YAZARLAR

Cehennemde bir 'cennet bahçesi'

Jonathan Glazer’ın "The Zone of Interest"te ele aldığı dönem tabii ki günümüzden uzak olsa da değindiğimiz göndermeler ve iki zaman diliminin buluşmaları ister istemez dünyanın şu andaki hali üzerine tekrar düşünmeye itiyor. Sonuçta son 20-25 senedir dünya ne savaşlar, ne işgaller gördü ve görmeye devam ediyor!

‘Hanımefendi' güzel ve konforlu müstakil evinde bahçe ve evi düzenleme işleriyle uğraşıyor. Hanımefendinin bahçesinde bir sera ve çocuklarına özel havuzu var. Önemli bir görevde çalışan eşiyle hiçbir sorunu yok ve beş çocuklu yuvasına gerekli şefkat ve ilgiyi gösteriyor. Kısacası hanımefendinin hayatı mutlu ve düzenli. Yaşadığı ev de son derece konforlu! Evinde çalışan hizmetçiler var ve çocukları muhtemelen iyi bir okula gidiyorlar.

Çevresinde hatta yanı başında yaşanan olaylarla bir çerçeveye oturunca Jonathan Glazer’ın filminin açılış sekansında sunulan bu 'yuva', gerçeküstü olduğu kadar 'ürpertici' bir çehreye bürünüyor. Çünkü bahsettiğimiz ev, İkinci Dünya Savaşı'nda en fazla kıyımın olduğu Polonya’nın Auschwitz kampının yanı başında. Hanımefendinin eşi, kampın ve bu kampa ulaşan (insan taşıyan) vagonların sorunsuz işlemesiyle ilgilenen üst düzey bir Nazi subayı. Ve sonuçta bu huzurlu görünen yuva, aslında insanlık tarihinin en büyük acılarının yaşandığı bir soykırımın 'komşu evi'!

Yönetmen Glazer, son filminden tam 10 sene sonra çektiği "The Zone of Interest"le sinema tarihinde birçok kez işlenmiş ve "Piyanist" veya "Schindler’in Listesi" gibi çok etkileyici sonuçlar çıkarmış 'İkinci Dünya Savaşı'ndaki Naziler ve yaptıkları soykırım' konulu filmlerden hem şeklen hem de bakış açısı yönünden ayrışıyor. Yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için hemen belirtelim: Bu değindiğimiz farklı bakış açısı yaşanan trajediyi hafifletmek veya bazı olayları üstünkörü geçmek için takınılan bir tutum kesinlikle değil! Aksine bu yaklaşım, filmin kasvetli, rahatsız edici, gerçeklikten kopuk atmosferini inanılmaz şekilde arttırıyor. Ama yönetmen sadece bu havayı güçlendirmekle yetinmiyor!

GÖSTERİLEMEZİ SESLE 'GÖSTERMEK'

"The Zone of Interest", belki de son yıllarda 'sesi' en etkili kullanan filmlerden biri… Birçok yapım, özellikle yaşanan bir soykırım gibi çok hassas bir konuyu işlerken sesi, ses efektlerini (ve eğer varsa) müziği bütün çıplaklığıyla tanık olduğumuz trajik olayların etkisini arttırmak, vicdani açıdan bizi daha da 'titretmek' ve yaşanmakta olan 'karanlık' dönemi daha da güçlü olarak için kullanır. "The Zone of Interest" ise bu bütün acıların yaşandığı kamplara asla girmiyor. Filmin başkarakterlerinden subay Höss’ü genelde normal bir işe gider gibi diğer subaylarla toplantılarda, davetlerde, istişareler ederken izliyoruz. Onu fiziken yaşanan olaylara en yakın bir şekilde sadece kısa bir sekansta, muhtemelen kampın merkezinin yakınında, durmadan çalışan krematoryumun ve uzaktan duyulan inilti seslerinin eşliğinde gayet sakin ve soğukkanlı bir şekilde dururken görüyoruz. Ama yönetmen bu sesleri bile değişik bir şekilde kullanıyor. Örneğin asla çok yüksek bir acı çığlığı veya kampta yaşanan vahşetin detaylarını açık eden sesler yok! Bunun yerine boğuk bir sesle durmadan çalışan bir 'makinenin' yarattığı irkiltici bir atmosfer var.

Filmin sesleri yaklaşık bir yılı bulan bir kayıt sürecinde oluşturulmuş. Film, hala yerinde duran Auschwitz kampının boyutlarını, olaya tanık olan kişilerin ifadelerini hatta başkarakter Höss ve ailesinin arşiv görüntülerini de içeren çok ciddi bir inceleme ve araştırma sürecinin ürünü olmuş. Ve bu titizlik "The Zone of Interest"in neredeyse her karesinde hissediliyor.

Höss ailesinin 'çekirdek' aile üyeleri her ne kadar evlerini bu korkunç ortamdan (kısmen) soyutlamış olsalar da başka insanlar için bu, o kadar kolay olmuyor. Örneğin Hedwig’in annesi aileyi ziyarete geldiğinde adımını evden dışarı atmasa da bir süre sonra yanı başında yükselen dumanlarla, bacadan çıkan alevlerle ve boğuk seslerle bir süre sonra ne kadar boğucu, insanlık dışı olayların yaşandığı ve bazı şeylerin ters gittiği bir yerde olduğunu sanki hissediyor ve kısa bir süre sonra evden ayrılıyor.

HEDWIG KARAKTERİNİN İZLEDİĞİ YOL

Ailenin annesi Hedwig’de vicdani açıdan 'ikircikli' bir durum söz konusu: Eğer Hedwig karakteri filmde sadece sorumlu bir anne ve eş, kocasının yaptığı 'işle' ilgili çok az bilgisi olan, gündemden oldukça kopuk ve kendini gerçeklikten tamamen soyutlamış bir karakter olarak sunulsaydı, kendisini yaşanan büyük soykırımı görmemeyi tercih eden dolayısıyla 'insanlık suçuna göz yuman' bir kadın olarak değerlendirebilirdik. Oysa yönetmen Hedwig’in bazı sözleriyle ve davranışlarıyla bu 'göz yuman' tavırdan daha da ileri gittiğini gösteriyor: Örneğin Yahudi tutsaklardan el konulan bir kürk mantoyu keyifle giymesi, yine onlardan çalınan elmas parçaları üzerine arkadaşlarıyla yaptığı mizahi (!) konuşmalar ve bir ara kızdığında evinde çalışan Yahudi hizmetçi kızlardan birini "İstersem kocam seni anında küle çevirir!" tarzında tehdit etmesi, onu Nazi subayı eşi pozisyonundan Nazi fanatiği pozisyonuna geçiriyor.

Hikayenin Martin Amis’in 'tanıklık' tarzındaki romanından serbestçe uyarlandığını hesaba katarsak belki de bu konuşmalar gerçekten yaşandı ama belki biraz değiştirmek pahasına Hedwig karakterinin bu kadar 'kötücül' bir tarafa çekilmemesi hikaye için daha iyi olabilirdi. Karakteri daha masum göstermek için değil kendisine kurduğu sahte 'cennet köşesini' daha iyi şekillendirmek için!

Kocası olan SS subayı Höss ise adeta 'kana susamış' sadist bir adam gibi değil, daha çok 'korkunç' lojistik işini hakkıyla yapmaya çalışan, ait olduğu parti ve ideolojiye körü körüne bağlı ve yine bu soykırımın büyük 'mimarlarından' Boorman’la yakın ilişkide olan bir bürokrat gibi görünüyor. Tabii ki bu, önemli bir rol oynadığı 'insanlık suçlarından' hiçbir şey götürmez!

'BİRİ BİZİ GÖZETLİYOR' MANTIĞI!

Filmdeki kamera ve ışık kullanımı da gerçekten ender görülen bir tarzda: Film, oldukça uzak bir dönemi anlattığı halde görüntülerde bu etkiyi yaratmaya çalışan bir müdahale (renkler, görüntü kalitesi vb) yok. Aksine film biraz belgesel tadı taşıyan ama buna rağmen filmin atmosferinin önüne geçmeyen bir 'tanıklık' duygusu izlenimi hissettiriyor. "The Zone of Interest"de neredeyse asla bir yakın plan yok ve öğrendiğimize göre özellikle iç mekanlarda birçok açıdan çekim yapan, gizlenmiş, adeta güvenlik kamerası tarzında kameralar kullanılmış. 'Tek başına' konumlandırılan bu kameralar hem hikayedeki 'surveillance' (gözetleme) hissini arttırıp hissettiğimiz 'vicdani' boşluk duygusunu besliyor hem de oyuncuların çok daha doğal davranmalarının hatta belki de bazı yerlerde doğaçlama yapmalarının önünü açmış oluyor.

Diğer bir ilginç sekans da ara sıra, gece vakti, 'termal kamera' ve elektronik sesler eşliğinde bir genç kızın kampın yakınına basit yiyecekleri (elma vb.) bıraktığı sekans oluyor. 'Termal kameraların' göreceli olarak yakın zamanda (ve çoğunlukla savaş esnasında) kullanıldığı göz önüne alınırsa burada da günümüze bir gönderme yapıldığı düşünülebilir.

Filmdeki ışık kullanımı da oldukça ilginç: Hiçbir ekstra ışık desteğine sarılmadan, doğal ve mekanlarda görünen ışık kaynaklarının kullanılması (practical light) filmin genel atmosferiyle tam bir uyum içerisinde…

Aslında yönetmen kısaca 'kötülüğün sıradanlığı' veya daha doğrusu 'kötülüğün sıradanlığına' kapılma riski üzerine bir film yapıyor,

Glazer’ın ele aldığı dönem tabii ki günümüzden uzak olsa da, değindiğimiz göndermeler ve iki zaman diliminin (o dönem ve günümüz) buluşmaları ister istemez dünyanın şu andaki hali üzerine tekrar düşünmeye itiyor. Sonuçta son 20-25 senedir dünya ne savaşlar, ne işgaller gördü ve görmeye devam ediyor!

Yönetmenin filminden ve mesajından bahsederken dile getirdiği bir soru ile bitirelim. Glazer filminin sorduğu sorunun basit olduğunu söylüyor: "Bu sıradan görünen adamlara ne derece benziyoruz?" Belki her birimizin baştan kesin bir şekilde reddedeceği bu benzerlik o kadar da uzak değil!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .