Canavar kreşi

Madem uyulması beklenen “sosyal uzlaşımsal” kurallar artık yürürlükte değil; madem yasa öldü; o vakit herkes kendi ahlakından mesul. Bizim ahlakımız, Ebru.

Google Haberlere Abone ol

Selçuk Kozağaçlı

 

“Melali anlamayan nesle
aşina değiliz.”

Ahmet Haşim

Sedat Peker videosu seyretmemiş olma ayrıcalığına sahip azınlığa mensubum. Ziyaretçilerimin değerlendirmelerinden çıkardığım kadarıyla; görme ve işitme engellerinden aynı anda mustarip değilsen, ancak çok güçlü bir iradeyle yahut hapiste tutulmakla elde edilebilecek türden bir ayrıcalık gibi görünüyor.

Sosyal medya fenomeninin fiziksel çekicilikle, akılla, dans ederek, konuşarak, soyunarak veya her nasıl bir yol bulduysa onunla şaşırtarak çektiği uçucu ilgi, sosyal ağın kendisiyle yaşıt sayılır. Esasen konu şöhret olunca, hayranların alışıp kanıksamasıyla uçup gideceğini bilmek için “medya toplumu” çağına yetişmiş olmaya gerek yok;

“Fame is a bee.
It has a song-
It has a sting-
Ah, too it has a wing.” der Emily Dickinson.

Şöhret bir arıdır. Bir şarkısı olduğunu biliyoruz; videodan dinliyorsunuz. Bir iğnesi olduğunu hissedebiliyoruz yahut sokulanlar hissetti diyelim. Ama sonuç değişmiyor: “Ah, bir de kanadı var”. Sağduyu, henüz 1800’lerin son çeyreğinden uyarıyor: Eğer kanatlıysa sonunda uçup gidecektir.

Fenomen faaliyetleri listesinde sayılanlardan, “konuşmak” dışındaki imkanları henüz kullanmadığı halde, Peker’in heyecan yaratmaya devam etmesinin iki nedeni olduğunu ileri süreceğim; “Kanun Kaçaklığı” ve “İtirafçılık”. Ayrı ayrı her ikisini ve aralarındaki çelişkiyi şöhret kanatlanmadan konuşmalıyız. “İğne Etkisi” bekleyebilir. Çünkü sokulmanın acısıyla bilince yükselen, kadim geçmişten yakın geleceğe ilerleyen bir irfandır: “Dünya Süleyman’a kalmadı.”.

Kime kalır öyleyse? Hem çiftçinin hem sıçanın gözünü kararttığı kavgalar için söylenmiş bir başka eski ve güzel söze göre; “Merek yanar, sıçana da kalmaz.”. Dikkatle takibi gereken yangın işte budur. Sadece video seyretmekle yetinmez, meseleyi doğru kavrar ve gerektiği gibi harekete geçersek yangından öncelikle kurtarılacak olanları çeker çıkarırız. Kalanını ateşin eleştirisine terk etmekte beis yok.

“Burjuvazinin haydutlara duyduğu ilgi bir yanlış anlamaya dayanır.” diyor Brecht: “Haydudun burjuva olmadığına”. Bu yanlış anlama da bir başka yanlış anlamadan doğmuştur ona göre: “Burjuvanın haydut olmadığından”. O zaman bu ikisinin eş anlamlı olduğunu mu düşüneceğiz? “Hayır” der Brecht; “Haydutlar ara sıra ödlek değildir”. Sıkışılmış dar köşeden çıkma umuduyla gerçekleştirilen hamlelerin parıltısı ister cesaretten ister çaresizlikten olsun, haydudu seyirlik kılar.

İtirafçıya gelince; sağladığı kirli miyop gözlük olmasaydı asla haberdar olunamayacağı ima edilen; uzak, mahrem ilişkilerden pornografik bir kesitin tedarikçisidir. Görüntü çirkin ve çarpıktır. Çünkü gözlük, doğrular arasına karıştırılmış yalanın yarattığı astigmata fayda sağlamaz. Yine de bulanıklığın seyir fantezisini söndürmediğini bildiğimize göre, itirafçı da seyirlik olmayı sürdürecektir.

Her iki sıfat açısından da önemli sorunlar var.

Mesela haydudun kendisi hakkındaki algısına teslim olmama yükümlülüğündeyiz. Bu, adalete ve güce ilişkin bizzat kendi yaşamından devşirdiği “persona”dır: Reis!

Avukatlık Kanunu, avukatın büro ismi olarak sadece kendi soy ismini kullanmasına izin verdiğinden, çok etkileyici bulduğu “Karizma Hukuk Bürosu” antedini kullanabilmek uğruna soyadını mahkeme kararıyla “Karizma” yapan bir meslektaşımız vardı. Ne hoş ısrar! Diğeri de adının başına “Reis” ekletmiş. Meslektaşımızın sempatik çabasını -elden geldiğince- tenzih ederek güç isteseydim, nüfus kaydı aracılığıyla temini mümkün bir karizmaya yahut reisliğe bel bağlamakta tereddüt duyardım; demekle yetineyim. Ancak, işin güç arzusuna ilişkin bu kısmı en azından yasal. Adalet kavrayışı tarafında ise mesele gerçekten çok çirkinleşebilir. Peker, bir kısmını neşeyle karışık bir mahcubiyetle itiraf ettiği toplu suçlarından bağımsız olarak hâlâ övünmeye devam ettiği üzere Kontradır.

“Yasal” yetkisi olmadan, devletin arzusu türünden “adaleti” sağlayan “Kahraman”: Vigilante. Devrimci öldürmek, Kürt öldürmek; sol muhalefeti, işçi mücadelesini, demokrat aydınları bastırmak sanatıdır Kontra bu ülkede.

Persona kavramında içerilmesi gerektiği gibi vekil bir varlıktır bu: Her zaman devlete, duruma göre millete, vatana, dine, daha büyük reise yahut özetle zamanın ruhuna uygun olarak “nakit para” o sırada hangi isimle çağrılıyorsa ona vekaleten çalışır.

İş üzerindeyken; uyuşturucudan, kara para aklamaktan, fuhuş organizasyonundan, gayrimenkul yağmalamaktan, ihale fesadından kaynaklanan suçlar, “Vigilante”nin benlik algısında araçsaldır. Hepimiz, bu araçsallığı kavrayacak kadar Hollywood sihrine vakıfız. Devletin arzusunu tatmin, sermayenin adaletini temin, görevin tehlikesini bertaraf için örneğin araba lazım olursa; silahı çevirir, sahibini direksiyondan indirir el koyarsınız. Doğrudan para gerekiyorsa ödlek burjuvaya çökülür ki “Kahramanımız” onun da zaten halktan çaldığını bilecek kadar gerçekçidir. Peker gibi, gerektiğinde ifşa etmekten de çekinmez. İşte, Brecht’in haydut ve burjuva karşılaştırmasının feraseti buradan gelir: Hayat pahalı, adalet masraflı, bastırılacak rejim düşmanları kalabalık. “Kahraman”ın geçimini de düşünmesi ayıp sayılmaz sonuçta. Ödemeyi her zaman ödlek burjuva yapsa bile ilginç seyirlik hayduttur.

Video engelim Netflix’i de kapsadığından, imge dünyamın Kirli Harry ile Polat Alemdar arasında bir yerde sıkışıp kalmasını mazur göreceksiniz artık. Hapiste dördüncü senem. Bu yılın trendini yakalamam zor; siz güncelleyin imajı modaya göre. Söz filmlerden ve modadan açılmışken klasiklere haksızlık etmeyelim. “Ailesinin Reisi” olup adaleti evlat sevgisinden menkul Don Corleone’u nereye koyacağız diyenler çıkabilir. Kurgu veya gerçek, örgütlü suç “efsaneleri”nin özel yaşamı, zengin edebi-sosyolojik incelemelere müsait muhakkak. Ancak siz nüfus kaydı düzeltmesiyle elde edilmiş “Reis”liğe işin başından gülüp geçerseniz meseleyi oralara vardırmaya lüzum kalmaz. Mafya kültür kritiği, Peker’e rağmen bugünün yakıcı önceliği değil. Yine de hikâyenin o tarafında “sosyal uzlaşımsal” olanla “ahlaki” olanın karşılıklı yer değiştirme dinamikleri ilginçtir; ileride birkaç cümleyle söz edeceğim.

İtirafçılık ise sadece özsel değil ilişkisel bir sorun da yaratıyor. Yani “Vigilante” doğası gereği itirafçı olmaz; en azından ağır hasar görmeden olamaz. Mafya mevzuatında dahi bilmemeyi mazeret olarak ileri süremeyeceğiniz tek yasa “Omerta”dır: Sessizlik. Gerekirse Mehmet Kemal Ağar gibi “Çekemem tuğlayı duvar yıkılır” deyip hapis yatacaksınız yalandan. Yahut onu bile yatmamak için namlı dava arkadaşı gibi “Kafama darbe aldım, çişimi tutamıyorum, adımı bile hatırlamıyorum” diye rapor alacaksınız Adli Tıp Kurumundan. Sonuçta sus da hangisini estetik buluyorsan öyle sus. Gayrimeşrunun estetiği itirafı kaldırmaz. İtirafçı, iki cami arasında beynamazdır; herkesi tiksindirir. Edward Said’in altını çizdiği “… saf değiştirmenin, mezhebinden dönmenin estetik dışılığı, çirkinliği, teşhir eğilimi yaratması…” kahraman karizmasının da üstünü çizer. Yahut isterseniz, Yalçın Küçük’ün “İtirafçıların İtirafları”nda tarif ettiği türden bir kusma, alkole dayanıklı olduğu varsayılan “gecelerin adamı”na göre değildir; diyelim.

Sorun bayağı şekillendi o vakit: Sosyal medya alemi huzurunda boğazına attığı parmağa rağmen hiç de karizmayı çizdirmiş gibi durmayan Peker’i nereye koyacağız? Videoları izlemedim. Başarısının fiilî performans temelini siz bulup bana söyleyeceksiniz ancak izin verirseniz ben de biraz önce değinip geçtiğim kültürel geçişkenlik üzerinden teorik bir tespit yapayım.

James Blair, 1995’te kreş çocukları üzerinde bir saha çalışması yürüttü. Teorik dayanağı 1978’de Larry Nucci ve Eliot Turiel’in ortak teziyle ileri sürülmüş soyut ayrımı test etmek istiyordu: Çocuklar “sosyal uzlaşımsal” (isterseniz yasal olarak okuyun) ihlal ile “ahlaki” (isterseniz gerçek diye okuyun) ihlal arasında fark gözetiyorlar mı? Örnek verecek olursak; öğretmene arkasını dönmek, sınıfın yanlış/yasak yerinde oynamak, ilan edilmiş sınıf kurallarını çiğnemek “sosyal uzlaşımsal” ihlal olarak tanımlanmış. Neticede, fırsat bulduğunda her çocuğun neşeyle “Kanun Kaçağı” olabileceğini tespit etmek dışında bir hukuk inancıyla karşılaşmamışlar. Oysa, arkadaşına veya öğretmenine vurmak, birbirinden çalmak ve (bakın bu ilginç) elindekini paylaşmamak gibi araştırmacıların “ahlaki” diye isimlendirdikleri kuralların ihlaline teşvik edilmek söz konusu olunca çocuklarda önemli bir dirençle karşılaşmışlar. Esasen, dünyanın her yerinde, neredeyse otuz dokuz aylıktan itibaren bütün çocukların basitçe kuralı ihlal eden suçla, bir başka türden, yani kendi yaşamlarının ahlaki evrenini ilgilendiren “gerçek” suç eylemini ayırabildikleri gözlenmiş. Elbette, büyüdükçe genişleyen bu evren, “gerçek” kavrayışında meydana gelen farklılaşma üzerinden, kişiye ve veya topluluğa özel geçişkenliklere izin veriyor.

İşte, Peker’in seyirlik neşesi ve henüz çizilmemiş karizması bu geçişkenliğin özel bir türüne; personasını inşa ederken kullandığı ayrıma dayanıyor. Başka bir deyişle, dinlediğiniz bütün suç itiraflarına rağmen O, kendisini iştahla sevmeye devam edebildiği bir “ahlaki evren”de yaşadığı için bunu başarıyla yansıtabildiği ölçüde siz de O’nu, daha doğrusu O’nun kendinden hoşnutluğunu seyirlik bulmayı sürdürebiliyorsunuz. Onlarca bakan, milletvekili, gazeteci, polis, hakim, savcı, ilahiyatçı, türedi zengin, dolandırıcı ve katille “hep birlikte” ihlal edilmiş yasalar, suçtan çok fırsatçı bir afacanlıkla yok sayılmış kreş kurallarından ibaret bunların gözünde. Beraber yapmak veya birbirinden haberdar olmak kaydıyla çalmak, çökmek, vurmak, kırmak; devrimciye, Kürt’e, Alevi’ye saldırmak, solcu tehdit etmek “ahlaki” sorun yaratmıyor kimsede.

Gel gelelim, bu küçük canavarlar kreşinde; “O’nun” elindekini alanlar, “O’nu” oyundan atmaya çalışıp yok sayanlar, elindekini “O’nunla” paylaşmayanlar, “O’nun” ailesini rahatsız edenler ve zinhar “O’na” vuranlar, Blair’ci anlamıyla “ahlaki” gerçek birer suç işlemiş oluyor. Elbette “O’na” karşı.

Böylece personasını, itiraf etmek zorunda kaldığı kendince uyduruk ihlallerin faili olarak değil, maruz kaldığı “gerçek” suçların mağduru olarak inşa edebildiğinden, karizmayı çizdirmeden saatlerce konuşabiliyor. İtirafçı sıfatıyla. Haksızlığa uğramış Reis, alacaklı eleman, hesap soran Vigilante! Bıkkınlık yaratıcı bir Hollywood klişesi daha.

Klişenin bende yarattığı iç sıkıntısının tarihini etraflıca anlatacağım. Ancak öncesinde, bunun henüz sizi niye yeterince bunaltmamış olduğunun nedenlerine ilişkin birkaç tahminde bulunmama izin verin.

“Arkası dönükken öbür yaptıklarımızı da anlatayım mı öğretmene?” tehdidi, oyuna geri alınma talebinden ibaret olduğu halde kendisine duyduğu sevgiyi ve kendi ahlaki evrenine güvenini o kadar istekle yansıtıyor ki devam etsin istiyorsunuz. Vazgeçmesi veya “ailesine” dönmesi son derece normalken azıcık ortada görünmeyince “Adamı susturmak için bir şey yapmış olmasın kötüler?” diye endişeleniyorsunuz. O’nun kendisiyle barışık gevezeliğini, eklektik tarih okumalarını, düzeysiz sataşmalarını, dağınık esprilerini özlüyorsunuz. Haksızlık etmemek için; hepsini zaten biliyor veya kolayca tahmin edebiliyor olsak da devasa bir suç örgütünün kirli çamaşırlarının sergilenmesini faydalı buluyorsunuz da diyeyim: “Savcıları göreve çağırıyoruz!”. Durum budur. Seyredilmemiş videonun kritiği için bu kadar yeter. İş, ortaya dökülmüş kirli çamaşırlarla ne yapacağımıza ve “savcıların görevlerine” gelince, birkaç tane de seyredilmiş tiyatro oyunu var bende. Onlara vakit kalsın.

Avukatlık yaptığım yirmi beş yıl boyunca, çoğu bundan daha sevimsiz, bazıları suskun, birkaçı dehşetli konuşkan onlarca benzeriyle muhatap olmak zorunda kaldığım için benim açımdan sürprizleri kalmadı. Genç meslektaşlarımın ve maalesef gençlik gibi bir mazeretleri de bulunmayan parlamenter politikacıların “savcıları göreve çağırma” hamlesi bende iç sıkıntısı yaratıyor. Farsçası daha zarif: Melal. Yıllar boyunca bu gibi adamların hakim karşısına çıkarılma ihtimalleri, nedenleri, sonuçları üzerine düşünmek ve çalışmaktan kaynaklıyor olabilir. Avukat olarak ben şimdi molada olsam da mücadele kesintisiz sürüyor. Mücadele edenlerin birbirine aşina oldukları tarihsel akışı korumak, tam ortasından yükselen devrimci umudu büyütebilmek, ancak bu iç sıkıntısını paylaşabilmekle mümkün. Başka bir deyişle, kirli çamaşır yıkatmaya kalktığımızda beyazlarla renklileri karıştıracağından emin olduğumuz çamaşırhaneyi “göreve çağırmak” dışında yollar olmalı; var. Bunu konuşmalıyız.

Hâlâ kreşte miyiz? Evet. Aralarında çok az kadın bulunduğu için cinsiyetçi genellemem mazur görülürse aynı türde adamlardan konuşmaya devam edeceğiz. Bakan’ın Peker hakkında konuşmaya -nihayet- karar verdiği ilk gün ondan “eleman” diye bahsetmesi dil sürçmesi veya tesadüf değil. Dilimize “öge” anlamıyla Fransızcadan geçmiş bu itici sözcüğü ben genellikle; “belli bir özel topluluk içinde çalışan kişilerden her biri” yan anlamında kullanırım. Muhtemelen O da öyle yaptı: “Devlet Halk Düşmanları Topluluğu”. Canavar Kreşi. Bakan tarafından yutulmuş gizli özne, eleman tarafından zaten bizzat kusulmuştu: “Birlikte suç işlemedik mi?”. Dolayısıyla, konuşan sadece eleman değil “bizim eleman”dı Bakan açısından.

Yıllar önce bir tanesine “Sen bu suçları devlet için işlemedin mi? İşte bak, bunlar da devlet, anlatsana…” demiştim; elimle ağır ceza heyetini gösterip. Muhatabım, tam bir devlet adamı sükûnetiyle ve tespitimi cehaletime yorduğunu belli eden soğuk gözlerle beni süzerek sessiz kalmıştı. Sadece on beş dakika sonra otuz yıl hapis cezası yiyeceğinin farkında olan bu adamın tutumundan çok, avukatlığını yapan zarif meslektaşımın: “Selçuk Bey, size hiç yakıştıramadım! Hayret içerisindeyim. Hayatınız boyunca itirafçılığa karşı mücadele ettiniz; o nasıl söz?” deyişini unutamam herhalde. Soru için bir cevabım vardı; o gün söyledim. Birazdan da tekrar edeceğim ancak Şemdinli davası sanığı Mutkili Ali’nin devleti benden daha derinden tanıdığının anlaşıldığını teslim ettikten sonra. Mahkeme heyeti ve savcının akıbetini takip edemedim; muhtemelen hapistedirler bu aralar. Kitabevine bomba atılarak öldürülmeye çalışılan müvekkilim ve ben de hapisteyiz. Mutkili, dışarıda. Kararın devamında oynanan birkaç perde “yüksek mahkeme” piyesinden sonra, önce tahliye oldu ve sonra her ne olduysa, bitti onun devletle sorunu. Yıllarımızı verdiğimiz sözde davanın asıl ilgilendiği mevzunun, müvekkilimin veya orada yanı başında katledilen misafirinin yaşam hakları, güvenlikleri, ceza adaleti falan değil; genelkurmay başkanlığı aday sıralamasında küçük bir kaymaya ihtiyaç duyan siyasal iktidarın, ordu içinde yürüttüğü bir operasyon olduğu anlaşıldı. O sırayı kaydıramadılar; “iyi çocuklar”ın babası Genelkurmay Başkanlığını gördü ama bazı çanta alışverişlerinden sonra tatsızlığı büyütmeyip olduğu kadarını sineye çekmeye karar verdiği söylendi. Üç aşağı beş yukarı anlaştılar. Meğer ölümüz de dirimiz de yargılama da adamların çanta alışverişine vesileymiş; hoş bizim davamız baki…

Üretken itirafçılara kod adı verme modasının başladığı yıllardan, bu sefer konuşkan bir örnek vereyim. “Sokak Lambası” gibi aydınlatıcı, “Tükenmez Kalem” gibi bitmez bir istekle konuşturulup yüzlerce sayfa ifadeyle karşımıza dikilen adamlardı bunlar. İtirafçılık müessesesine iki kaçak kat çıktığı için unutulmaz bir tanesi: “Avukat bana iftira ediyor, ben ahlaklı adamım kaldıramam” diye sızlanınca; “Yahu son yirmi yıldır aynı odada yattığın her insanı sırayla satmışsın, bu neyin ahlakıdır, sen ne terbiyesiz adamsın!” demiştim soğukkanlılığımı kaybedip. Önce örgütün askeri kanadında devletle çatışan, sonra karşı tarafa geçip birlikte dövüştüğü adamları, kadınları katlettiren; onunla yetinmeyip itirafçılardan kurulu bir manganın başında ev ev gezip yakaladığı eski arkadaşlarına işkence eden, bitmedi rüzgar değişince bir kere daha itirafçı olup bu sefer emrinde çalıştığı bölük komutanı dahil birlikte insan öldürdüğü subayları, astsubayları, itirafçıları satan bu adam, tam o sırada duruşmanın ve devletin havasını koklayıp son bir kez daha taraf değiştirmeye karar vermişti: “Bunları ben söylemedim, söylettiler.”.

Çok karışık olmamıştır umarım; anlamak benim beş yılımı almıştı, size özet yaptım. Eğer uygun persona inşa edebildiyseniz buna “ahlak” denebilmesinin mantığını anlattım biraz önce. Yalnız bir kez daha hak teslim etmeden geçmeyelim. Öteki gibi bunun da kâh içindekini kâh karşısındakini öldürerek muhatap olduğu devleti, benden daha sık güncelleyebildiği anlaşıldı. Sözde davanın; kocaları, babaları, çocukları gözlerinin önünde katledilmiş müvekkillerimin adalet arayışıyla, devlet dersinde katledilmiş 20 kişinin hesabını sormakla falan değil, o sıralarda canlarını sıkan bir jandarma albayının, yirmi yıl önce yüzbaşılığında yediği haltı boynuna dolayıp adamı ayakaltından çekmekle ilgili olduğu anlaşıldı. Sevgili Tahir Elçi ile omuz omuza mücadele etmiştik o davada; Tahir’i öldürdüler, ben hapisteyim. İtirafçısından emeklisine, korucusundan kontrasına herkes beraat etti; evlerindeler. Meğer ölümüz, dirimiz, acımız bu adamların birbirine horozlanmasına vesileden ibaretmiş; hoş bizim davamız baki…

Örnek çok ama vakit az. Sırf savcıları göreve çağırmalarına bozulup melalimize ortak edeceğiz derken erkenden yormayalım gençleri. Zaten artık aşinayız diye inanıyorum.

Soğukkanlılığımı kaybedip, itirafçıya ahlak dersi vermeye kalktığım olaydan ertelenmiş bir hapis cezası yedim; adama hakaretten. Pişman değilim. Soğukkanlılığımı ikinci kez yitirişimin davası ise devam ediyor. “Durup durup insanlara hakaret mi ediyorsun sen?” demeyin. Gerçekten çok öfkelenmiştim ama hakaret etmedim bu sefer. Aslına bakılacak olursa asabi bir tip bile sayılmam; tanıyanlar bilir, gayet güler yüzlüyümdür. Yıllar önce ben de mesleğe sizin gibi hukuka uzatılmış açık bir elle, “savcıları göreve çağırarak” başladım. Çağrıma neden karşılık vermediklerini kavramak, kâfi miktarda kafa travması ve kemik kırığı içeren on beş senemi aldı.

“Yumruk bile bir vakitler açık bir el ve parmaklardan ibaretti.” demiş Yehuda Amichai. Sizi daha kısa yoldan ve hasarsız bir biçimde şu aydınlanmaya eriştirmeye çalışıyorum: Yumruğa ihtiyacımız var.

Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 2014/163 Esas sayılı dosyasının 11.07.2014 tarihli duruşmasında duruşma savcısı kendisine hakaret ettiğimi ileri sürdüğü için hakkımda dava açıldı.

Aralarında Mehmet Kemal Ağar, İbrahim Şahin, Mehmet Korkut Eken, Ayhan Çarkın gibi isimlerin de bulunduğu bir grup “eleman”ın, 1993-1996 yılları arasında, on iki farklı saldırıyla işledikleri iddia olunan on sekiz cinayete ilişkin bir dosya bu. Aslında güncel bir dava; sanıklar hakkındaki beraat kararı geçenlerde bölge adliye mahkemesi tarafından bozulduğu için sonbaharda duruşmaları yeniden başlayacak; haberiniz olsun. Mola uzar, ben gelemezsem siz sakın kaçırmayın.

Bu çetenin lakabı “Susurluk”; bildiğiniz nedenlerle. Korkmayın “çete” demek hakaret sayılmıyor. “Sen sabıkalısın güvenmiyoruz.” diyecekler için şöyle afili yazayım: Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 15.09.2011 tarihli ve 2008/398 Esas, 2011/193 Karar sayılı hükmünü onaylayan Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 2012/2536 Esas, 2012/4839 Karar sayılı kesin ilamına göre çete bunlar. Madem bu tiplerin çok sevdiği tabirle “şeriatın kestiği parmak” acımıyor, acıtmaz herhalde çete dememiz.

Yalnız soğukkanlılığımı yitirdiğim dava Susurluk değil; orada gayet sakindim. Savcıya hakaret etmekle suçlandığım dava, bu çetenin birlikte gerçekleştirdiği -kendi ifadeleriyle- “bin operasyon” arasından tesadüfen seçilmiş on sekiz ölünün davası ve devam ediyor hatırlattığım gibi. Susurluk davasındaki ısrarlı müdahilliğimiz ve sorularımız ne kadar canlarını sıktıysa artık, bu davada ekibin ağır topunu hakim karşısına çıkarmamakta ısrarcı oldular uyanıklık edip. Daha doğrusu bizim karşımıza. Celse arasında hepimizden kaçırılarak alınmış gizli bir sorgu dışında, mahkeme Ağar’ın duruşmalara katılmasına “gerek” olmadığına karar verdi.

İzleyen ilk celsede “soru sormak istediğimizi” belirtip ısrarla mahkemeye getirilmesini talep edince mahkeme başkanı duruşma savcısının görüşünü sordu. İnanmak çok zor ama bu vesileyle “göreve çağrılan” savcı, mealen şöyle söyledi: “Bu davada ciddiye alınacak suçlama yok; iddialar soyut; zaten bunlar da soru sormak için değil tahkir ve tezyif etmek için buraya getirilmesini istiyorlar; reddedin gitsin!”.

“Tahkir ve tezyif” hakaret ve aşağılama anlamına geliyor. Şimdi gözünüzün önüne getirmeye çalışın; tam bu adamın “ciddi bir suçlama yok” dediği sırada, tutuklu itirafçı özel harekât polisi Ayhan Çarkın karşısında oturuyor. Az önce ısrarla ve tek tek her maktulü nerede öldürdüklerini, bazılarını nereye gömdüklerini; arabaları, emirleri, özel yapım Uzi marka otomatik silahları kimlerden nasıl aldıklarını anlatmış. Peker, sonradan deli ve uyuşturucu bağımlısı ilan ettikleri Çarkın’ın yanında sessiz sakin, ketum bir insan sayılabilir; yani öyle düşünün.

Doğru mu anladım diye savcıya baktım.

“Savcılar göreve” çağrısıyla hukuka uzatılmış daha hazırlıksız ve açık bir elin parmakları kırılmıştı muhtemelen şaşkınlıktan. Allah’tan ben o gün, kendileri ortalıkta görünmeyen sanıkların “korumalarından” güzelce dayak yemiş, yüzüne ailenin bütün kadınları anılarak küfredilmiş, duruşma salonunun içinde tartaklanarak sürüklenmiş olduğumdan, hukuka uzattığım eli kapatacak fırsatı bulabilmiştim, savcı göreve çağrıldığında. Onunla da o vaziyette konuştum artık: “Üzerinde savcı cübbesiyle devletten maaş alarak Ağar’ın avukatlığını yapmana izin veremem; çıkar cübbeni, vekalet al, meslektaşlarım gibi vergilerini ödeyerek avukatlığını yap.” dedim. Gençler açısından pek geliştirici kabul edilemeyeceğinden aramızdaki bir dizi karşılıklı değerlendirmeyi atlarsak; önce o benim, sonra da ben onun “terbiyesiz” olduğuna karar verip aynı sırayla birbirimize ilettik ve perde kapandı. Onun için kapandı en azından; bana dava açtılar hakaretten.

Bazı akşamlar “terbiye” kelimesini daha az kullanmaya alışsam diye düşünürken yakalıyorum kendimi. Hücrede 2763 sayfalık bir TDK sözlüğü var. Hava serinledikten sonra karıştırmaya başlıyorum. Elbette bunun yerine ikame edilecek bir şeyler vardır içinde. Beş bin sayfalık, henüz bırakın çalışılmayı, evrakları sıraya bile konulmamış dosyadaki on sekiz ölünün kulağına “ciddiye alınacak suçlama” yok diye fısıldamanın, karşısında oturan ve bir bir cinayetleri anlatan çete mensubunun söylediklerini “soyut” bulmanın, hele ki kendisiyle aynı tarafta oturan müdahil avukatlarının “soru sormak istiyoruz” talebine “bunlar soru sormak için değil hakaret edip aşağılamak için çağırıyorlar; çektirmem ben sanığıma eziyet” diye gövdeni ortaya sürmenin karşılığı olarak işe yarayabilecek bir şey bulamadım henüz. Karamsar olmak için erken; “E” harfindeyim şimdilik. Zaten fark etmişsinizdir; deminki “eleman” tarifini oradan aldım.

Her neyse. Alıngan duruşma savcısı değiştirildikten sonra dosyaya biraz hareket sağlayabilsek de devamında beraat ettiler. Artık bildiğiniz üzere, bozulmuş olan bu aklama girişiminden kurtulup sonbaharda yeniden işe başlıyoruz. Sözlük de bitmiş olur o zamana.

Aslında aradığımı çoktan bulmuş da olabilirim. Seviyorum galiba yargılanmayı; insana yalnızca etimolojik değil ideolojik açıdan da seçenekleri gözden geçirme imkânı veriyor. Birçok duruşması yapıldı yıllar boyunca. O gün neler olduğuna tanıklık etmek üzere meslektaşlarım geldi mahkemeye. Babası bu çete tarafından katledildiği için dosyanın sadece avukatı değil tarafı da olan sevgili Sertaç; aynı zamanda meslektaşımız olan amcaoğlu Faik, bu çete tarafından katledildiği için hem avukat hem kuzen sıfatıyla davaya katılan Türker… Sadece doğru tarafta durup durmadığımı değil, bu çeteye ilişkin suçlamaların ciddiyetini ve somutluğunu da değerlendirebilecek, halka verdikleri zararı asla unutmamak üzere aklıma kazıyacak zamanım oldu.

Diyeceğim şu; “Kreş Canavarları”na karşı eli ayağı tutmayan hâkimi, savcıyı göreve çağırmaktan vazgeçip adalet için mücadele edelim. Nasıl yapılacak? “Hayret ettim size!” diyen meslektaşlarıma o gün verdiğim cevabı tekrar edebilirim. Çete itirafı, çete ahlakı, çete adaleti bizim işimiz de ölçümüz de değil. Video izlemeyin demiyorum; kendi durduğumuz yerden izleyin. Suç tanımımız çok berrak ve ahlakımız, terbiyemiz, kültürümüz geçişkenliğe izin vermiyor; halka karşı işlenen suçun hesabı halka verilir. Her yerde sorarız. Sokakta, barikatta, grevde, boykotta, direnişte… Tamam, mahkemede de soralım ancak şunu anladıklarından emin olarak: Biz her yolu kullanacağız; sözde davalarınıza çeki düzen verip halkı karşınızda yalnız bırakmayacağız. Siz hangi nedenle kuyruğuna basmış olursanız olun, biz halk düşmanlarının gerçek suçlarını anlatmak için orada olacağız. Siz bitti deyince değil, halka hesap verilince, biz bitti deyince bitecek davalar.

Mümkün mü peki? Yumruğunuzu sıkmayı başarabilirseniz; evet. “Halkın Avukatı” sıfatı, nüfus kaydında düzeltme yapılarak kazanılmıyor; biraz hırpalanabiliriz elbette. Tutsak edilebiliriz; direneceğiz. Uğruna ölüm göze alınabilecek bir hedef Adalet. Biz talep etmeyi ahlak, direnişi terbiye kabul edeceğiz. Buradan bakınca “Terbiye” hakkında devam eden yargılamanın sonucu çok da önemli görünmüyor gözüme. 26.05.2016 tarihli duruşma tutanağından aynen aktarıyorum:

“Sanık avukat sadece bizim dernek başkanımız değil aynı zamanda hocamızdır. Meslek ahlak kurallarını bize o öğretmiştir. Biz asıl yargılanması gerekenin Cumhuriyet Savcısı olduğunu düşünüyoruz. Dosyayı incelemeden, bilgi sahibi olmadan mütalaada bulunmuş, görevini ihmal etmiş, kötüye kullanmıştır. Davayı açan da bir cumhuriyet savcısıdır. Silah kaçakçılığı, sahtecilik, uyuşturucu ticareti yapan; ayrıca işkence ve yargısız infaz yapan bir çete davası söz konusudur. Cumhuriyet Savcısının görevi, maddi gerçeği ortaya çıkarmaktır; ancak O, maddi gerçeğin ortaya çıkmasına engel olacak şekilde davranmıştır. Bu şekilde görevini kötüye kullanmıştır. Yaptığı mesleki ahlak ve terbiye kurallarına uygun değildir. Bir avukatın müvekkili aleyhine davranışta bulunması, avukatın davayı sattığı şeklinde yorumlanır. Bu durumda Cumhuriyet Savcısının da davasını sattığını söylemek gerekir. O, devletini temsil eden iddia makamı gibi değil, sanığın savunmanı gibi davranmıştır…”

Bana tarifsiz bir onur bahşeden bu sözler; meslektaşım, avukatım, yoldaşım, ahlakım, terbiyem ve gururum Avukat Ebru Timtik’e ait. Beni, bizi savunmak için söylenmiş. Bana yeter.

Onun dünyaya geldiği 14 Haziran’ı bugün bütün dünyada “Adalet İçin Mücadele” günü ilan etmiş uluslararası avukat örgütlerinin, onun yaşamını ve fedasını kendi mücadelelerine ışık kabul eden yoldaşlarının, uğruna ölümü göze aldığı halkların, mahkeme kararına ihtiyacı yok aklanmak için.

Madem uyulması beklenen “sosyal uzlaşımsal” kurallar artık yürürlükte değil; madem yasa öldü; o vakit herkes kendi ahlakından mesul. Bizim ahlakımız, Ebru.

Göreve çağıran değil, göreve çağrılanız biz. Halk adalet istiyor; aldık, kabul ettik görevi, başımız gözümüz üstüne. Adliyede, hapishanede, karakolda, sokakta ve evet; evde video seyrederken aklımızda tutmamız gereken budur. Adalet isteniyor; burjuvadan yahut hayduttan değil, bizden.

Biz kazanacağız.