Çavdar ve mahmuzu

Çavdardan yola çıkıp LSD’ye kadar ulaşmak olası. Hatta bir adım daha atıp Arthur Miller’ın ünlü tiyatro yapıtı Cadı Kazanı’na da...

Google Haberlere Abone ol

Ahmet Uhri

Buğdayın insanla olan aşkının günümüzden yaklaşık olarak 14 bin yıl önce başladığını neredeyse artık herkes öğrendi. 'Secale cerale' yani çavdar içinse bu tarih arkeobotanik verilere göre buğdayın tanınmasından yaklaşık olarak 4 bin yıl sonra yani Neolitik Çağ’da olmuştur. Akdeniz Bölgesi’nde Yumuktepe, Kuzey Suriye’deki Tell Müreybet ile Orta Anadolu’daki Can Hasan ve Alacahöyük’te çavdara rastlanmıştır. Bu kazılardan elde edilen verilere göre; Tell Müreybet’te rastlanan örnekler burada çavdar tarımı yapılıp yapılmadığı konusunda tam olarak fikir vermese de M.Ö. 8500-7500 tarihleri arasındaki Neolitik Dönem’le çağdaştır. Bir diğer deyişle Ortadoğu’da ilk yerleşik yaşam ve tarım başladıktan yaklaşık 4 bin yıl sonra çavdarın belki de tarıma alınma çalışmalarının başladığını söylemek olasıdır. Suriye’de görülen bu ilk örneklerden sonra, Anadolu’daki şimdilik en eski örnekler Orta Anadolu’da Karaman yakınlarındaki Can Hasan III kazısından gelmektedir. Bu kazıdan elde edilen arkeobotanik verileri değerlendiren S. Payne ve G. Hillman tarih olarak yaklaşık M.Ö. 6500 civarını vermekteler.

AYRIK OTUNDAN ALLAHIN BUĞDAYINA...

Görüldüğü gibi buğdaya göre çavdarın insanın yaşantısına girmesi oldukça geç bir tarihte gerçekleşmiş. Bu gecikmenin elbette bir nedeni var, o da yabani çavdarın buğday tarlalarında yabani bir ot olarak yetişmesi. Yani ilk zamanlar bir ayrık otu olarak görülen çavdar zamanla evrimleşmiş ve bu evrim sırasında değişik iklim koşullarına buğdaydan daha dayanıklı hale gelmiştir. Bu nedenle de buğdayın özellikle soğuk iklim koşulları sırasında yetişememesi durumunda aynı tarlalarda filizlenmiş ve ikame bir ürün olarak ilk çiftçi topluluklarından beri değerlendirilmiştir. Tell Müreybet ve Can Hasan III yerleşimlerinden çok daha geç dönemlere tarihlenen Alacahöyük gibi Erken Tunç Çağı yerleşimleri ise artık çavdarın belki de bir ikâme ürün olarak dikkate alındığının göstergesi olabilir. Ayrıca bazı Hititologlar Hitit metinlerinde geçen KAR-aŝ sözcüğünün çavdar ya da yulaf anlamına gelebileceği üzerinde durmaktalar. Şimdi neden Anadolu’da çavdara ‘Allahın buğdayı’ denildiği belki daha iyi anlaşılır. Soğuk geçen bir yılın sonunda üretebildiğiniz buğday az ise, bu ürün kaybını karşılayan tanrısal bir hediye gibidir çavdar, üretici için.

Çavdarı betimlemeyi yine Fernando-Armesto’ya bırakalım:

“…Tecrübesiz çiftçilere ve soğuk havada yetiştirmek zorunda kalanlara cennetten gönderilmiş bir armağan gibidir, buğday yetiştirmenin güvenilir olmadığı ortamlarda, özellikle Roma İmparatorluğu’nun Kuzey ve Doğu taraflarında, yabani ot olarak hayatına başlayıp esas ürün olarak devam etmiştir. MÖ I. binyıldan beri, patates rekabete başlayıp öne geçene kadar, çavdar Kuzey Avrupa düzlüklerinde yetişen en seçkin besin maddesi olmuştur…

…Plinius’un çavdarı yalnızca yoksullara uygun görmesi o zamandan beri elitler arasında karşılığını bulmaktadır. Ancak, günümüzde, burjuva yiyeceği olarak yükseliş göstermektedir, lezzet düşkünleri, zayıflamak isteyenler ve doğal ürün heveslileri tarafından tercih edilir hale gelmiştir; zira bu ekmekleri çiftçiler yapıp yemektedirler…”

Elbette bu söylenenler Akdeniz dünyası gibi kuzeye göre daha ılıman bir iklime sahip coğrafyalar için pek geçerli olmasa gerek. Zira Akdeniz uygarlığı aslında bir buğday, zeytinyağı ve şarap uygarlığıdır desek yanlış olmaz. Zaten Eski Yunan’da da kötü kokusu nedeniyle pek sevilmeyen çavdarı hem Plinius hem de eczacılığın babası Galenos kötülemeseler bile iyi bir gıda maddesi olarak anmamaktadır.

'ÇILGIN EKMEK' VE PLATON'A GEÇİŞİN SEKİZİNCİ ADIMI

Bu tarihsel ve arkeolojik verilerden sonra çavdardan kaynaklanan salgın ve zehirlenme hikâyesine gelelim. Çavdar, çağlar boyunca buğdayın ikamesi olarak görülmekle birlikte insanlık için oldukça zarar verici boyutlarda hastalıklara da neden olmuştur. 19. yy’ın ortalarına kadar çavdarın bir parçası zannedilen ve biçiminden dolayı çavdarmahmuzu denilen bir asalak mantar çeşidi bu hastalıkların nedenidir. Olasılıkla Antik Yunan ve Roma’dan beri bilinen bu hastalık esas olarak Ortaçağ’da kayıtlarda sıklıkla yer almaya başlamıştır. Mikrobiyolojinin gelişmesiyle birlikte aslında Claviseps purpurea adı verilen bir mantarın bu zehirlenmeye neden olduğu anlaşılmış olmakla birlikte daha önceden verilen ergot zehirlenmesi adının kullanımı da devam etmiştir. Claviseps purpurea, şeklinin horozun mahmuzuna benzemesi nedeniyle bu adla adlandırılmıştır. Zira 17. yy Fransızcasında argot sözcüğü horoz mahmuzu için kullanılmaktadır. Aynı şekilde Claviseps purpurea da kapsül veya mahmuz biçimli olan ve purpurea kısmından da anlaşılabileceği gibi mor renkli (purple) mahmuz demektir. Bu mantar da çavdarın başağındaki tanenin üzerinde gelişerek bir süre sonra onun yerine geçer ve aynen bir mahmuz gibi uzayarak, morumsu koyu rengiyle kendini belli eder. İşte bu mantar halusinojen etkisi olan bir alkoloid içerdiğinden geçici deliliğe ve hatta ölüme neden olmakta. Hatta bu nedenle Ortaçağ’da mantar içeren bu türden ekmekler ‘çılgın ekmek’ olarak adlandırılır. Ergotoksin denilen bu alkoloid ile ilgili çalışmalar bambaşka bir maddenin de çavdarmahmuzundan ayrıştırılmasını sağlamıştır. Bu madde D-lysergic acid diethylamide adıyla bilimsel literatürde yer almakla birlikte, esas olarak LSD diye tanınmakta. LDD, İsviçreli kimyager Albert Hofmann tarafından 1938 yılında ilk kez ayrıştırılmış olup, bu madde daha sonraki yıllarda Dr. Timothy Francis Leary’nin öncülüğünde 68 kuşağı tarafından baş tacı edilmiştir.

Nereden nereye? Görüldüğü gibi çavdardan yola çıkıp LSD’ye kadar ulaşmak olası. Bir adım daha atıp buradan Arthur Miller’ın ünlü tiyatro yapıtı Cadı Kazanı’na da ulaşalım o zaman. Miller’ın 1952 yılında yazdığı ve McCarthy dönemini eleştirdiği bu oyununda 1692-1693 yıllarında Salem Massachusetts’de gelişen cadı olayları işlenmektedir. Salem’de kurulan engizisyon mahkemesinde birçok kişi cadılıkla suçlanarak idam edilmişlerdir. Bütün bu olayların merkezinde ise olasılıkla yedikleri çavdar ekmeğinde bulunan ergotoksin nedeniyle hayal gören kız çocuklarının ifadeleri bulunduğu düşünülmektedir.

Burada konuyla doğrudan ilgili olmamakla birlikte olgular arasındaki ilişkileri görme ya da birbiriyle bağlama üzerine yazınsal bir örnek vermek istiyorum. Umberto Eco’nun Foucault Sarkacı adlı romanında kahramanlardan Casaubon uzun bir yolculuktan sonra İtalya’ya dönüp iş olarak adını kendisinin uydurduğu bir çeşit ‘bilgi hafiyeliği’ne soyunur. Hiçbir bilgi diğerinden üstün değildir ilkesinden hareketle olgular, belgeler ve bilgiler arasındaki ilişkiler kurmaya başlar. Kendi deyişiyle, çağrışım yoluyla yedi aşamada salamdan Platon’a geçmeniz gereken bir oyuna benzemektedir yaptığı iş. Salam-domuz-kıl fırça-Biçemcilik-İdea-Platon. Şu an, bu alıntıyı, bu yazıya eklemekle aslında sekizinci adım da atılmış oldu: Çavdar.

 

Etiketler çavdar arkeoloji