Bülent Öztürk: Türkiye sinemasındaki Kürt imgesinde değişen bir şey yok

Senarist ve yönetmen Bülent Öztürk ile sinemasını, etkilendiği ve aktardığı öyküleri, sanatına yansıyan ve düşünce dünyasını tetikleyen politik duruşunu konuştuk. Öztürk, "‘Bir Başkadır’ dizisinde filmin yönetmeni, tecavüzcü karakteri için bir Kürt’ü tercih etmiştir. Çünkü izleyicide o tecavüzcü kodlamasının, o şive ile birleştiğinde neye karşılık geleceğini çok iyi bilir. Türkiye sinemasında, Kürt imgesi en yakın örnek olarak bugün, ne yazık ki hala aynı primitif seviyede" dedi.

Fotoğraf: Filip Van Roe
Google Haberlere Abone ol

Jînda Zekioğlu

DUVAR - Çocuk aklıyla köylülerinin el pençe divan durduğu, poşusunu, şapkasını indirip sıraya dizildiği, coğrafyasının üzerini kaplayan toz bulutu altındaki gölgeli günleriyle hatırlayan; büyüdükçe, ürettikçe oradan beslenen bir senarist ve yönetmen Bülent Öztürk.

Öztürk, 1995 yılında mülteci olarak gittiği Belçika'da çeşitli işlerde çalıştıktan sonra 2007 yılında yönünü sinemaya çevirdi ve okulunu okumaya karar verdi. Brüksel’deki RITCS Görsel-İşitsel Sanat Okulu’ndan mezun oldu ve masterını da yine burada yaptı. Göçü ile başlayan ve sonraki süreçte filmlerine yansıyan yanını ‘gökte uçan kırlangıç’ları takip ederek sürdürdüğüne inanan, bu vesileyle altını çizdiği o tozu dumanı dağıtmaya çabalayan bir mücadelesi var.

İlk belgesel filmi "Zaman Zaman" ile yok edilen, yakılan köyleri gözler önüne serdi. Ankara Film Festivali, Documentarist İstanbul Belgesel Günleri ve TRT Belgesel Günleri’nden En İyi Belgesel Film ödüllerini, Johan Van Der Keuken Yeni Yetenek Ödülü'nü alan "Beklemek" ile depremin ardına gizlenen yaşamın gözlerden uzak yanını; Venedik Film Festivali’nde En iyi Avrupa Kısa Film, Berlin 26. Avrupa Film Ödülleri'ne aday gösterilen, Tel Aviv Uluslararası Film Festivali, Oostende Film Festivali’nde En İyi Kısa Film Ödülü alan "Küçük Pencereli Evler" filmi ile annesinin kadınlık öyküsünü; Duhok Film Festivali’nde En İyi Kısa Film Ödülü'nü alan "Sî/Gölge" gasp edilen, yok edilen savaş mağduru kadınlığı; Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali'nde Fedora Masyon Ödülü'nü alan, İstanbul Film Festivali’nde En İyi İlk, En iyi Senaryo ve Jüri Özel Ödülü'ne layık görülen, Avrupa Konseyi tarafından İnsan Hakları dalında FACE Film ve Malatya Film Festivali’nde NETPAC- Asya Sinemasını Destekleme Ağı Jüri Ödülü, Duhok Uluslararası Film Festivali’nde Diaspora’da En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerini alan "Mavi Sessizlik" ile günahına girilen, masumiyeti çalınan insanlığı aktarmak için çabaladı.

Filmleri Brezilya’dan Hindistan’a, Fas’tan İtalya’ya birçok ülke festivallerinde gösterilen sinemacı Bülent Öztürk ile üçüncü belgeseli ve ikinci uzun metrajlı filmini çalıştığı bu günlerde, sinemasını, etkilendiği ve aktardığı öyküleri, sanatına yansıyan ve düşünce dünyasını tetikleyen politik duruşunu konuştuk.

Fotoğraf: Filip Van Roe

Geriye gidelim; hafızanızın en gerisine... İçine doğduğunuz, havasını soluduğunuz ortamı en geride nasıl hatırlıyorsunuz? 

Urfa Birecik’in çukur köylerinden birisi olan Sorîk’te, 80’li yıllarda geçti çocukluğum. Babamın muhtar olmasından dolayı evimize her zaman, belli belirsiz, yaz kış, kaçakçısı, çerçisi, yolcusu, dengbeji, memuru, sürgünü, eşkıyası, pazarcısı yani kendilerini ‘tanrı misafiri’ olarak tanımlayan insanlar gelirdi. Zaten çok kalabalık bir ailede büyüdüm. Bu gelen misafirlerle aramda ilginç bir bağ vardı. Hem onları merak eder hem de ansızın geldikleri için de yadırgardım. O yüzden de o kalabalıktan kaçar, dama çıkar oraya sığınırdım. Ve şölen o zaman başlardı. Yazları, mavi gökyüzünde hiçbir bulutun dahi olmadığı Urfa ikliminde, gökyüzünde uçuşan yüzlerce kırlangıcı izlerdim. Küçük aralıklarla, ‘bu benim kırlangıcım’ der bir süre sonra o kırlangıcı gözden yitirir, onların dansı içinde kendimi kaybeder ve yorgunluktan uyuyakalırdım. Babamın sekiz pencereli odasında içilen çaylar, yenilen yemekler, anlatılan hikayeleri dinleyerek o karakterlerin yüzlerini, seslerini, heyecanlarını, tonlamalarını o sekiz pencereli odada kaydettiğimi düşünüyorum. Çocuk aklımla çözemediğim tüm bunları, ansızın günün birinde babamın odasında duvarlara, general maskeli, asık suratlı adamların büyük boy posterlerinin asılması takip etti ve tozlu köy yollarından geçen, askeri araçların toz dumanlarının ardında hizaya geçen, ayağa kalkan, poşusunu, şapkasını eline alan, sıraya giren köylülerimizi gördüm. Ve sonraki yıllarda o çocukluk hafızamda kalan toz dumanın, annemin ağıtları eşliğinde Kürt coğrafyasının üzerinden hiç kalkmadığını acıyla tecrübe ettim. 

"Beklemek" isimli belgesel filminiz, çalışmalarınız arasında en etkilendiğim işiniz oldu. Van depremi, ilk duyduğunuz andan itibaren nasıl tetikledi sizi ve nasıl yola çıktınız?  

Van depremi olduğunda sinema okulundan master diplomamı yeni almıştım. Hatırlıyorum, o zaman ilk defa kendime sormuştum bir sinemacının diploması ne işe yarar diye. Sonrasında basında çıkan ayrımcı dili de çok iyi hatırlıyorum. Mesela bazı yardım kolilerinden taş ve prezervatiflerin çıktığını okumuştum. Doğal bir afet olan depremle ilgili değil de insanların kulakları sağır edecek denli yüksek desibeldeki çığlığıyla ilgili bir şeyler yapmam gerektiğini hissettim. Doğal afetin, acının, kaybetmenin, korkunun tedirginliğin; sınırının ve pasaportunun olmadığını hatırlatmak, altını çizmek istedim. O günlerde medyada çıkan bir fotoğraftan çok etkilendim. Oğlunu depremde kaybeden bir anne, elindeki mendilde sarılı vesikalık fotoğrafı ile onu mezarına yolcu ediyordu. Bunların tümünden etkilendim ve yola çıktım. 

'BİR DEVLET KENDİ ULUSUNUN MASUMİYETİNİ ÇALABİLİR Mİ?'

"Zaman Zaman"," Küçük Pencereli Evler", "Beklemek", "Sî/Gölge" ve hatta "Mavi Sessizlik"... Hepsinin ortak bir teması var: Kayıp. Bu kaybın karşısına, bir iktidar olarak neyi koyuyorsunuz? O kaybın temelini oluşturan, gasp eden sistemi nasıl ve kim olarak kodluyorsunuz? 

Tarih kitaplarında Kürtler ve diğer kadim Anadolu halkları ile ilgili tek bir satır dahi yazmayanlar, olanı da silmeye çalışanlardır gasp edenler. "Mavi Sessizlik"te Hakan’ı katil yapanlar, "Küçük Pencereli Evler"de kendi kızını ölüme sürenler, "Zaman Zaman"da insanların evlerini ateşe verenler, yıkanlar, "Beklemek"te moloz yığınları arasında demir toplamaya itilmiş çocukların umutlarını, yaşamlarını çalanlar, "Gölge"de güneşe duran insanları tekrar karanlık mağaralara sokanlar, bu kaybı yaşatanlardır.

En başta zehirledikleri ve yalan söyledikleri Türk halkına karşı onlar sorumlular. Bir devlet, sistematik olarak kendi ulusunun masumiyetini çalabilir mi? İşte Türkiye bunu yaptı ve hala da bunu yapmakta. Bunun sonuçlarını sadece Türkiye yaşamıyor. Bu kaybın yaralarını yüzyıllardır saramayan halklar, bugün hala sesini duyurmak, nefes almak için mücadele ediyor. Yaşatılan kayıpların yerine adalet istiyor. Eğer, bu kayıpların sorumluluğu alınabilirse, işte o zehirlenmenin panzehiri ‘yüzleşme’ yaşanabilirse ve tarih-coğrafya kitapları yeniden yazılırsa, çocuklarımıza düşmanlık yerine sevgi, birlikte yaşam heyecanı ve kültürü aşılanırsa; aynı zamanda bu toprak, iklim ve hayvan sevgisiyle harmanlanırsa, okul sıralarında yavrucaklarımıza ezber yerine eleştirel düşünme öğretilirse tüm bunlar hümanist ve eşit yurttaşlık temelinde içselleştirip taçlandırılırsa, o zaman adalet de elbet yerini bulur. 

'TÜRKİYE ÖNCE KÜRDOFOBİSİ İLE YÜZLEŞMELİ'

"Mavi Sessizlik"i izledikten sonra hatırlatan bir soru var. Sosyo-politik olarak "Mavi Sessizlik"e de yansıyan yanıyla; affetmek nerede, nasıl bir zeminde, taraflar hangi konumda iken mümkün diye düşünüyorsunuz merak ediyorum.

Affedebilmek için önce eşit olmak lazım. Halkların da eşit zeminde olduğu şartlarda, affı ve iyileşmeyi konuşabiliriz. Kendi sınırları dışında bile Kürtlerle ilgili bütün enerjisini onu yok saymaya, inkâr etmeye harcayan bir devlet aygıtı var. Erdoğan’ın Macron’la olan bütün didişmesinin altında, Macron’un Rojavalı Kürtleri Paris’te Elysee Sarayı’nda ağırlaması yatıyor. O yüzden çok üzülerek söylüyorum, affetmekten çok uzaktayız. "Mavi Sessizlik"ten devam edersem, orada da Hakan (Teoman Kumbaracıbaşı), yaşattıkları için kendi kızından bile doğru dürüst bir özür dilemiyor. Babalar/devletler/kocalar, böyledirler işte. Bakınız bir Türk olan İsmail Beşikçi’ye kendi ‘babası’ neler yaptı? 17 kış, 17 yaz, 17 bayram boyunca onu zindanlarıyla cezalandırdı. Çünkü Beşikçi Hoca çok basit bir şeyi haykırdı; “Kürt diye bir halk var” ve “Siz yalan söylüyorsunuz” dedi. Hiçbir ceberut özür dilemez. Bu nedenle, belki Türkiye’nin ilk önce Kürdofobisiyle yüzleşmesi gerekiyor.

Özellikle "Sî/Gölge" ve "Küçük Pencereli Evler"in, Kürt kadın dünyasını görünür kılan temaları -ki Kürt olma halinden sıyrılsa bile- evrensel bir dile sahip. Kürt olma halinden sıyırmak ne kadar mümkün ve sizce bu şiddetin iktidarı kim?

Kürt halinden sıyırmak her zaman kolay olmasa da sinema sanatının evrensel dili ve varlığının da olmazsa olmazıdır. Çünkü her sanat gibi sinema da o evrensel dili sayesinde, Kürt olma haliyle gidip Meksika’da veya Japonya’daki bir izleyiciye dokunabiliyor. Ya da oralardan gelen bir hikaye, gelip bizi etkileyebiliyor.

Her iki filmde de şiddet, iki farklı ve birbirinden zıt yerlerden geliyor olsa da, birinde aile içinden, diğerinde ise ‘düşman’ olarak tanımlanandan, dışarıdan, yabancıdan geliyor. Fakat her ikisi de şiddet! Bunda Semavi dinlerin de büyük sorumluluklarının ve günahlarının olduğunu düşünüyorum. Her iki şiddetin de ölümcül, yok edici bir etkisi var. Ortak noktaları var, o da şiddetin erkek iktidarı tarafından geliyor olması. Çünkü kadına reva görülen bu. Bu şiddetin görünürde iktidarı ve özünde artık iktidarsızı, korkağı olan erkeklerdir. 

Siz bu öykülerin eskide kaldığına inanıyor musunuz? Bugünle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?

Bu öykülerin eskide kalmasını dilerdim ama ne yazık ki öyle değil. Tam tersine kadın görünür, etkin ve hakları hakkında talepkâr oldukça erkek iktidarının daha da çirkinleşeceğini düşünüyorum. 

Belki bir örnek olması açısından, Duhok Film Festivali’nde "Küçük Pencereli Evler"in gösterimi sonrasındaki söyleşide öfkeli bir erkek izleyici “Neden Kürt halkını böyle gösteriyorsunuz, bunlar eskide kaldı” diyerek klasik bir ‘mansplaining’ çıkışından sonra, ben daha hiçbir şey söylemeden izleyiciler arasındaki kadınlar itiraz etti. İşte o aslında bir sinemasever olsa da bir iktidar öznesiydi.

Sî:Golge filminden 

2013 yılında verdiğiniz bir röportajda, kadına yönelik şiddeti “erkeklerin kadınlara karşı yürüttüğü savaş” olarak tanımlamışsınız. Bu politik tarafınız sinemanıza da yansıyor. Üretimlerinizde fikirsel olarak bu zemini nasıl kuruyorsunuz? 

‘Töre ya da namus’ ismi ile anılan cinayetler için bu tanımı kullanmıştım. Hala öyle düşünüyorum. Neredeyse her gün medyada erkekler tarafından öldürülen kadınların haberlerini okuyoruz. Ezik erkek, iktidarı zedelendikçe, özgüvenini kaybederek daha da saldırganlaşıyor. Tıpkı faşizm gibi. Bir farkı olduğunu düşünmüyorum. Ek olarak kadını ve dünyasını da bir bütün olarak düşünmek gerekir bana kalırsa. Ekonomisi, savunma alanı hala sistemli olarak kurulmamış ama mücadelesi süren bir dünya bu. Benim sadece erkek olduğum için sahip olduğum birçok hakka ne yazık ki kız kardeşlerim sahip olamadı. Ayrıca bir bütün halinde heteronormativite, kültürel yapının/iktidarın bundaki rolünü yadsımamak gerek. 

Bir söyleşinizde, "Ortaokuldayken de Kürt olduğumu biliyordum ama tarih kitaplarında hakkımızda tek kelime bulamadım" demişsiniz. Aradan geçen yıllar içinde kendinizi, varlığınız 'o resim'de hangi şekliyle görünür oldu? 

Evet, aradan geçen yıllar içinde ne o çocukluğumdaki toz bulutu kayboldu ne de kadınların ağıtları. Nefesleri daraltmaya, gözleri kör etmeye, gerçeği görünmez kılmaya hala devam ediyor. Kuzey Afrika'daki Berberilerden Kürtlere, Kafkasya’dan Balkanlara oradan Orta Asya’ya bu coğrafyanın ortak bir mirası var; kilim! Farklı renklerin bir araya gelmesiyle, bir ahenk içerisinde, sabırla, emekle, kültürle meydana gelir kilim. Ve onu gören gözlere bir estetik kazandırır. Ne yaptılar peki? O dünya güzeli estetiğin içerisine, sanayi boyalarını kattılar, o güzelim bahar gibi kilimlerin altına dünyanın bütün pisliklerini süpürdüler. Düşünün ki bir Türk genci, 18 yaşına kadar bazen ‘kardeş’ diye böbürlendikleri bir halkla ilgili, yaşam tarzı, kültürü, dili, müziği, mutfağı, edebiyatıyla ilgili hiçbir bilgiyle tanışmadan büyüyor. Ayrıca kendi halkını da üstün ırk olarak öğreniyor. Sonra sokakta bir Kürt ile karşılaştığında, onu kendi varlığının bir tehdidi olarak kodluyor. Sebebi, bu ‘kardeş’in, tarih kitaplarındaki düşman imgesinden kaynaklanıyor. Çünkü, Kürt kelimesinin geçtiği o birkaç yer; Kürt Teali Cemiyeti, Ağrı İsyanı, Şeyh Said İsyanı ya da ‘başları ezilmesi gereken’ kişiler olarak yer alıyor. Bu resim hala aynı ne yazık ki… 

Değişmeyen sadece Türkiye mi yani, dünya değişiyor mu? 

Tarihinde kurulmuş, kendisiyle yaşıt birçok devlet kendisini günümüze bir şekilde uyumlandırmaya çalıştı. Geçenlerde Papa, katoliklere -ve genel olarak dünyaya eşcinsellerin de bir yuva kurmaya hakları vardır” dedi. Papa bile, uzlaşı dili kurmaya gayret ediyor. Bundan 20-30 yıl önce bu düşünülemezdi bile belki. Ancak Türkiye hala dogmalarının içinde ve kapalı bir rejim gibi tepiniyor. 

Düşünün, neden bir mülteci bile Türkiye’den hemen çıkıp gitmek ister? Türkiye onları çirkin bir şekilde Avrupa ile pazarlık unsuru olarak kullanıyor. Tüm bu sonuçlara rağmen, Türkiye hala ısrarla tarihsel hesaplaşmasından kaçıyor. Fırsatçılık ilkesinden vazgeçmiyor.

'BİR BAŞKADIR’DA DA TECAVÜZCÜ KARAKTERİ KÜRT OLARAK SEÇİLMİŞ'

Türk sinemasında Kürt imgesinin nasıl kodlandığını düşünüyorsunuz? 

James Roy Macbean ‘Sinema ve Devrim’ kitabında; sinemadaki temsiller, insanların yaşama şekillerini biçimlendiren sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet gibi toplumsal farklılık sistemlerinden örülü geçmiş temsiller kümesinin bir alt kümesidir ve sosyal söylemlerin geçici kodları olan filmler, sosyal yapıdaki değişiklikler tarafından harekete geçirilir der ve devamında  sinemanın; egemen sınıfın statükoyu gerçekliğin kendisiymiş gibi sunma ihtiyacına hizmet etmek için, ulaştıkları geniş kitleler göz önünde bulundurulduğunda önemli ideolojik silahlar haline gelmiş olduğunu belirtir. Çünkü egemen ideolojinin manipüle etme gücü de vardır. ‘Ulaştığı kitleye belirli bir ideolojiyi aşılar’ der devamında. Bu bağlamda, bugün tüm dünya sinemasında farklılıkların görünür olduğu ve zenginliğin tercih edildiği bir dönemde bile, toplumun büyük bölümü tarafından alkış alan ‘Bir Başkadır’ dizisinde filmin yönetmeni, tecavüzcü karakteri için bir Kürt’ü tercih etmiştir. Çünkü izleyicide o tecavüzcü kodlamasının, o şive ile birleştiğinde neye karşılık geleceğini çok iyi bilir. Zaten öteki türlüsü düşünülmüyor bile. Türkiye sinemasında, Kürt imgesi en yakın örnek olarak bugün, ne yazık ki hala aynı primitif seviyede. 

'BİR SİNEMACI OLARAK BÜTÜN DİLLERİ ÇOK KIYMETLİ BULUYORUM'

Bu soruyu Kürt sanatçılara sormayı önemsiyorum. Siz Kürt politikasının bugününü, dört parçasında benzer ve benzemez yanlarıyla nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben Avrupa’da yaşıyorum, bunları buradan söylemenin kolay olduğunun bilincindeyim. Ancak görüşlerin, kişilerden bağımsız gerçekliğinin de farkındayım.

16. yy’da (W. Shakespeare’le yaşıt olan) Mem û Zîn gibi bir destanı yazan halkın bugün sadece politikası değil, dili de tutsak. Ana dilini kullanmayan, kendi diliyle duygularını ifade etmeyen, dili ile siyaset yapmayan bir politika ya da politikacı ne kadar inandırıcı olabilir? 

Kürt halkının sadece bir halk olmaktan kaynaklı, temel ve tartışmasız hakları var. Kendi değişim ve dönüşümünü becermiş, farkındalık sahibi kesimi bir tarafa ayırıyorum. Ancak devleti tarafından zehirlenmiş koca bir Türk ulusu ne yazık ki seni yok sayıyor. Seni kendine tehdit olarak algılıyor. Bir bütün halinde açık ya da gizli, en günlük ve sıradan davranış biçimlerinde bile kolonyal bir kibirle ve efendi figürüyle iletişime giriyor. Filistin örneği üzerinden gidersek, İsrailli politikacılar bile onların dilini öğreniyor. Ama yıllardır Kürt siyasetçiler, anadilde ifade etmekte ısrar etmiyorlar. Kendini Kürtçe ifade eden, bu ısrarından vazgeçmeyen Kürt politikacı var mı? Anlık çıkışlardan bahsetmiyorum, sistemli bir iletişimden bahsediyorum. Kendi varlığını korumaktan, sınırlarını çizmekten bahsediyorum. Bu açıdan bakınca bence cevabı ne yazık ki, hayır! Kürt politikacılar dostlarına hiç ‘zorluk’ çıkartmıyorlar, onları yormuyorlar. Çünkü bu dilde adeta onlarla yarışıyorlar.

Buradan Türkçe ile bir sorunum olduğu fikri çıkmasın. Bir sinemacı olarak bütün dilleri çok kıymetli buluyorum. Ama Kürtçe de, baskı gören tüm diller gibi çok kıymetli. O nedenle, Kürt meselesinin çözümüne dair politika sunma iddiası taşıyanların anadilleriyle iletişimde ısrar etmesi gerektiğini düşünüyorum. Öteki türlüsü asimilasyona katkı sunmak olur -ki ben bunu büyük bir günah olarak görüyorum. 

'İKTİDAR DİLLERİ HER ZAMAN BİRBİRİNE BENZİYOR'

Kürtlerin diğer parçalarındaki politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürt Federal Yönetimi’nin ekonomik yeterlilik konusunda eksik olduğunu düşünüyorum. Bu kadar acı tecrübeler yaşayan Kürtler, ne yazık ki o acılardan yeterince ders almadılar. Derin, temel, yapısal değişiklikler yapmadıklarını zaten 2017’deki referandum süreci ile birlikte görmüş olduk. Tarihsel olarak bir bütün halinde politikacıların sınıfta kaldıklarını düşünmek abartı olmaz. Halbuki Kürtlerin, İsrail’in devletleşmesi sürecinden dersler çıkarması gerekirdi. Elbette burada Filistin halkına yönelik haksız politikaları dışarıda tutuyorum. Federal Bölge Yönetimi’nin o zor coğrafyada hala kendi içinde yaratıcı bir bütünlük kuramaması, bunun 21. yy günümüz ruhunda artık bir açıklaması ve inandırıcılığı yok. Açıkçası Kürt politikacılar, daha fazla zaman harcamadan insana yatırım yapmalılar. Bu da yüzünü bilime, sanata ve teknolojiye dönerek olur. 

Belçika Oostende Film Festivali'nden.

Bir tür hayal kırıklığı mı bu?

Bir film projem için haftalarca beklediğim Duhok’ta, Rojava’ya geçebilmek için gereken izinleri bir türlü vermedi Federal Kürdistan yöneticileri. Festivalin bir gecesine katılan Duhok Valisi’ne durumu anlattım, verdiği cevap hüzünlüydü. “Filmini burada çek, sana gereken her türlü desteği biz veririz…” İktidar dilinin ne kadar birbirine benzediğini gördüğüm ibret verici bir andı. 

Peki Avrupa'nın ve iktidar dünya ülkelerinin, Kürt politikasına dair tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Avrupa’nın Kürtlere dair ciddi bir politikasının olduğunu düşünmüyorum. Almanya-Türkiye ilişkilerinde, -ki bunu iki ülkenin bağları tarihseldir- Türkiye’nin ‘stratejik konumu’nu, NATO’da oluşunu, Doğu sınırlarının jandarmalığını, ekonomik ilişkiler ve buna son yıllarda eklenen mülteci pazarlığı gibi bir sürü şeyi karşılıklı bahane olarak kullandıklarını düşünüyorum. Ayrıca birçok farklı ulusun birlikteliğinden kurulan Avrupa’nın hala kendi içinde kırılgan bir birlik sorunu olduğunu akılda tutmakta yarar var. Ve bu karşılıklı çıkarlar birliğinde, ne yazık ki Kürtlere verecekleri çok bir şeyleri yok. Bu nedenle gereksiz hayalperestlikle zaman kaybetmenin bir anlamı da yok. Bu temelde süren sakat bir ilişkinin Türkiye’nin iyiliğine olduğunu da düşünmüyorum. Türkiye eğer Kürtler ile gerçek anlamda meseleyi çözebilirse, bu onu da Avrupa’nın dinamik ülkelerinden biri durumuna getirebilir.   

'FİLMLERİN, DUYGULARI VE SESLERİ HEP VAR OLACAK'

Yaşadığınız ülkede ya da sinema dünyasında, üretimlerinizle tanınıyorsunuz. Ancak, Kürt düşün dünyasının sizi yeterince tanıdığını, işlerinizi yeterince gündemleştirdiğini düşünmüyorum. Bu kendine yabancılığı neye dayandırıyorsunuz? 

Kürt düşün dünyasının neden böyle bir sorumluluğu olsun ki? Doğrusu belki onlara sormak gerek bu soruyu. Belki politik ve yaşamsal kaygılardan dolayıdır bilemiyorum. Zaten toz duman içinde bırakılan, yorgun, ekonomik olarak elindeki her şeyi alınmış bir halk sonuçta… Ancak, iç zehirlenmenin bizi hiç etkilemediğini de düşünmüyor değilim. Hakim ulusun zehirli atmosferi küçük de olsa Kürt düşün dünyasında derin izler bırakıyor. Her şeye rağmen, yarattığımız birkaç eser, bir yerlerde nefes alıp verecek, biliyorum. O filmlerin, duyguların sesleri, titreşimleri bir şekilde kosmosta hep var olacak ve gelecek nesil genç sinemacılara ulaşacağından şüphe duymuyorum. 

Bağımsız sinema koşullarını da konuşalım o zaman. Nasıl işliyor sizin gibi bağımsız sinemacılar için bir filmin yaratım süreci? 

Her ne kadar kulağa romantik gelse de sinemada tam anlamıyla bir bağımsızlıktan söz etmek ne yazık ki pek mümkün değil. Bir postanesi, bir kaymakamlık binası bile olmayan bir halkın sinemacısı iseniz eğer işiniz diğer bağımsız sinemacılardan daha zor. Ayrıca artık her ülkenin konjonktürel bir sinema politikası oluşmuş durumda. Ve film fonları bu politikadan bağımsız değil. Sinema hem birlikte üretilmesi gereken hem de çok yüksek maliyetler ile dönebilen bir sanat dalı. O yüzden bir film fikrinin, o ilk tohum aşamasından neredeyse kurgusuna kadar ortak olma arzu ve talepleri var. Bir filmi gönüllüler ordusu ile -ki o güzel yürekli meslektaşlarıma buradan sıcak ve dost selamlarımı yolluyorum- bir şekilde çekip tamamlasanız bile bu defa dağıtım ve gösterim için bir ağ oluşturabilmeniz gerek. Bir filmin festivalde başarılı olması yetmiyor. Salonlarda kendine yer bulması gerek. "Mavi Sessizlik" filmimiz Türkiye’de hiçbir salonda gösterilmedi. Ama yine de günümüzde inatçı ve yüksek disiplinli küçük ekiplerle ve ayrıca dijital teknolojinin sunduğu fırsatlarla, çarpıcı evrensel hikayelerimizle, tekelleşmiş bu sistemi dönüştürebileceğimize inanıyorum.  

'YENİ BELGESEL FİLMİMİN YAPIM SÜRECİYLE İLGİLENİYORUM'

Pandemi sürecinde de üretime devam etmiş ve bir kısa film çekmişsiniz. Ve bir de senaryo yazmışsınız. İçinde bulunduğunuz sektör, pandemi koşullarından nasıl etkileniyor? Siz buna rağmen nasıl üretiyorsunuz? Neyi önceliyorsunuz? 

Pandemi süreci başlı başına insanı yabancılaştıran bir zaman dilimi olarak duygusal hafızama geçen bir dönem. Bütün sanat, kültür faaliyetleri ve film çalışmaları durduruldu. Sektör can çekişiyordu ki hala da böyle… Bir şeyler yapmak, bu döneme tanıklık etmek ayrıca kendime bir nefes alanı açmak ve koronaya karşı kendimce çalışmak ve üreterek mücadele etmek istediğimden dolayı Nisan 2020’de yerel hükümetten aldığım izinle kısa film çekmeye karar verdik. İlk başta çekeceğimiz bir belgesel film fikriydi bu aslında. Kısa sürede bunun pandemi koşullarından dolayı pek kolay olmadığını fark edip gönüllü meslektaşlarımla birlikte kısa film çekmeye karar kıldık. Her şey çok hızlı gelişti. Film çekim sürecinin sancılarını hissetmek ve tekrar sette olmak bana iyi geldi.

Yeni çalışmalarınızı da konuşalım. Yakın zamanda çalışmalarınızın temaları ne olacak? 

3 yıl önce annemi ziyarete Urfa’ya gittiğimde, hissettiğim şey yine kadın meselesine dair temalara dönmem gerektiğiydi. O yüzden bir süredir, yeni bir belgesel film projesi üzerine çalışıyorum. Her biri Türkiye'nin farklı yerlerinden dört kadının hikayesi olacak. Bu birbirinden farklı kadın anlatıcıların ‘ortak kaderleri’ var. Bu çalışma ile travmatik geçmişlerine sıkışıp kalmayan ve her biri yıllar içinde "yeni bir kadın" olabilmiş anlatıcılarla tanışacağız. Son zamanlarda bu belgesel filmin yapım ve finans süreciyle ilgileniyorum. Çarpıcı bir belgesel olması için uğraşıyorum -ki çalışmamda önceki filmlerimden daha farklı yöntemler deneyeceğim. Bunun için de ayrıca çok heyecanlıyım.

Öte yandan, bir senaryoya hazır demek ne kadar doğru olur bilemiyorum -zira senaryolar yaşayan birer organizma gibidirler- ama geçen yıldan beri çekime hazır olan bir kurmaca film senaryom var. Pandemi şartlarından dolayı bunu bekletiyorum. Son olarak Doğu Avrupalı işçilerin Batı Avrupa'daki emek sömürüsü üzerine yazdığım senaryoyu geliştirme sürecindeyim. 

Son dönemlerde kimleri okuyorsunuz, neleri dinliyorsunuz, izliyorsunuz, nereden nasıl besleniyorsunuz?

Evde daha önce izlediğim bazı filmleri yeniden izliyorum. Yeni sinemacılardan Chloé Zhao’un "The Rider" ile Darius Marder’ın "Sound of Metal" filmlerini çok beğendim. 

Kafamı dağıtmak için dünyanın çeşitli dillerinden bol bol müzikler dinleyip, dans ediyorum. Benimle yaşıt bisikletimle kulaklık takıp müzik eşliğinde yol yapmaktan keyif alıyorum. Evde taze mevsimlik sebzelerle farklı farklı yemekler pişiriyorum. Çoğu kişi gibi pandemi süreciyle ben de içimdeki aşçıyı keşfettim. Geçen hafta oğlum bana "Zootropolis" animasyon filmini izlettirdi. Filmin işlediği temalar açısından çok beğendim. Herkesin izlemesini tavsiye ederim. Filmdeki tavşan çocuk karakter gibi çocuklardan onların masum dünyalarından öğreneceğimiz çok şeyin olduğunu düşünüyorum.