YAZARLAR

Cayır cayır yanan bir ülkenin 'büyük resmi'

Bu ülkenin yüzde ellisinin desteği arkasındaydı. Arkasında kendi tabanının çok dışına taşan bir mutabakatın gücü vardı... Sonuç? Geçip gidecekler ve kimse onları iyi hatırlamayacak. En iyi ihtimalle, millete yangın yerinde çay fırlatan ve gerçeklikle bağını yitirmiş tuhaf siyasetçiler olarak anılacaklar...

Günlerdir dilimde mırıl mırıl bir türkü var, susturamıyorum. Parsel parsel eylemişler dünyayı / bir dikili taştan gayrı nem kaldı... O kadar yorulduk ki sanki artık elimizden hiçbir şey gelmeyecek. Çoğumuzun duygusu bu.

Memleket cayır cayır yanıyor. Dayanılır gibi değil... Öte tarafta, 21 yaşındaki üniversite öğrencisi gencecik bir kadının hayatına, aşağılık bir mahluk tarafından vahşice son verildi. Azra Gülendam Haytaoğlu... Ah güzelim, ah güzelim... Katilin itirafını dün gece okumak gibi bir gaflette bulundum. Bütün gece bir o yana bir bu yana döndüm durdum. Gözümün önünden gitmeyen bir vahşet. Delirebilsek rahat edeceğiz... Tıpkı Münevver Karabulut, Özgecan Aslan ve Pınar Gültekin gibi ona yapılanlar da kâbus olup uykularımıza çöktü...

Bu kadınlara yapılanlarla bu yangınların bir ilişkisi var. Yeter ki “büyük resme” bakmasını bilelim. Siyasi iktidarın dilinden düşürmediği ve Ruşen Çakır’ın dediği gibi her başı sıkıştığında önümüze sürdüğü “büyük resim”. Yalnız ben görülmesi gereken bir büyük resmin gerçekten de mevcut olduğunu düşünüyorum. O büyük resmin bir tarafında orman yangınları varsa, diğer tarafında 7 üyesi önce kurşuna dizilen ve sonra evleri ateşe verilerek yakılan Dedeoğulları ailesi var. Bir tarafında da Azra Gülendam ve katledilen bütün diğer kadınlar... İçi boşaltılan ve bölünen üniversiteler...

Büyük resim AKP ideolojisinden, AKP’nin “dava” diye diye dilinden düşürmediği ne idüğü belirsiz şeyden başka da bir şey değil. Ne idüğü belirsiz dedim de Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Taliban'ın Türkiye'nin inancıyla ters bir yanı yok” derken, davanın ne olduğunu da gözümüze soktu desek yeridir. Hatta bunun üzerine En Kahraman Ahmet Hakan “Kayıtlara geçsin diye söylüyorum” demiş, “Taliban’ın İslam’dan anladığı ile benim İslam’dan anladığım arasında... Yüce dağlar, engin denizler, derin uçurumlar, aşılmaz doruklar, uçsuz bucaksız gökyüzü kadar fark var.” Hay babana rahmet kayıtçı başı, ama az biraz soluklan... Yerim kalırsa Ahmet Hakan’a döneceğim.

İşte o Taliban’la ters düşmeyen Türkiye inancı, sırtımızı dayamak istediğimiz dağ gibi İstanbul Sözleşmesini nasıl arkamızdan çekip aldıysa ve Azra Gülendam’ları katil ruhlu erkeklerin insafına nasıl terk ettiyse, ormanı da doğayı da ekosistemi de öyle terk etti. İstanbul Sözleşmesini elimizden çekip aldığı gibi, felaketler karşısında THK gibi bir derde deva olabilecek bütün kurumları da zaten çoktan “bitirmişti.” Dağları, evleri ve ormanları, ihale-rant-inşat açgözlülüğünün önüne ve ateşlere attı.

Kuşkusuz o ormanlar sadece THK “bitirildiği” için yanmıyor. Hiçbir şey yönetilemediği için yanıyor. Liyakatsizler ve kayyumlar her yerde suyun başına oturtulduğu için yanıyor. Yerel seçimlerin sonucu gayrı meşru ilan edildiği, seçilmiş belediye başkanlarına İstanbul’dan Iğdır’a “düşman” muamelesi yapıldığı, belediyelerin yardım, destek ve dayanışma çabaları her felaket döneminde engellendiği ve yerel inisiyatiflerle koordineli olunmadığı için de yüreğimizle birlikte yanıyor ülke! Ama “duyar kasmayalım,” Hilal Hanım bozuluyor. “Kibrin cüreti” işte, pusulayı böyle şaşırtıyor...

Doğal felaketlerin insanlığın ortak felaketi olduğunu bilen uluslararası toplumla ve medeni dünyayla dayanışma koftiden bir kabadayılıkla dışlanıyor. Taliban’la ters düşmeyen inanç nedeniyle olsa gerek, bu tür dayanışma çağrıları, rezilane bir popülist dille onur ve gururun karşısına yerleştiriliyor. Ve ülke yanıyor. Çok uzun bir zamandır içten içe cayır cayır yanıyor...

İstanbul Sözleşmesinin feshini ve Azra’yı bu yangın resmine nasıl yerleştirdiğimi soranlar da olacaktır. Belki bir sözleşme değil ama bir zihin yapısı ve bir anlayış koruyacaktı Azra’yı. İstanbul Sözleşmesine sahip çıkan ve uygulayan bir iktidar, kadınları sözüm ona bir tahrik, bir münakaşa vs. sonucunda paramparça edilip bedenleri valizlere tıkıştırılabilir gören korkunç bir zihin yapısını bir miktar dönüştürebilirdi. Öyle ya, kadınlar “kolaylıkla öldürülebilir” ve gözden çıkarılabilir olarak kodlanmamış olsaydı, bu katiller bu rezil açıklamalara böyle kolayca başvurabilir miydi?

İyi ve olumlu bir tezahürünü neredeyse artık hiç göremediğimiz bir “toplum yapısına” ve “aileye” vs. tehdit oluşturduğu söylene söylene İstanbul Sözleşmesi feshedildi. İşin esası, kadının şiddetten etkili biçimde korunduğu bir dünya “kışkırtılmış erkekliklere” tehdit olarak görülüyordu. İstanbul Sözleşmesi etrafında koparılan istismarcı kıyamet, bu kadınlara bu vahim sonları hazırlayan eril zihniyeti semirtti ve kudurmuş öfkelerini besledi. Büyük resim bu... Yetmediyse Türkiye’nin inancıyla ters düşmediği ilan olunan Taliban rejiminin kadınlara reva gördüklerini de bir inceleyin...

Ahmet Hakan’a dönerim demiştim. Bir zaman önce Ahmet Hakan sakil bir yazı yazmış ve Selahattin Demirtaş için “Ve tarihin kendisine ikram ettiği, ‘geleceğin lideri olma’ şansını elinin tersiyle itti.” demişti. Elinde her türlü ama her türlü imkânı varken, gazetecilik yapmayı elinin tersiyle iten ve “kayıtçı” olmayı seçen Ahmet Hakan söylüyordu bunu.

Aslında Selahattin Demirtaş’a tarih hiç ama hiçbir şey ikram etmemişti. Sahip olduğu her şeyi kendi vicdanı, kendi mücadelesi ve kendi emeğiyle kazanmıştı. Kendisine ikram edilmiş hiçbir şey yokken şu ülkenin görüp göreceği en haysiyetli, en yiğit ve en dürüst siyasetçilerinden biri olmayı hem de kısa zamanda başardı... Tam da bu yüzden yıllardır evlatlarından ve ailesinden binlerce kilometre uzakta bir cezaevinde... Uzakta... zulüm artsın diye...

Ahmet Hakan bunları bilmiyor mu? Demirtaş’a saydırırken, onun değil de esas Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tarihe adını yazdıran bir lider olmak için muazzam bir şansı olduğunu fakat bu şansı elinin tersiyle çoktan itmiş olduğunu görmüyor mu? Bu ülkenin yüzde ellisinin desteği arkasındaydı. Arkasında kendi tabanının çok dışına taşan bir mutabakatın gücü vardı... Sonuç? Geçip gidecekler ve kimse onları iyi hatırlamayacak. En iyi ihtimalle, millete yangın yerinde çay fırlatan ve gerçeklikle bağını yitirmiş tuhaf siyasetçiler olarak anılacaklar...

Büyük resim ortada. Fakat bu büyük resimde muhalefetin de pek çok fırça darbesi var. Akşam üzeri gecikmeli olarak izlediğim Ruşen Çakır’ın programı hem muhalefeti hem de “büyük resmi” düşünmeme yol açtı. Öyle bir muhalefet ki şu haber çölünde, şu gerçekliğin AKP medyası tarafından baş aşağı edildiği korkunç yalan ve talan düzeninde durup durup Medyascope’a saldırıyor. Neymiş, Medyascope “fonlanıyormuş.” Bunca genç insana gazetecilik yapma ve izleyicilerine habere, yoruma, analize ve en önemlisi hiç duyulmayan seslere ulaşma imkânı veren, onlarca kişinin çalıştığı bir mecrada ayda yanılmıyorsam 100 bin TL’ye bile tekabül etmeyen bir fon desteği söz konusu. Medyascope’un veya benzer bir habercilik/gazetecilik çabasını inatla ve fedakârca sürdüren mecraların “hakikati” fonlara tahvil ettiğini düşünebilmek için insanın ya komplocu bir zihin yapısına zaten yakın olması ya da kişiyi kendinden bilmesi gerekir... Yani İsveç’ten, ABD’deki bir vakıftan ya da AB’den fon alıyor diye bu mecralarda sunulan içeriklerin onların çıkarlarını temsil etmek zorunda olduğunu düşünmek için en azından etik olarak bayağı bir problemli olmak gerekir. Hakikati foncular yararına tanzim ettiği ima olunan Ruşen Çakır veya diğer birçok isim, herhalde böyle bir şeye gönül indirseydi canını dişine takıp Medyascope vs. için çabalamaz, onca deneyim ve onca birikimle yandaş medyanın önemli bir mecrasında paraya para demiyor olurdu.

Çağcıl dünyanın dört bir yanında yurttaş yararına haberi ve haberciliği, çoğunluğu sivil toplum alanında faaliyet gösteren kuruluşların verdiği fonlar döndürüyor. Katar ya da Suud’un parası döndürecek değil. Mafya-medya-iktidar düzeni içinde hâlâ birbirimizden ve başımıza gelenlerden haberimiz oluyorsa işte bu uluslararası dayanışma sayesindedir. Yurtdışında bulunan akademisyenlere yönelik ithamlarda da aynı etik ve politik sorun var. Nitelikli akademisyenlerin ağaç kökü yemeye terkedilmesi ve her tür saldırıya hedef gösterilmesi karşısında üç beş tweet atmak dışında kılını kıpırdatmamış olanlar, risk altındaki akademisyenlerle uluslararası dayanışma sayesinde, bu kişilerin başka ülkelerde yaşama ve çalışma imkânı bulmasını sorun ediyor.

Aklı başında birçok isim, göçmenlere yönelen ırkçı nefretin ve serseri mayın gibi bir öfkenin esas yönelmesi gereken adresi işaret etmeyi aklından bile geçirmiyor. AKP’nin dış politika önceliklerinin göçmen sorunuyla bağlantısına dair etkili bir muhalefet üretmektense, evleri yakılıp ülkeleri darmadağın edilmiş insanları hedef alıyor. Göçmenlerin hedef gösterilmesine karşı çıkanlara da “Göçmenciler” gibi talihsiz etiketler yapıştırıyor. “Al götür evinde besle” diyen bile var...

Büyük resimde bu da var işte... Bunu diyenlerin çoğunun bu ülkeye milyonlarca göçmeni hevesle kabul ederken kendine de Suriye’nin toprak bütünlüğüne “müdahale” hakkı yaratan bir siyasi iktidarla da sınır ötesi operasyon tezkereleriyle de hiçbir sorunu olmamıştı.

Bu yangın yerinde uzunca bir zamandır nefes alabiliyorsak bu biraz da fon ya da takipçi desteğiyle ayakta duran bağımsız haber ve gazetecilik platformları sayesindedir. Medyascope’u daha Periscope’ta vitaminken izlemeye almıştım. Kasım 2015 seçimleri öncesinde Ruşen Çakır’a Facebook üzerinden bir mesaj göndermiş, öğrencilere Periscope’ta yaptığı yayıncılığı örnek gösterdiğimi ve açık oturumlarını yakından takip ettiğimizi yazmıştım. Mesajda Selahattin Demirtaş’la bir röportaj yapmayı düşünüp düşünmediğini de sormuştum. Nereden nereye...

Diyeceğim o ki memleket yangın yeri ve dün olduğu gibi bugün de Selahattin Demirtaş’tan Ruşen Çakır’a, aynılar aynı yerde... Birileri inatla, azimle ve küçücük ücretlerle gazeteciliği ve haberciliği sürdürmeye uğraşıyor. Birileri sözünü cezaevinden resimle, romanla, şiirle, yazıyla memlekete yetiştirmeye çalışıyor. Siz neredesiniz, ne istiyorsunuz? Tümden medyasız kalmayı ve gazetecilerin ağaç kökü yemesini mi?

Çok uzattım kusura bakmayın, çünkü büyük resim sandığımızdan da büyük...


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.