Cehennem bileti

“Cehennem biletleriyle” otlaklarımıza giren insanlar, esin kaynaklarımızı talan ediyorlar; çocukluğumuzu, düşüncelerimizi, rüyalarımızı… Onları durdurmak için acaba bazı kavramları yeniden mi tanımlamamız gerekiyor?

Google Haberlere Abone ol

Gerçek demokrasi, yani çok yönlü (etnik, sınıfsal eşitliğe ve cinsiyet eşitliğine dayanan) demokrasi, barış ortamı, bazı toplumsal ve siyasal varlıkların zehridir. Bu varlıklar nefret, kin, mutsuzluk gibi travmalardan beslenir. Bize yaşamayı değil, ölümü önerirler. Kendilerini mutlak kabul edip, bizi geçici görürler. Oysa yeryüzünde her şey "kötü insan" olarak ayrışan bu “travmatik varlıklar”a göre biçimlenmemiştir. Tersine, mesela güneş daha çok "doğru dürüst insan"ların penceresine, bahçesine konuk olur. Ölümden yana olanlardan korkar, onları kendi karanlığında bırakır ve oradan kaçar. Işıkla yıkanan ormanlardan çıkıp gelen sularla elimizi yıkamamız bundandır. Biz hep yüzümüzü ışığa döneriz. Bu nedenle aydınlık içindeyiz ve bizi herkes, her zaman tanır. Karanlıkta kalan bir yanımız yoktur. Başkaları ısınmak için bize yaslanırlar. Çünkü mutlaka bir parça güneş bulunur bizde. Onların gölgesi yoktur.

Stefan Zweig, Avusturya’nın Naziler tarafından işgal edilmesiyle birlikte geldiği Paris’te, biraz da ironik bir üslupla, “Avrupa kültürüne bir giriş bileti aldık” diyecektir. Oysa onlar, o “travmatik varlıklar” geldiklerinden bu yana, kalplerini karartan egemenlik yanılsaması ile birer cehennem bileti aldıklarının farkında değiller. Bu biletle giriyorlar bizim girmeye kıyamadığımız ormanlarımıza. Su kaynaklarımızı bu biletler sayesinde dinamitliyorlar. Otlaklarımızı talan eden bazı adamlar, onları kovmaya çalıştığımızda, gitmiyorlar, bize bu cehennem biletini gösteriyorlar. Tohumlarımızı söküp alıyorlar geçmişimizden ve geleceğimizden. Üretmek için onlara yalvarmak zorunda kalıyoruz. Hayır, yalvarmıyoruz… Bu ülkenin kayalarıyla, akşamüstleriyle, kapatılmış kapılarıyla ve ölüleriyle hesaplaşacağı günlere yaklaşıyoruz. Ve ellerimizi buna hazırlıyoruz. Anılarımızı da… Buz tutmuş yüreklerin çözülmesini beklemeye zamanımız yok. İşte güneş şuradan batıyor, güneydoğu bu tarafta ve bazı insanlar dağda yürüyorlar, karanlık yükleriyle limandan ayrılan gemiler gibi…

.

Ne diyordum, evet, bu “cehennem biletleriyle” otlaklarımıza giren insanlar, esin kaynaklarımızı talan ediyorlar; çocukluğumuzu, düşüncelerimizi, rüyalarımızı… Onları durdurmak için acaba bazı kavramları yeniden mi tanımlamamız gerekiyor? "Toplum", "kitle", "topluluk"... Biz sanki toplum olma özelliğimizi çoktan yitirdik. Neydi toplum: Birbirine ortak değerlerle bağlı bireylerden oluşan sosyolojik yapı. Demek toplumun homojen bir yapısı var. Epeydir böyle mi? Daha çok iç, bazen de dış dinamiklerin çabasıyla, ne yazık ki paramparça olmuş bir "topluluk" halindeyiz. Rastlantısal olarak bir araya gelmiş bireylerden oluşan bir yapının parçalarıyız yani. Ülkemize özgü siyasi partilerin egemen milliyetçilik anlayışı bile bireyleri en geniş çatı altında toplamayı amaçlaması gerekirken, tam tersine zaten bitmiş olan toplumu iyice mikro parçalara bölme özelliği taşıyor. Kitle iletişim araçları, özellikle TV kanalları son derece güdümlü olduğu için, toplumu kitleye dönüştürme işlevini bile yapamadığından, aslında medyamıza "kitle iletişim araçları" da denemez. Kendi çalıp kendi oynayan, "iletişimsiz" bir medya. Böyle bir sosyolojik özelliğe sahip olan yapı, aslında yönetilemez, kontrol edilemez. En iyi yönetilen toplumsal yapı, örgütlü, görece homojen olandır. Bu yapıları yönetenler isteseler de suç işleyemezler. Yasalar her hareketlerini denetleyecek ve sınırlandıracak güçte ve belirginliktedir. Çünkü karar mekanizmaları çok boyutludur ve kendilerini yalnız hissetmezler. Tek boyutlu karar mekanizmaları, iktidarlara büyüleyici gelse de yanlış yapma riski çok daha fazladır.

Bütün bunlara karşın, insanı heyecanlandıran, yaşama bağlayan şeyler de olmuyor değil. Bu bağlamda, yaşadığım bir olayı paylaşmak isterim: Bir gün otobüsle Ankara'dan İstanbul'a geliyordum. Çevresi ormanlarla kaplı yeşil bir düzlükte, sisler içinde koşan birkaç ata bakarken, otobüsümüzün biraz sonra mola vereceği anonsu yapıldı. Bolu'da "çay ve ihtiyaç molası" verdik. Molanın bitiminde yerime oturdum. Otobüsün hareket saatinin biraz geçmesine rağmen, görevlinin yaptığı kontrole göre bir yolcu eksikti. Hareket ettik. Birkaç kilometre gittikten sonra, şoföre gelen bir telefon üzerine durduk. Az sonra o eksik yolcu bir taksiyle geldi. Ben böyle şeyleri hiç sevmem. Kimsenin o kadar insanı bekletmeye hakkı olmamalı. Kırklı yaşlardaki erkek yolcu otobüse bindi ve ortalara, bana doğru yürüdü. Önümdeki koltuğa oturdu. Tam kızgınca bir şeyler söylemek için yüzümü önümdeki iki koltuğun arasına yaklaştırmıştım ki, elinde benim 'İlk Kar' adlı kitabımı gördüm. Birden durdum. Ne yalan söyleyeyim, hoşuma gitmişti. Şimdi yine de kızmalı mıydım yoksa torpil mi geçmeliydim? Ama benim kitabımı okuyor olması, hele şiir okuyor olması beni oldukça yumuşatmıştı ve onu affetmem için bence haklı olduğum bir nedendi. Kızmadım. Otobüsümüz İzmit otogarına girip, on dakika duracağı bildirilince, okurum da bazı yolcular gibi aşağı indi. Kitabım koltuğunun üzerinde duruyordu. Kaldığı sayfaya kâğıt koymuştu. En son hangi şiiri okuduğunu çok merak ettim. İki koltuğun arasından elimi sokup baktım. Yer yer dizelerin altı kalemle çizilmiş olan , "Güz Şarkısı" adlı uzun şiirin final bölümünü okumuştu. Yolcu okurumun hemen arkasında oturduğumdan habersiz okuduğu bu bölümü bir de biz okuyalım istedim:

.

"...sonunda yağmura kapandı, bana öğretilen derinlik. gelip boşluğa dayandım şu dövülmüş bakırdan sesimle. daha uzak bir ışık içindi ayaklarım, evet sırf bunun içindi başımın daha yüksekte durması. erkenden uyanan kargaların gürültüsü gibi bir şeydi birini selamlamak. en aşağıda, vadinin dibinde giden birkaç geyiğe bakmak gibi bir şeydi pencereye yürümek.

dallarda ve çatılarda susan fırtınaya sorabilirdim, taşın ertelediği çığlığa. bilse bilse o bilirdi çünkü belleğimde oluşan çatlaklardan sızan anıların nereye gittiğini, ayak izlerimdeki karanlığın neyi beklediğini, ellerimin niçin kaybedilmiş bir hazineyi arar gibi kaygılı bir dikkatle dokunduğunu.

kente gelenler arasında bir kan lekesi gibi duruyordum, aşkların ve ihanetlerin açtığı bir yaradan damlamış. biliyordum, bir çocuğu sevmek, eve gümüş ve şarap götürmek, hava kararmış mı diye pencereden başını çıkarıp bakmak, eski bir hasat gününü konuşmak, ağustos öğlesinde gölgeler boyunca yürümek, büyük bir belirsizlik içindi. toprakta susan gece de öyleydi. gecenin otları kuşatması, yoğun bir sessizlik halinde yolların kıyısına, evlerin arasına, pencere diplerine, birtakım belgelere, borulara, ipliklere, eşiklere sokulması da bu yüzdendi.

şimdi hep birlikte dinliyoruz çölün sesini. başımız hep birlikte çevriliyor umulmadık atlılar gibi çıkıp gelen rüzgâra. imkansızın eteklerinde bekliyoruz ateşe verilmiş sorunun yanıtını: terk edilmiş otlakların, çiğnenmiş yasaların, ailenin, duanın ve devletin sürmesi için miydi onca çılgınlık? kentin imar planında en çok tartışılan hapishane ve mezarlık?

ben güzüm. kuşların şafağa olan güveni için konuşuyorum. ağaçların akşamı kabulü için susuyorum. deltaların bozulmuş yataklarını düzeltiyorum. inkâr edilmiş bir geçmiş gibiysem sessizce eskiyen eşyada, yazın bastırılmış öfkesiyim.

ben güzüm.

derinim...."