Burası Türkiye, olan biten her şey hep bize özgüdür

'Burada Ne Oluyor?'a dönersek, bu çalışmanın, son noktası konmuş bir çalışma olmadığını bir kez daha ifade etmek isterim. Bu, ikinci baskıya yapılan birçok ekleme ve düzeltmenin de işaret edebileceği üzere (yaklaşık 50 sayfalık ve tüm bölümlere yayılmış bir genişletme söz konusu), “daha yazılacak, incelenecek çok şey var” türünde bir takıntının yansıması değildir (veya sadece bu değildir). Sorun daha farklıdır: 'Burada Ne Oluyor?'un çıkardığı filizler birçok açıdan gizemini korumaktadır.

Google Haberlere Abone ol

Levent Ünsaldı

Burada Ne Oluyor?’un Genişletilmiş İkinci Baskısına Önsöz

I

'Burada Ne Oluyor?', merceğine aldığı toplumdaki bireylerin de ne olup bittiği hakkında her zaman açık bir fikre sahip olmadıkları bir dönemde ortaya çıktı. Diğer taraftan, “Burası Türkiye, her şey olur” ifadesi, “kolla kendini” alt metniyle aslında bir cevap sunuyor gibiydi. Ancak yakından bakıldığında bu oldukça ilginç bir cevaptı. Evet, bu ülkede belki hiçbir şey öngörülemezdi, ama en azından her şeyin olabileceği öngörülebilirdi, dolayısıyla da aslında öngörülemeyen hiçbir şey yoktu. Elinizdeki çalışma esasında bu basit sorgulamadan yola çıktı. Her şey ve hiçbir şey aynı anda hem öngörülebiliyor hem de öngörülemiyorsa, asgari düzeyde bir öngörünün (ve dolayısıyla da güvenin) şart olduğu gündelik karşılaşma ve etkileşimler nasıl mümkün olabilirdi?

Cevap muhtemelen çok uzakta değildi. Apartman girişinizde, iş yerinizdeki koridorlarda, dolmuşa her bindiğinizde, sokağa her çıktığınızda, evinizde, kısacası şeylerin süregiden örgütlenme şeklinde. Öngörülemeyenin altındaki öngörülen, kaotik görünenin temelindeki düzen, kuralsızlık addedilenin ardındaki kural bu örgütlenme şeklinde saklıydı. Uygun teçhizat ve teorik aydınlatmayla gidip kazmak yeterli olabilirdi. Elinizdeki çalışma sadece bunu yaptı; kullandığımız teorik mercekler altında birtakım etkileşimsel filizler beklenmedik görünüm ve biçimlerde kendini gösterdi; teorik cihaz bunları tasnif etti; karşılaştırdı; kategorilere ayırdı ve kavramsallaştırdı: Başkalaşmış ve muvazaalı çerçeveler.

II

Ulaşılan sonuçların, elde edilen etkileşimsel filizlerin sadece Türkiye etkileşim ekolojisinde bulunup bulunmadığı ya da “bize özgü” olup olmadığı veyahut da sadece “bizim gibi” toplumlarda görülüp görülmediği sorusu ise, mevcut kazı şantiyemizin sınırları dâhilinde ve eğer bilim entelektüalist spekülasyonların ötesinde bir şey olmak istiyorsa, şu an için tam manasıyla cevaplayamayacağımız bir sorudur. Türkiyeli sosyal bilim kazıcılarının (entelektüellerin demiyorum çünkü bu ifadenin neye tekabül ettiğini bilmiyorum ya da artık bilemiyorum) bu hususta, yani kullanılan araçların sahaya uygunluğu ve sahanın kendisinin özgünlüğü meselesinde, en hafifinden en şiddetlisine (hatta migrene varıncaya dek) kalıcı baş ağrılarından muzdarip oldukları yeni bir durum değildir. Tek yapabileceğim, bende etkili olmuş, en azından kendi açımdan bazı hususlara netlik kazandırabilmiş bir dizi sorgulama ilkesini sizlerle paylaşmak olabilir, ancak hekimlerin sıklıkla dikkat çektiği üzere, size başkaları tarafından yapılan her türden tavsiyeye ihtiyatla (ve de eleştirel bir gözle, bunu da biz ekleyelim) yaklaşmak esastır.

İlkin, kullanılan teorik ve yöntemsel teçhizatın sahaya tam anlamıyla oturmaması, zorunlu olarak, işlenilen sahanın özgünlüğünü ya da biricikliğini ifade etmez. Üretim bandından indirilmesini ve ithalatını müteakip her teorik araç, üretildiği ülkenin sınırlarını aşıp kullanıma ve dolaşıma sokulduğu andan itibaren her ihracatçı ülkede ister istemez birtakım güçlüklerle karşılaşacaktır: Örneğin Bourdieu’nün 'Ayrım' kitabında bahsettiği sınıfsal beğeni kategorilerinin ve kültürel pratiklerin ABD sahasında karşılaştığı güçlükler ve yol açtığı tartışmalar. Ancak karşılaşılan güçlükler, ithalatçı ve ihracatçı ülkelerin benzer bir toplumsal morfolojiye sahip olması ölçüsünde görece az, tersi bir durumda ise görece fazla olacaktır. Eğer bu son durum söz konusuysa, çeşitli modifiye işlemlerine girişmek şarttır; imkân dâhilinde ise birtakım parçalarda “yerli” üretime de gidilebilir; hatta ve hatta ülkenin, fikri ürünlerin uluslararası dolaşım piyasasındaki yeri, yaratıcı ve “iş gören” ürünlerle iyileştirilebilir. Bu elbette kolay değildir, zira uluslararası fikri ürünler piyasasının da kendi koşulları, tekelleri, bünyesinde taşıdığı eşitsiz bir işbölümü vardır. Ancak en azından şurası açıktır ki teorik araç üretiminde yüzde 100 “yerli ve milli” üretim ne mümkündür ne de gerekli. Bu sadece teknik açıdan böyle değildir. Türkiye’de bu fikrin kendisinin (kâh “yerli”, kâh “yerli ve milli”), en azından akademik alanda, kapalı devre işleyen “tedrisi tekkeler” tesis etmekten başka hiçbir işlevinin olmaması yüzünden de böyledir. Örneğin yerli sosyoloji fikri, zaman zaman “ısıtılan”, zaman zaman “soğutulan” ama her hâlükârda besin değeri çok düşük, açlığınızı bile bastıramayacak cinsten bir kap tekke çorbasıdır. Müritler bir kaşık çalar ve tekkeye girer, hepsi bu.

İkinci olarak, tüm bu “özgünlük” vokabülerinin cümle hallerinde sıklıkla karşılaşılan bazı kelimeler fevkalade sorunludur. Farkında dâhi olunmaksızın, “bize özgü” ya da “bizim gibi” türünden ifadeler her defasında kullanıldığında, neye göndermede bulunulduğu ya da referans birimi tamamıyla muğlaktır. “Bize özgü”, bir örüntünün, sadece bizde mevcut birtakım hususiyetlerin etkisiyle yine sadece bizde görülebileceği anlamını taşır. Nedir bu hususiyetler? Türklük, Müslümanlık, “Doğululuk ya da Batılılık” (toksik bir çift), Akdenizlilik, hamur işlerini çok sevmemiz, esmerliğimiz, Asyalı kökenimiz… Burada listenin sınırı, hayal gücünüzün sınırıdır. “Bizim gibi” ifadesi ise, nevi şahsına münhasır bir ülke imgesini terk etmesi (siyasal dilde derme çatma versiyonları da vardır: “değerli yalnızlık”) ve birtakım koordinatlar üzerinden bir ülke grubuna gönderme yapması ölçüsünde görece daha makul bir kullanım izlenimi verir. Ancak bu sefer de söz konusu koordinatların kendisi fevkalade belirsizdir ve yine burada da sınır, kullanıcının işaret ettiği kategorinin sınırıdır: [en teknik görünenden en muğlak görünene, sırasıyla] OECD ülkeleri, gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkeler, çevre ülkeleri, Ortadoğu ülkeleri, Müslüman ülkeler, Balkan ülkeleri, Akdeniz ülkeleri, Doğulu ülkeler, Batılı ülkeler, Kuzey-Güney ülkeleri, Türk dünyası, Ümmet, mazlumlar dünyası…

Burada Ne Oluyor?, Genişletilmiş Baskı, Levent Ünsaldı, Heretik Yayıncılık, 2020. 

Üçüncü olarak, incelenen ülkenin ya da toplumun hangi kültürel ya da tarihsel daire içerisinde sınıflandırılabileceğini bilmek, elbette, tamamıyla faydasız bir faaliyet değildir. Bu, 1970’li yılların Türkiye’sindeki bitmek bilmeyen feodalizm ve ATŰT tartışmalarında olduğu gibi, siyaseten merkezi de olabilir çünkü atılacak adımları ve alınacak konumları belirler. Diğer yandan, fikri dünyaya geri dönersek, önermelerin geçerlilik rejimi üzerinde de etki eder, örneğin Bourdieu’yü, eğitim sosyolojisinin klasiklerinden olan 'Varisler' kitabının alt başlığına “adres” ekleme zahmetinden kurtarır: “Öğrenciler ve Kültür” [“Fransa’da Öğrenciler ve Kültür” değil!]. Zira Bourdieu, kitaptaki analizlerinde, “Fransa’ya özgü” hiçbir şey olmadığı ve çözümlemelerinin rahatlıkla genellenebileceği, hatta nomolojik (evrensel) bir temeli olduğu iddiasındadır.

 Burası çok ciddi bir epistemolojik tartışmadır. Bu, “bize özgü” ifadesiyle geçiştirilemeyecek denli ve ulaştığınız sonuçların soyutlama ve genelleme seviyesini doğrudan ilgilendiren çetrefilli bir meseledir. Kitabın sonuç bölümünde bu konuyu derinlemesine açmaya çalıştık ancak çok kısa bir özet geçmek gerekirse, örneğin Goffman’ın Shetland adalarında gerçekleştirdiği doktora tezinin başlığındaki “ada topluluğu” atıf birimi neredeyse çalışmanın yapıldığı “laboratuvarın” ismi gibi iş görür, sadece bir adrestir: Bir Ada Topluluğunda İletişimsel Davranış. Gözlemlenen etkileşimsel örüntülerin, benzer bir tarihselliği paylaşmış veya paylaşmakta olan toplum ya da araştırma sahalarında da gözlemlenebileceği varsayılır. Bu örtük iddia, Bourdieu’nünkilere kıyasla daha tipolojik (tarihselliğe daha fazla yer açan) bir iddiadır, ancak genelleştirmelere yine de uygundur. Bundan ötürüdür ki söz konusu doktora tezi, 'Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu' (Metis, 2009) başlıklı eserine ampirik malzeme sağlayabilmiştir. Ancak eserin ismi, dikkat edilirse eğer, 'ABD’de Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu' değildir. Kitapta yer alan ve analiz edilen örüntülerin açık bir adresi yoktur ancak hangi kültürel ve/veya tarihsel daireye yerleştirilebilecekleri hususunda bir kuşku da yoktur. Yeniden Bourdieu’ye dönersek, yazarımızın, gizil ve hileli mekanizmalarını ifşa ettiği eğitim sisteminin de açık adresi yoktur. Başlıklar, 'Fransa’da Yeniden Üretim' ya da 'Fransa’da Varisler' değildir. İlginç bir egzersiz, bu iki kitaptan herhangi birinde “Fransa” kelimesinin kaç defa geçtiğini saymak olabilir. Bu karşılaştırmalar göstermektedir ki genelleme ve soyutlama seviyesi ister nomolojik (Bourdieu) ister tipolojik (Goffman) olsun, yazarlarımız, analizlerinin tatbik olduğu adresleri yazmayı gerekli görmemişlerdir.(1)

Bu açıdan bakıldığında, elinizdeki çalışmanın alt-başlığı fevkalade muğlak ve sorunludur: Türkiye’de Etkileşimlerin Ekolojisi Üzerine Bir Deneme. “Türkiye” atıf birimi, Shetland adaları örneğinde olduğu gibi sadece bir laboratuvar adresi de olabilir -eğer böyleyse sıradan bir vaka işlevi görür- ya da gözlemlenen örüntülerin bir nevi “mekân ya da bağlam etkisiyle” gerçekleştiği yegâne yer de olabilir -ki bu durumda da sıradan bir adres olmaktan çıkıp “hususi” bir vaka olur ve ek bir açıklama ya da modellemeyi gerekli kılar. Ancak bu türden bir izah -ki kısmen elinizdeki çalışmada sunulmaya çalışılmıştır- ne kadar gelişkin olursa olsun, incelenen etkileşimlerin ne derece ve ne zamandan beri “hususi” olduğu, eğer tersi söz konusuysa da, yani bu örüntüler sadece Türkiye’ye özgü değillerse, ne türden bir toplumsal morfolojide ya da tarihsellikte yaygınlık gösterdikleri yine de belirsiz kalacaktır. Çözülmesi gereken bir diğer gizem de buradadır ve ancak ve ancak karşılaştırmalı çalışmalarda bir cevap bulabilir.

Hâsılı, yer yer oldukça karmaşık bir hâl alabilecek tüm bu tartışmalara vâkıf olma gerekliliğini şimdilik bir kenara bırakarak, doğrudan bir araştırma pratiğinde işleri kolaylaştırabilecek temel bir esasın altını çizerek devam edelim. Yeniden kazı metaforumuza dönersek, ulaşılan, çıkartılan filizlere, kazıcımızın bilgi birikimi dâhilinde (literatür taraması aslında bunun için vardır) başka hiçbir yerde rastlanmamış olma ihtimali, herhangi bir çıkarım olarak, bu filizlere ulaşılan arazinin özgünlüğüne ya da biricikliğine kesinlikle işaret etmez (söz konusu olan, sadece bir mekân etkisi olmayabilir, eğer öyleyse de, o mekânı özgün kılan tüm hususiyetler ciddiyete sıralanmalıdır). Böyle bir keşif sadece, eğer bu filizlerin oluşum şartlarını, neden bu bölgede değil de şu bölgede daha sıklıkla görüldüğünü öğrenmek istiyorsak, farklı bölgelerden diğer arazilerde de benzer teçhizat ve yöntemlerle sondajlama yapma gerekliliğini ortaya koyar. Bu türden bir araştırma programının dışındaki tüm kestirme cevaplar (“bize özgü”, vs.), hâlihazırda müphem olan bir konunun daha da müphem bir karakter kazanmasına tarifi mümkün olmayan bir katkı sunmanın ötesine geçemeyecektir.

III

Simdi yeniden 'Burada Ne Oluyor?'a dönersek, bu çalışmanın, son noktası konmuş bir çalışma olmadığını bir kez daha ifade etmek isterim. Bu, ikinci baskıya yapılan birçok ekleme ve düzeltmenin de işaret edebileceği üzere (yaklaşık 50 sayfalık ve tüm bölümlere yayılmış bir genişletme söz konusu), “daha yazılacak, incelenecek çok şey var” türünde bir takıntının yansıması değildir (veya sadece bu değildir). Sorun daha farklıdır: 'Burada Ne Oluyor?'un çıkardığı filizler birçok açıdan gizemini korumaktadır. Kullandığımız teorik ve yöntemsel teçhizat imkân verdiği ölçüde elimizdekine ilişkin genel bir açıklama modeli sunmaya çalıştık; doğu/batı ikiliği veya “bize özgü” kestirmesine hiç sapmadan, başkalaşmış ve muvazaalı çerçevelerin oluşum koşullarını, ne türden bir toplumsal morfolojide ve kültürel evrende filizlendiklerini, mekanizmalarını çözümlemeye gayret gösterdik. Ancak burası, elimizdeki teçhizatla yapabileceklerimizin de sınırıydı. Başkalaşmış çerçevelerin tam manasıyla izahı ancak ve ancak karşılaştırmalı araştırmalar dâhilinde mümkün olabilecektir.

Bu yönde zihin açıcı birkaç çalışma da mevcuttur. Bizim başkalaşmış çerçeveler olarak adlandırdığımız etkileşim örüntüleri, çok sayıda olmasa da bazı araştırmacıların da dikkatini çekmiş görünmektedir. Anselm Strauss, yatağında ölümü bekleyen bir hastayla (hasta bunu biliyor) hemşiresi (o da biliyor) arasındaki diyalogu aktardığı 1963 tarihli hastane etnografisinde(2) bizim muvazaa olarak adlandırdığımıza çok benzer bir etkileşim sahnesi betimler. René Barbier, devletin sosyal yardım kurumlarının işleyişi üzerine 1973 tarihli makalesinde,(3) bu sefer doğrudan muvazaa (collusion) kavramını kullanarak, kurumun öncelikleri ile hizmet alan kişilerin kendilerince sürdürdükleri mantık arasında sıkışan ve bir yandan üstleriyle, diğer yandan da yardım talebinde bulunanlarla çifte muvazaa oyunlarına girmek zorunda kalan sosyal hizmet görevlilerinin çıkmazlarını inceler. Son olarak, elbette, gündelik yaşamın en mahir gözlemcilerinden Michel de Certeau, 'Gündelik Hayatın Keşfi' kitabının gözden kaçabilecek birkaç paragrafında,(4) Güney Amerika Yerlilerinin İspanyol otoriteler ve Kilise ile kurdukları her ilişkide etkileşimin seyrini nasıl bir maharet ve yaratıcılıkla mecrasından çıkardıklarından, kurumsal olanı bir anlamda içeriden dönüştürdüklerinden, elinizdeki kitabın diliyle ifade etmek gerekirse, etkileşim çerçevelerini nasıl başkalaştırdıklarından bahseder.

 O halde, daha kesinlikli araştırmalarla doğrulanma ihtiyacı olsa da, pek muhtemeldir ki, hiçbir ilişki formu ve yine hiçbir toplum, elinizdeki çalışmanın konusu olmuş etkileşim örüntülerinden muaf değildir. Ancak esas soru, hangi şart ve koşullarda başkalaşmış ve muvazaalı çerçevelerin gerek yoğunluk gerekse de hacim açısından bir toplumun etkileşimler ekolojisini dört bir taraftan sarabiliyor oluşudur. Cevap, hiç kuşku yok ki, bir kez daha, eldeki ipuçlarının karşılaştırmalı araştırmalara devşirilmesindedir.

  1. Nomolojik ve tipolojik önermeler arasındaki farkı şu yazının giriş kısmında uzun uzadıya tartıştım: “Sürekli Bir Tematikleştirme Çabası Olarak Sosyoloji: Birkaç Epistemolojik İzahat ve Kavramsal Yaratıcılığa Çağrı”, Sosyoloji Divanı, No:3, 2014, ss.13-37.
  2. Anselm Strauss ve diğerleri, “The hospital audits negotiated order”, içinde, E. Freidson (der.), The hospital in modern Society, New Yok, The Free Press, 1963.
  3. René Barbier, “Une analyse institutionnelle du service social”, içinde, Sociologie du travail, 15ᵉ année n°1, Janvier-mars 1973.
  4. Michel de Certeau, L'invention du quotidien, Tome 1, Paris, Gallimard, 1990, s.54.