YAZARLAR

Capitol'un işgali, Boğaziçi'nin fethi

Nasılsa kendimiz çalıp, kendimiz söylüyoruz. Aslında orada bizonkafanın Capitol’u işgaliyle, burada Boğaziçi’nin koçbaşıyla fetih girişimi birbirleriyle yakın akraba. Dün de başlamadı o fetih. Fethin arkayüzü intikam. Makyajı kibir. Paçalardan akan, bir türlü aşılamayan bir eziklik duygusunun dışavurumu.

Sayın Oğuz Demiralp’tan uzunca bir alıntı: “Bize gelince, büyük bir fırsat kaçırdık. Kongreye saldırıyı, darbe heveslilerini açıkça baştan kınamalı, milletin temsilcilerine, demokrasiye, geçerliliği kanıtlanmış seçim sonuçlarına saygı çağrıları yapmalıydık. Bunu inandırıcı şekilde yapsaydık, hem dünyadaki hem de ABD'deki imajımız bakımından olumlu olurdu. Biden ve ekibinin gönlünü kazanmış, böylece ikili sorunlarımızın halli için iyi bir zemin yaratmış da olurduk. Yapmadık. Trump'a da göz kırptığı ileri sürülebilecek, ortadan açıklamalarla vaziyeti idare etmeye çalıştık. Tepki aldık. Bu tepkinin belleklerde yer etmesi kimseyi şaşırtmasın. Bu kadar dramatik bir anda demokrasiden yana güçlü ve açık tavır almak gerekirdi. Hele Dışişlerimizin açıklamasında ‘tüm taraflar’ deyiminin kullanılması beni çok şaşırttı. Böylece o isyancı güruhu da ‘taraf’ saymış olduk. Gene yanlış yaptık.”

Kıdemli emekli büyükelçi Demiralp’ın yorumu böyle. Belki Dışişleri’nde sözkonusu açıklamanın ilk taslağını yazan müsevvit, sonra metin “arz/takdim” imzaya çıkarken paraflarını koyan sıralı amirler de okumuştur. Şimdi sözü cin olmadan adam çarpma yolunu tutmuş iki nüktedan kamu görevlimize bırakalım, bakalım onlar maaşlarını hak etmişler mi?  Önce hümayun iletişim şeysi Fahrettin Altun: “ABD’de demokrasinin tüm kurum ve teamülleriyle bir an önce işler hale geleceğine olan inancımızı koruyoruz.” Sonra sözcüsü İbrahim Kalın: “Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan gelişmeleri endişeyle takip ediyoruz.” Ne zekice latifeler değil mi? Devlet ciddiyeti, hariciye geleneği, ulusal çıkarlar öyle mi? Siyasal islâmcının istihzası da bu kadar oluyor. Hani “15 Temmuz’da bizi yalnız bıraktınız, keser döner, sap döner…” filan demeye getiriyor aklı sıra.

Aynı Altun ve aynı Kalın şimdi ilk Beyaz Ev kabulü, Başkan Biden görüşmesi için allem kullem edecek, başköşede kameralara poz vermek için adeta birbirlerini ezecek. Ankara’ya gelecek ilk üst düzey ABD yetkilisiyle tek el cepte, diğer elin işaret parmağı havada pozlar verecek, kendi havuz medyasına bunları bastırtıp mutmain olacak, prim yapacak. Eski CENTCOM Org. Austin’e de eski Genelkurmay Başkanı MSB Org. Akar NATO’nun faziletlerini, S-400 alım gerekliliğini ve PYD’nin “terör örgütü” olduğunu anlatacak artık “askerden askere.” SETA adına HB Yalçın’a “PKK sempatizanı Brett McGurk Biden yönetiminin Ortadoğu temsilcisi olarak atandı” diye yazdıran herhalde Kalın/Altun olduğuna göre, görevi çerçevesinde Beyaz Ev yani Biden yönetimi adına adıgeçen Ankara’ya uğramak isterse kabul edilmez. Onun yerine TAİK Başkanı Yalçındağ üzerinden doğrudan Biden’den telefon randevusu kovalanır belki. Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelensky dolayımıyla Hunter Biden’e erişim aramak gibi yaratıcı fikirler eminim şimdiden kıvrak, çözüm odaklı, pragmatik zihinleri meşgul ediyordur: Gitti damat, geldi mahdum. Çavuşoğlu’na ise “Tony ile” çay içmek düşer bakarsınız, Sigmar Gabriel hesabı.

Olur, hepsi olur, olmaz demiyorum. Nasılsa kendimiz çalıp, kendimiz söylüyoruz. Aslında orada bizonkafanın Capitol’u işgaliyle, burada Boğaziçi’nin koçbaşıyla fetih girişimi birbirleriyle yakın akraba. Dün de başlamadı o fetih. Fethin arkayüzü intikam. Makyajı kibir. Paçalardan akan, bir türlü aşılamayan bir eziklik duygusunun dışavurumu. Ancak bunların hepsi “soft” konular. Hiç gözaltına alınmamaları gerekirken sabaha karşı kapıları, duvarları kırılarak götürülen öğrenciler var. Onların terörist olduğunu söyleyen bir içişleri bakanı. Aynı doğrultuda konuşup, işin içine CHP İl Başkanı Kaftancıoğlu’nu da katan bir cumhurbaşkanı. Ertesi gün AKP rejiminde dahi serbest bırakıldı o öğrenciler. Dönüp sorabiliyor muyuz içişleri bakanına, cumhurbaşkanına, “yönettiğiniz halka yalan mı söylediniz?” diye. Haydi diyelim bu yönde başlıkları havuz medyası atmış olsa, “yakışmadı” der geçersiniz belki. Güvenliğimizden sorumlu bakan, devletin başındaki cumhurbaşkanı söylediğinde? Peşinden TSK silâh envanteri de içişleri bakanına açıldığında? Bu işin sonu nerede biter?

Muhalefette “her şey güzel olacak” afyonunun ötesinde bir aciliyet duygusunun belirmesi için daha ne olması gerek? Doğru, sürat ile acele farklı, ama sükunet ile atalet de farklı. Kaftancıoğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a tazminat davası açacakmış, “CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun talimatıyla”: CHP, en tepesinden en kenarına kitlesel ve güçlü biçimde İstanbul il başkanlarının yanında durdu mu, ona sahip çıktı mı, gür bir ses çıkardı mı, ben mi kaçırdım? Büyütmemek, muhatap almamak, “gidiyorlar” demek mi “stratejik” yaklaşım? Yine boşa konuştuğumun, çözemediğimin, anlamadığımın bilincindeyim. Bu freni patlamış, yokuş aşağı gidiş, Vaşington’a bakıp “keh keh” güldürmüyor beni. Buraya, bize, kendimize bakıyorum. Bir itiraz göremiyorum. “Aşılar nerede? diye bir soru duyulmuyor. Demirtaş için AİHM, Kavala için AYM kararlarının uygulanmayışı gündemde tutulmuyor. Belediyelerden sonra STK’lara kayyum atama, TSK envanterine el atma, mülkiyet dondurma, arazileri orman niteliğinden çıkarma, Merkez Bankası’nın döviz rezervini tüketme, istenilene habere erişim engeli getirme, beğenilmeyen TV yayınını durdurma, KÖİ modeliyle, adrese teslim kamu ihalelerle bitmeyen, hız kesmeyen yağma, açılamayan okullar, hışırlaşan eğitim. Hiç biri yok, “mutfakta yangın var”, bu kadar. Bir de sınırötesi harekât, S-400 denildi mi, ayağa kalkıp avuçları patlatarak alkışlama, o da var.

Diğer primatlardan ayrışıp ayağa kalkan insana “Homo Erectus” denilmiş. İsmiyle müsemma, Homo Erectus taş yontup el baltası türü basit gereçler yapmış. Bu gereçlerin teknolojisi iki milyon yıl hiç değişmeden aynı kalmış. Diğer deyişle, iki milyon yıl boyunca insan diğer hayvanların arasında belki onlardan biraz üstün ama yerkürede ayakizi çok da genişlemeyen, sıradan sayılacak bir konumdaymış. Yetmişbin yıl önce, ne nasıl olduysa olmuş artık, bir “bilişsel devrim” gerçekleşmiş. Gerisini biliyorsunuz, bugün sekiz milyar nefer omuz omuza duruyoruz Grönland’dan Ushuaia’ya, Alaska’dan Yeni Zelanda’ya, aya fezaya roket gönderiyoruz. Acaba bizim demokrasi deneyimiz böyle mi seyredecek diye düşünüyorum bazen. İki-üç nesil daha geçecek, sonra/nihayet/birden bir “aha!” anı yaşanacak, işler yoluna girecek. Bu defa da izleyici konumunda kalmak, tutulmak ağır geliyor insana. Öte yandan “hak yerini bulur” diyenlere de kulak asmayın. Öyle bir gösterge yok tarihte. “Ne olmuştu?” diye merak edip, bakıyorum bazen. Örnekse geçen gün yeniden izlediğim Coppola’nın Baba-III filminin son sahnelerinde adem elmasına gözlük sapı saplanarak öldürülen “Lucchesi” karakterinin gerçeği P-2 locasının büyük üstadı Licio Gelli 96 yaşında yatağında ölmüş. Bilvesile merhum Uğur Mumcu’yu da anmış olalım. Sözüm bitti.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.