "6 Mayıs’ta idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anayasayı tarif edenlere ve yorumlayanlara göre suçlu gördükleri için canlarına kıydılar. Peki evrensel doğrulara ve insanlığın ortak vicdanına göre
onlar suçlu muydu?"

Roman tekniği açısında da Türkiye yazınında çok nadir görülen bir tercihte bulunan Turan, cinayet kurbanlarının öldükten sonraki iç sesleriyle okuru derin bir sorgulamaya itiyor. Cevat Turan'la 'Kibele'nin Laneti'ni konuştuk. 

Romanınız ister istemez suç ve ceza kavramlarını dile getiriyor, haliyle akla Dostoyevski'nin başyapıtı geliyor. Mirza Hud'un işlediği cinayetleri ve onun iç hesaplaşmalarını okurken de akla Raskolnikov geliyor. Siz de böyle bir paralellik kurdunuz mu?

Suç kavramı her toplumda farklı değer yargılarına göre şekil değiştirir. Bu, toplumların gelişmişlik ve çağdaş hukuk düzeniyle de doğrudan ilintilidir. Türkiye'de suç ve yasak olan bir kavram, Afganistan'da meşru kabul edilebiliyor. Bu nedenle Dostoyevski’nin Raskolnikov’u ile Mirza Hud’un iç dünyasında yaşanan hesaplaşmada bir paralellik var elbette. Suçlu, iç dünyasında bir hesaplaşmaya girdiği kadar, çoğu kez de bütün cinayetlerinde kendisini haklı gördüğü için iç muhasebeye ihtiyaç duymayabiliyor. Örneğin aç olduğu için ekmek çalan birisinin suçu meşru mudur? Yasaların suç saydığı her eylem gerçekten suç mudur? Yasanın yazılı olarak tarif etmediği bazı toplumlarda dinsel veya geleneksel kurallarla adı konulan suçlar, çağdaş hukuk sistemine göre suç mudur? Suç ve suçlunun gerekçelere bakış açısı ile toplumun ve hukukun yaklaşımı yazarların irdelemeyi en çok sevdiği konulardan biridir. Suçun sınırları nerede başlar nerede biter? Suç kavramının tanımını kim neye göre yapar? Yazarken Raskolnikov’la bir benzerlik düşünmedim ama kavramın kendisinde bir evrensellik olduğu için Raskolnikov’la Mirza Hud’un yolları iç hesaplaşmalarında benzeşiyorlar.

'ROMANDA TARAF OLMAMAYA ÖZEN GÖSTERDİM'

Suç ve ceza kavramları edebiyatçıların kadim meselelerindendir. Suç, birey ve toplum... Bu üçgende sizin suç kavramına yaklaşımınız nedir?

Örneğin bir seri katil olan roman kahramanınızı savunma şansınız var mı? Ya da işlediği suçların vicdanen aklanabilir olanları var mı? 6 Mayıs’ta idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını Anayasa'yı tarif edenlere ve yorumlayanlara göre suçlu gördükleri için canlarına kıydılar. Peki evrensel doğrulara ve insanlığın ortak vicdanına göre onlar suçlu muydu? Diktatörlerin yasaları kağıt üzerinde var olabilir ama insanlığın büyük geleceğinin karşısında ne kadar hükmü olabilir ki? Bugün, günümüzde düşünceyi ifade etmek, iktidarı eleştirmek ve onun demokrasi içinde değiştirilmesini istemek suçmuş gibi topluma dayatılıyor. Her iktidar topluma hizmet etmek için vardır. İktidarlar seçimle gelirler ve seçimle giderler. Demokratik bir toplumda bunun “suç” olmadığını bütün çağdaş toplumlar kabul ediyor. Bu nedenle suç ve suçlu, her toplumun koyduğu kurallara göre farklılık gösterse de evrensel ölçütlere göre suç olmayabiliyor. Cinayetlerde de böyle. Elbette hiçbir cinayetin haklı bir yanı olamaz. İyi de din adına binlerce insanı katleden resmi devletlerin işlediği cinayetleri hangi kategoride değerlendireceğiz?

Ben romanımda taraf olmamaya özen gösterdim. Okur, seri katilin gerekçelerini okuduktan ve aklıyla, vicdanıyla değerlendirdikten sonra karar versin diye düşündüm. Elbette yazar, evrensel doğru veya yanlışlarda taraftır. Ama bu bazen okurun iç dünyasına ya da hayal algılamasına müdahale etmek anlamına da gelebilir. Bırakalım seri katilin işlediği suçların cezasını okur kendi vicdanında versin. Bu nedenle ben sadece teraziyi elimde tutmaya gayret gösterdim. Okur, o terazinin hangi tarafına vicdanını koyarsa o taraf ağırlaşacaktır.

Seri katiller gerek haber, gerekse edebi bir eserin konusu olarak sizce insanların neden büyük merakını çekiyor? Hem korkunç sayıp hem de onlara duyulan bu merak neden? Yoksa herkes içinde potansiyel bir katil mi taşıyor?

Kitabın esas sorusu buydu zaten. İnsan neden cinayet işler? Siz de bir gün katil olabilir misiniz? Karısını öldürdükten sonra gidip çiğ köfte yiyen bir adamla belki de her gün aynı minibüste yolculuk yapıyor, aynı asansöre biniyor ve aynı kafede kahve içiyorsunuzdur. İnsanın merak ettiği şey, bunca ölüme rağmen ölümün ve öldürmenin hala kanıksanmadığını gösteriyor. Çünkü ölüm, yaşamın olmazsa olmaz bir parçası olduğu kadar, bir o kadar da kabul edilmeyen, görmezden gelinmek istenen ve bir canlı organizma olarak reddedilen gerçektir. Seri cinayet işleyen kişiliklerin, psikopatların ruh hallerinde ise bu değişik işlemektedir. Öldürmenin konforunu, ona verdiği ölenin üzerindeki egemenlik duygusunu sevmeye başlar. Bu, zamanla bir tutkuya ve kontrol edemeyeceği iç bağımlılığa dönüşür. İşte bu yüzden herkesin içinde kabul etmesek de bir öldürme duygusu hep vardır. Yoksa türümüz olan Homo Sapiens, kendinden daha güçlü tür olan önceki insansıları yok ederek nasıl kendi evrimini sürdürerek bu güne taşıyabildiler?

Kibele'nin Laneti, Cevat Turan, 338 syf., Mona Yayınevi, 2021. 

'Kibele'nin Laneti', ölüm kavramı üzerine düşündürüyor okuru. Beyin ölümü daha sonra gerçekleşiyor denilir, her ölenin iç sesini buradan yola çıkarak mı koydunuz romana? 

Türk edebiyatında olmayan bir anlatım ve biçim tarzını denedim. Kurban son anda katilinin gözlerine baktığında ama son anda, sizce ne düşünüyor olabilir? Hiçbir şey mi, kocaman bir boşluk mu, ne olduğunu anlama telaşı mı? İşte bütün bu sorulara yanıt aramaya çalıştım. Her kurbanın hayatı ve öldürülme gerekçesi farklı olsa da Mirza Hud ile kesiştiği bir yer var. İşte o yer, anlık hesaplaşmanın bıçak sırtı sınırı. Gözleri kapatılmadan önce, gözlerinin ışıltısına yazılan onlarca soru işareti ve duygu ile sonsuzluğa gitmenin izlerini görüyoruz 'Kibele’nin Laneti'nde.

'EDEBİYATTA ARKEOLOJİ, SUÇ VE POLİSİYE BİRBİRİNE ÇOK YAKIŞIYOR'

Polisiye ve arkeoloji... Aslında iki ayrı okur kitlesi gibi gözükse de bir potada buluşturmak mümkün olmuş. Bu sarmal dengeyi sağlarken zorlandınız mı?

Arkeoloji ve suç, ilgi çekici konular okur için. Suçun olduğu yerde ise polisiye gerilim, kaçanla kovalayan denklemi birbirinin içine geçiyor. Günümüzde haberlerde sürekli rast geliyoruz kaçak kazı yapanlara. Yakalanan ve suça bulaşanlar... Bunlar sadece gördüklerimiz. Ya göremediğimiz, bu işi resmi yollarla profesyonel yapan uluslararası kaçakçılara ne demeli? Yurt dışında Anadolu topraklarından kaçırılıp, ulusal müzelerinde kendilerine aitmiş gibi sergileyen ülkeler var. Bunun adı suç değil midir?

Bu romanda gördüm ki; -okurlardan gelen tepkiler de onu gösteriyor- arkeoloji, suç ve polisiye birbirine çok yakışıyor edebiyatta.

Mirza Hud, Kamer Komutan ya da şarkıcı Safinaz. Hepsi ayrı birer öykü barındırıyor romanda. Hayatlarını ya da devamını merak ediyoruz. Bu romanın devamı gelecek mi?

Bunu o kadar çok soran var ki. Bu, romanın okur tarafından içselleştirildiğini gösteriyor. Bunu zaman içinde okurun beklentileri belirleyecek aslında. Romanda sanki bir bitmemişlik hissi var. Örneğin; "Kamer komutan gerçekten öldü mü, Mirza Hud’la Safinaz’ın bir geleceği var mı, altın Kibele heykeli Alman Töton şövalyeleri tarikatının eline ulaşabildi mi, gelecekte Mustafa Çavuş bu işin neresinde olacak, Mirza Hud adaletin elinden kaçabilecek mi?" gibi bir dizi soru sıralamak mümkün. Dediğim gibi bunun devamını biraz da okurun talebi belirleyecek.

'KARANLIK BİR ÇAĞDAN GEÇİYORUZ'

Pandemi sürecindeyiz. Saramago'nun 'Körlük' romanı, Marquez'in 'Kolera Günlerinde Aşk' romanı gibi vardır, bu tür zamanlara atıf yapabileceğimiz birçok roman vardır. Bugünler bir edebiyatçı olarak sizde nasıl bir etki bırakıyor? İleride pandemiyi eksene alan bir roman kaleme almayı düşünür müsünüz?

Bir dönemi içinde yaşarken değil onun duyguları ve etkileri soğuduktan, sizden uzaklaştıktan sonra daha iyi görebilirsiniz. Bu dönem de böyle bir dönem. Pandemi eğer yazılacaksa arkasındaki küresel ilişkiler anlaşılmadan yazılabilir mi, yoksa küçük bir şehirdeki, küçük insanların dramları ve sarsıntıları mı kaleme alınmalı? Pandeminin çok ilgimi çektiğini söylemeliyim. Aklımda bulunan bir projenin bütününde değil belki ama pandemiyi de içine alacak şekilde bir kurgu olduğunu söyleyebilirim. Karanlık bir çağdan geçiyoruz. Edebiyatçılar neresinden tutmalı bu çağın sorunlarının, bugün değil gelecekte anlayacağız.

'SORMAKTAN KORKAN BİR TOPLUMUZ'

Çorumlu bir yazarsınız. Çorum, toplumsal hafızamızdaki yaralardan biridir, Çorum olaylarını nasıl yorumluyorsunuz? 'Toplumsal bir suç' olarak görmek mümkün mü, bu suçla yüzleşme gerçekleştirildi mi sizce?

Bu toplum, başına gelen hiçbir toplumsal suç veya olayla yüzleşmedi ne yazık ki. Sanırım yüzleşme kültürü ve başına gelenleri irdeleme, eleştirel yöntemi kavrayamamasından kaynaklanıyor. Sormaktan korkan bir toplumuz. Rejim, bu tür suçların üzerini örtmesini ve puslu bir algı yaratmasını iyi biliyor. Adalet ve yargı, hangi toplumsal suçu işleyen, cinayetleri örgütleyen yapıları ortaya çıkıp aydınlattı ki? Maraş, Çorum, Sivas değil sadece Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Musa Anter ve daha nicelerini katledenleri adaletin karşısına çıkartılabildi mi? Bu acıların hesabı sorulabildi mi? Kimler ne kadar ceza aldılar biliyor muyuz? Birçok suç bilerek zaman aşımına uğratılıyor. Bu yüzleşme ancak demokrasinin, hukukun ve şeffaflığın olduğu bir toplumda olabilir. Bunu yaratmak bir ütopya olmamalı. Bizim ve gelecek nesillerin en insani, en temel haklarıdır bunları istemek. Ama istemekle olmaz sadece, bunun için mücadele etmek gerekir.

Nobel almış bir edebiyatçımız var. Toplam üretimine baktığımız zaman Türkiye edebiyatının veya daha daraltırsak Türkiye romanının bugünkü durumunu nasıl buluyorsunuz?

Benim en çok üzüldüğüm şey Türk şiirinin gerilemiş olması. Aslında dünyada da şiirde bir gerileme var, bunu çok acı buluyorum. Sanırım yabancılaşma ve tüketimle doğrudan ilintili. Nobel almak elbette Türk edebiyatının tanınması için olumlu bir durum ama bu o kadar çok tekil bir durum ki. Kitapçılara girdiğinizde üç tane Türk yazarın eseri varsa, on beş adet yabancı yazarların eserleri vitrinlerde okur karşısında. Türk edebiyatının kısır döngüsünün en büyük nedenlerinden biri iyi yazar olmamasından değil, yayınevlerinin bu yazarlara pazar kaygısı nedeniyle yer vermemelerindendir. İyi edebiyat yapıtları olsa dahi pazar ve pazarlama problemlerinden dolayı okura ulaşamıyor. Bir, iki derken yazar ya yazmaktan vazgeçiyor ya da çok satış veya pazar kaygısına uygun eserler verme telaşına düşüyor. Bu da gerçek anlamda edebiyat dediğimiz eserlerin yazılmasını körleştiriyor. Eğer bir edebiyatçı pazar kaygısı taşımadan romanlarını yazma cüretini göstermede cesaretli durmaya devam ederse, yılmadan, vazgeçmeden yazma ısrarını sürdürürse belki bugün değil ama gelecekte mutlaka yerini bulacaktır.

Türkiye’deki yayınevlerinin ufku ve ekonomik olanakları, yazarlarının kitaplarını uluslararası pazarlarda satışa sunmaya yetmiyor ne yazık ki. Dünyada muazzam bir okur kitlesi var ve hala iç pazarda çelik çomak oynuyoruz. Yabancı yazarların küresel boyutta okur bulmalarının temelinde “okura ulaşma” problemi yaşamıyor olmaları yatıyor. Bu nedenle Türk edebiyatı her geçen gün gerilemeye devam ediyor. Yayınevlerinin anlamaları gereken şey şu bence; böyle giderse satışa sunacakları, etkili, iyi, edebi yaratılar üreten yazarlar bulamayacaklar. Ellerinde telifte zaman aşımına uğramış yazarların eserleri ile kültür emperyalizminin onlara dayattığı kitaplarla baş başa kalacaklar. Bu Türk edebiyatı bakımından tarifi mümkün olmayan bir kültür çölleşmesine neden olacak ve herkes kaybedecektir.

Sizin beslendiğiniz, etkilendiğiniz yerli ve yabancı yazarları da merak ediyoruz... Çağdaşlarınızdan kimleri beğeniyorsunuz?

Yerli veya yabancı demeden “iyi” olan tüm yazarların eserlerinden besleniyorum.

'YAZAR, İÇİNDE YAŞADIĞI TOPLUMUN AYNASI OLMALIDIR'

Romanlarınız polisiye olduğu kadar politik de.. Son yayımlanan Sanatçılar Bildirisi'ne de imza koydunuz. Macit Koper imzasını geri çekti, gerekçesini kendisine saklı tuttu. Bildiri, hükümete yakın çevrelerden büyük tepki çekti. Neden kaygılısınız, bildiri etrafında oluşan sanat çevresini yeterli buldunuz mu?

Kimin ne için imzasını geri çektiği beni hiç ilgilendirmiyor. Macit Koper, birdenbire hangi aydınlanmayı görmüş ki ülkesi için kaygılı olmaktan vazgeçmiş? Ben ülkemin geleceği için kaygılıyım. Çocuklarımın geleceği için, ormanlarımız ve akarsularımız için, ırmaklarımız ve derelerimiz için, şehirlerimiz ve köylerimiz için, yer altı ve yer üstü kaynaklarımız için, iç barışımız için, insan hakları için, demokrasi için, işçilerimiz ve memurlarımız için, gençlerimiz ve kadınlarımız için kaygılıyım. Ben “Taliban'la farklı düşünmüyoruz” diyen bir anlayışın ülkeme gelecekte egemen olması için kaygılıyım.

Yazar, içinde yaşadığı toplumun aynası olmalıdır. Sağduyusu ve vicdanı olmalıdır. Ben henüz vicdanımı ve aklımı kaybetmedim, kaybetmeye de hiç niyetim yok. Bu ülke aydınlanıncaya kadar bir toplu iğne başı kadar bile bir ışığım varsa, onu büyüterek tutmaya devam edeceğim.