Cari açık: Türkiye’nin daimi ateşi

Türkiye’nin şu anki sermaye birikim süreci temelde piyasanın yönlendirdiği, bireysel ve kısa dönemli kâr ufkuna dayalı sürdürülemez ve adil olmayan bir büyüme modelidir. Türkiye’nin büyüme modelinde plan ve adalet yoktur, dolayısıyla gelecek de yoktur. Bu yüzden ülkenin yüksek teknolojili ürünlerinin toplam ihracattaki payının düşüklüğü kârı düşünen firmaların bir başarısızlığı değildir, burada bir kamu başarısızlığı söz konusudur.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

Türkiye’de hem üzerine bu kadar çok konuşulan hem de anlama ve çözümü konusunda bu kadar az çaba gösterilen az sayıda konulardan biri de cari açık sorunudur. Bu yüzden, bu sorunu farklı bir açıdan tartışmak ve çok sayıda iktisatçının bunu bir fiyat problemine (döviz kuru) indirgeme konformizmine karşı bir eleştiri yazısı yazmak istedim. Türkiye açık bir ekonomiye evrildiği 1980’lerden bu yana, cari açık ülke gündeminde hep yer aldı. Ülke büyümeye başladığında cari açık şiddetli bir şekilde yeniden nükseden bir hastalık niteliği gösterdiğinden büyümeden korkar hale geldik. Özellikle 2000’li yılların başından itibaren başlayan AKP döneminde cari açık problemi ve işsizlik cumhuriyet döneminin geneline kıyasla daha kalıcı problemlere dönüştüler. Cari açığın milli gelire oranı 2003-2019 arasında yaklaşık eksi yüzde 4.5’dir. Bu oran kalıcı olduğu gibi çok yüksektir.

Cari açık rakamı sadece bir sayı değildir. Ülke ekonomisinin işleyiş dinamiğine dönük temel ipuçları verir. Ülkenin üretim yapısı, tasarruf ve tüketim eğilimleri, dış dünya ile entegre biçimi ve daha önemlisi büyüme modeli hakkında bilgi verir. Cari açığın oluşmasında Türkiye’ye özgü nedenler olduğu gibi son dönemlerde dünyanın farklı yerlerinde izlenen farklı büyüme stratejilerinin de etkisi vardır. Cari açık döviz kuru arttı-azaldı problemi değildir, özü itibariyle bir büyüme/kalkınma ve paylaşım problemidir.

Bazı ülkeler tüketimlerinden daha fazla üretirlerken, bazıları da daha az üretirler. Bu farklar ticaret kanalı ile giderilir. Fazla veren ülkelerin genel olarak tüketim düzeyleri düşük, tasarrufları yüksektir. Bunun sebebi, bu ülke insanlarının ve devletlerinin çok tutumlu olması veya firmalarının çok kârlı yatırım imkanlarına sahip olmalarından kaynaklanmaz. Bu, büyük oranda ilgili ülkelerde izlenen büyüme politikalarının bir sonucudur. Bu politikalar özü itibariyle mal ve hizmetlere harcama yapan gruplardan (özellikle çalışanlardan) tüketim eğilimi daha düşük ve yatırım yapan gruplara aktarılan bir büyüme modeline dayanır. Açık veren ülkelerin açıkları ise büyük oranda buna dönük belirli bir büyüme stratejilerinin olmamasına, dış dünya ile kurdukları finansal entegrasyon biçimlerine ve fazla veren ülkelerin büyüme stratejilerinden negatif etkilenmelerine dayanır. Bunu anlamak için biraz diğer ülkelerin tecrübelerine bakmak gerektiğini düşünüyorum.

BÜYÜME MODELLERİ VE ÜLKE ÖRNEKLERİ

Toplumlar refah düzeylerini artırmak için daha fazla yatırıma ihtiyaç duyarlar. Yatırımı finanse etmenin iki temel kaynağı vardır. Bunlardan biri yerli üreticilere iç kaynak transferi sağlamaktır (yüksek tasarruf modeli). İkincisi, dış kaynak transferi sağlamaktır, ki bu ithalatı artırmak yoluyla olur (yüksek ücret modeli). Yüksek ücret modelinde yüksek ücretlerle artan talep dış yatırımı ülkeye çeker ve yatırım artar. Çok sayıda ülke bu modellerin farklı kombinasyonlarına dayanan büyüme/kalkınma stratejileri takip eder. Her modelin uluslararası ticaret açısından sonuçları vardır. Yüksek tasarruf modelinde ticaret fazlası oluşur çünkü üretim iç talepten daha yüksek düzeyde gerçekleşir. Bu modelde tüketim yatırım lehine baskılanır. Fakat yüksek ücret modelinde yerli talep üretim kapasitesinin üstüne çıkar, bu da yabancı yatırımın yurda gelmesini teşvik eder ve ticari açık oluşur. 19. yüzyılda ABD’nin büyümesi bu modele göre gerçekleşmiştir, ABD’de nispeten yüksek ücretlerin (verimlilik oldukça yüksekti) varlığı talebi artırdığından İngiliz sermayesini buraya çekmiştir ve büyümesini uzun süre açık vererek sağlamıştır.

Yüksek tasarruf modeli günümüzde ve geçmişte çok daha uzun süre ve çok sayıda ülkede uygulandı. 18. yüzyılda İngiltere’de olanlar bu modelin öncüsü sayılır. Toprakları ellerinden alınan ve şehirlere sürülen köylülerin burada ücretleri aşağı çekmesi üreticilere ucuz emek imkanı sundu. Bu da yatırımların artmasına ve sermaye malı ihracatının hızlanmasına neden oldu. Tüketimi baskılamanın en aşırı örneği, Stalin Rusya’sında köylüler açlıktan ölürken buğdayın ihraç edilmesidir. Yatırımlarını artırmak için temel sermaye malları ithalatını buğday ihracatı ile finanse ettiler. Bunu da büyük oranda, köylülerin tüketimini baskılayarak gerçekleştirdiler. Japonya bu modelin II. Dünya Savaşı’ından sonra daha sofistike ve Stalin’e göre daha insancıl olanını uyguladı. İşçiler, firmalar ve hükümet bir sosyal sözleşme üzerinden daha hızlı büyümek ve Batı'yı yakalamak için anlaştılar. Buna göre, işçiler ücret talebinde bulunmayacak, firmalar kazançlarını hemen yatırıma aktaracak ve hükümet de hem iç piyasa koruması hem de ucuz finans sağlayacaktı. Bağımsızlık sonrası birçok ülke ya Sovyet ya da Japonya versiyonlarını uygulamaya koydular. Kore 1948’de ikiye bölündüğünde, iki Kore farklı büyüme modelleri seçti. Kuzey Kore Sovyet modelini seçti ve 1970’lere kadar başarılı sonuçlar aldı. Güney Kore daha çok Japon modelini seçti. Fiziksel sermayeye önem veren Sovyet sisteminin başlangıç avantajları zamanla ortadan kalkarken, yatırımların verimliliğine ve teknolojik yeniliğine önem veren Güney Kore modeli daha başarılı oldu. Sovyet modelinin çöktüğünü gördük. Japonya modelinin de zamanla aksadığını görüyoruz. Japonya’da yatırım yapma baskısı (sistemin yatırımları teşvik eden kurumsal teamülleri) çok daha verimli olmayan yatırımlara neden oldu. Bu yüzden ciddi bir atıl kapasite ortaya çıktı. Dolayısıyla, son dönemlerde Japonya’da yatırımlar düştü, işsizlik arttı ve tasarruf oranı sıfıra yaklaştı. Bu konuların daha detayını Matthew Klein ve Michael Pettis’in “Trade Wars are Class Wars” adlı kitabında daha detaylı bulabilirsiniz.

Günümüzde yüksek tasarruf modelini Çin ve Almanya uygulamaktadır. Bu ülkelerin tecrübeleri oldukça bilgilendiricidir. Çünkü bu ülkelerde olanlar fazla veren diğer ülkelerde olanı anlamamıza da yardımcı olmaktadır. Örneğin ABD, Almanya ile kıyasladığında aslında birçok açıdan benzer özellikler göstermesine rağmen, Almanya’nın tersine sürekli açık veren bir ülke konumundadır. Her iki ülkede de talep yetersizliği ciddi bir problemdi. Örneğin, ABD’de 1980’lerden bu yana gelir dağılımındaki ciddi bozulma söz konusudur. Nüfusunun en alt yüzde 50’sinin reel ücretlerinde ciddi bir iyileşme yoktur. Almanya’da ise 1990’lı yıllarından itibaren refah devletinden geri çekilmeler ve 2000’li yıllardaki emek piyasasını esnekleştiren uygulamalar (Hartz yasaları) zayıf talebi belirleyen gelişmeler oldu. Fakat benzer durumlar farklı iki sonuca neden oldu. Bunun en önemli sebeplerinden biri ABD’de ortaya çıkan borçlanma düzeyidir, ki bunu büyük oranda ABD’deki iktisadi aktörlerin finansal sistemle kurduğu ilişkide aramak gerekir. Borçlanma düzeyindeki artış Almanya’nın tersine iç talebi artırdı. İkincisi, her ülke de daha düşük ücretli ülkelere yatırımlarını kaydırmalarına rağmen, Almanya’nın özellikle çevre ülkelere (Doğu Avrupa ülkeleri) yaptığı yatırımlar daha kalıcı ve etkindi. Benzer bir durum bir ölçüye kadar Japonya için de geçerlidir. Japonya’da hem hanehalkı tasarrufu (yaklaşık sıfırdır) hem de kamu tasarrufu (bütçe açığı eksi yüzde 5-6’dir) düşük olmasına rağmen çevre ülkelere yaptığı yatırımlardan elde ettiği kârların etkisi ile cari fazla vermeye devam etmektedir. Yani hem kendi ülkesine yatırım yapmaması hem de elde edilen kârlar Japonya’nın hâlâ cari açık vermesine neden olmaktadır.

Tabii bir ülkenin cari açığını sadece belli grupların tasarruf eğilimleri üzerinden açıklamak yetersizdir. Asıl mesele ülkedeki aktörlerin davranışlarını topluca yönlendiren faktörlere odaklanmaktır. Çünkü hanehalkı, firma ve hükümetlerin harcama ve tasarruf davranışlarını harekete geçiren sistemik bozulmalar söz konusudur. Sistemik bozulmaların arkasında dış finansal akımların çok belirleyici olduğu açık. Ülkeler sadece cari açıklarını finanse edebilmek için sermaye akımlarına ihtiyaç duymazlar, sermaye akımlarının kendileri cari açıkların nedenine dönüşebilir. Yani cari açıktan sermayeye değil, sermayeden cari açığa doğru bir nedensellik söz konusudur. Çünkü cari açıkların yüksek düzeyde ve uzun bir süre sürdürülmesinde finansal kaynaklara kolay erişim imkanı yatmaktadır. Bunun en tipik örneği ABD’dir. Daha sağlam görünen finansal yatırım imkanlarına sahip olması (doların rezerv para olmasının da etkisiyle) birçok ülke ile girdiği ticari dengenin çok ötesinde finansal akımlara açık hale gelmektedir. Bunun da kredi kanalı ile iç tüketime ve dolaysıyla ithalata aktığını biliyoruz. Bu anlamda finansal imkanlar cari açığı kolaylaştıran ve uzun süre sürmesini sağlayan bir faktördür. Bunu AB içinde de görmek mümkündür. Euro’nun devreye girmesiyle sermaye akımlarının yönünün kuzeyden güneye yönelmesi bu ülkelerdeki borçlanma kısıtlarını oldukça hafifletmiştir. Portekiz, İspanya ve Yunanistan’ın cari açığını artıran mekanizmada bu ülkelere akan sermaye akımlarının büyük etkisi vardır. Gelen paralar büyük oranda tüketime ve üretken olmayan yatırımlara kaydığı gibi rekabet güçlerinin azalmasına ve açığın daha da büyümesine neden olmuştur. İspanya ve Portekiz’deki cari açık bir ara eksi yüzde 10 ve Yunanistan’da eksi yüzde 15 civarındaydı. Yani ABD’nin Avrupa’daki kriz izdüşümü çevre güney ülkelerinde de gerçekleşmiştir. Bu hikayenin bir benzeri Türkiye’de yaşanıyor. Türkiye’nin 2000’li yıllardan itibaren artan cari açığının bu kadar uzun ve yüksek düzeyde sürdürülmesinde ülkenin sağladığı finansman kolaylığının çok ciddi bir etkisi vardır. Bu da doğal olarak cari açık sorununun ancak kriz anlarında sermaye gelmediğinde görülmesine neden olmaktadır.

Burada aynı zamanda Çin etkisini de resme dahil etmek gerekir. AB içinde artan cari ticaret dengesizliklerinde 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) üye olan Çin’in çok önemli bir rolü oldu. Çin’in varlığı Almanya’yı pozitif etkiledi çünkü Çin önemli oranda yüksek teknoloji ürünlerini Almanya’dan aldı. 2000-2008 arasında Almanya’nın AB-olmayan ülkelere ihracatı iki kat artarken, Avrupa’nın güney çevre ülkelerinin bu ülkelere ihracatı değişmedi. Fakat Çin çevre ülkelerin daha düşük teknolojik ürünleri ile rekabete girdi. Bu ülkeler bundan kötü şekilde etkilendiler. Bu, AB’nin Çin şokundan asimetrik olarak etkilendiği anlamına gelir. Bu durum Türkiye için de geçerlidir. Çin etkisi her yerde benzer mekanizmalarla ülkelerin dış ticaretinde dengesizliklere neden olmaktadır. Türkiye 2000’li yıllarda uzun süredir üretim kapasitesini geriletecek düzeyde ucuz ürünleri Çin’den, nitelikli ürünleri Almanya’dan almaktadır. Türkiye bu anlamda ikili bir kıskaç içindedir. Basit bir şekilde Çin ve Almanya’da tüketim baskılandıkça, başka bir ülkede üretimin her kategorisi baskılanmaktadır.

Burada şunu ifade etmek gerekir, ticari fazla veya açık doğası gereği iyi veya kötü değildir. İyi “dengesizlikler” mümkündür. Eğer açık vermek ülkedeki iyi yatırımların varlığından dolayı yapılan ithalatla oluşuyorsa bu kötü bir durumdur. Fazla veren ülkelerin tasarrufları açık veren ülkelerin daha kârlı yatırımlarına yöneliyorsa, bundan her iki taraf da faydalanır. Örneğin Japonya ve Güney Kore’nin belirli bir dönem boyunca ithalatı ihracatından oldukça yüksek seyretti. Fakat üretim potansiyellerini ithal edilen sermaye malları ile uzun dönemde artırdılar. Yani ticari açık vererek uzun dönemde üretim kapasitelerini genişlettiler. Dahası ticari fazla da iyi bir şey olmayabilir. Ticari fazla bir şekilde reel veya finansal yatırımlara aktarılır. Fakat bunların iyi yatırımlar olacağının garantisi yoktur. Örneğin, son dönemlerde Almanya’nın yatırımlarındaki başarısızlıklar dikkat çekmektedir, özellikle yurtdışı yatırımlarında ciddi kayıplar oluşturmuştur. Yani açık ve fazla vermenin sağlıklı veya riskli olmasını belirleyen şey, açığın nasıl finanse edildiği ve hangi yatırımlara harcandığı ve cari fazlanın nasıl ve hangi alanlarda kullanıldığı ile ilişkilidir.

POLİTİKA ÖNERİLERİ

Yüksek tasarruf modellerinin uygulandığı ülkelerin önemli bir kısmında (Almanya hariç) politik ortam otoriterdir. Bu yüzden bu modelleri günümüzde uygulamak oldukça zordur. Dahası bu tür modellerde nesiller arası bir ödünleşme (trade-off) söz konusudur. Gelecek neslin tüketimi için önceki nesil feda edilmektedir. İnsan hayatları bu anlamda araçsallaştırılır. Gelecek neslin refahı da “nasiplenme” (trickle down) umuduna dayanır, yani uzun dönemde ortaya çıkacak genel refahtan herkes nasibini alacaktır düşüncesine dayanır. Gerçi bunun da garantisi yoktur. Zira Japon halkının refah düzeyi hiçbir zaman muadili Batılı halkların refah düzeyini yakalayamamıştır. Yine bu modelde tasarrufu artırmanın en basit yolu insanların harcamalarını daha az kısmak olduğundan, yatırımın tüketimdeki azalmayı telafi etmesi beklenir. Bu mümkün olmadığında sonuç daha az üretim ve daha az tasarruf olacaktır. Bu da yeni yatırımları daha da geciktirir. Dahası aşırı tasarruf insanların temel ihtiyaçlarının tatminini erteleyip üretken olmayan yatırımlara (inşaat gibi) kayması ile de sonuçlanabilir.

Nesiller arası ödünleşme, insanların temel ihtiyaçlarının ötelenmesi, olası yatırım problemleri düşünüldüğünde daha rafine yöntemler aramak gerekir. Bunun için yatırım ve tasarruf ilişkisi üzerinde daha fazla düşünmek gerekir. Örneğin, yatırımın tasarrufa yön vermesi daha tercih edilebilir bir yöntem olabilir. İyi yatırımlarla üretimin artırılacak olması hem tüketimi hem de tasarrufu artıracaktır. Yani tasarruftan yatırıma gitmek yerine, yatırımdan tasarrufa gitmek daha insancıl olduğu gibi, daha doğrudan sonuç elde etmemize imkan verebilir. Bunun başarılabilmesi için ciddi bir hükümet politikası gereklidir. Hükümet yatırımı artırmak konusunda daha rafine metotlar geliştirebilmelidir. Buna göre, hem hükümetin kendisi yaygın ve verimli yatırım kararları alabilmeli hem de firmalar (yerli ve yabancı) için bu konuda yönlendirme/teşvik etme/ikna etme/ortaklık yöntemleri geliştirmelidir. Türkiye’nin şu anki sermaye birikim süreci temelde piyasanın yönlendirdiği, bireysel ve kısa dönemli kâr ufkuna dayalı sürdürülemez ve adil olmayan bir büyüme modelidir. Türkiye’nin büyüme modelinde plan ve adalet yoktur, dolayısıyla gelecek de yoktur. Bu yüzden ülkenin yüksek teknolojili ürünlerinin toplam ihracattaki payının düşüklüğü kârı düşünen firmaların bir başarısızlığı değildir, burada bir kamu başarısızlığı söz konusudur.

Diğer yandan, Türkiye’nin dış dünyadan kolayca sağladığı finansman kaynakları cari açığın hiçbir sorun yokmuşcasına sürmesine neden olmaktadır. Bu anlamda finansal entegrasyonun niteliği, boyutu ve kapsamı da daha sofistike regülasyonlar içermelidir. Bu tedbirlere diğer ülkelerin büyüme modellerinin ülke üretim kapasitesi üzerindeki yıkıcı etkileri de dahil edilmelidir. Bu ülkelerin sizden önce büyüme stratejilerini belirlemeleri çok daha zorlayıcı bir süreç yaratır. Bu sorun bağlamında, sadece döviz kuru fiyatını öne çıkaranların ülke cari açığının arkasında bir üretim ve paylaşım problemini yok varsaydığını düşünüyorum. Yukarıda bahsettiğim dünya örneklerinde de görüldüğü gibi fiyat politikalarını aşan daha sistemik tercihler ve yönlendirmeler söz konusudur. Arkasında sistematik bir üretim ve tasarruf planı olmadıkça döviz kuru kamu yararına dönük bir işlev göremez. Daimi cari açık problemleri aynı zamanda toplumsal refahı tehdit eden kriz riskleri taşıdıklarından sadece fiyatlara ve firmalara bırakılamaz. Elbette döviz kuru politikaları yerli üretimi destekleyici nitelikte kullanılabilir. Fakat asıl olan bence cari açığı bir üretim ve paylaşım problemi olarak görmektir.

 

*Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü