Bülent Forta: Müzik sektörü tamamen örgütsüz

MÜYAP Genel Koordinatörü ve yapımcı Bülent Forta ile dijital müzik platformları sonrası yapım şirketlerinin durumunu, telif haklarını ve sanata 'karışan' siyaseti konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Bülent Forta ismi, Türkiye’de farklı alanlarda karşınıza çıkabilecek bir isim. Öğrencilik yıllarından bu yana politik lider olarak sol siyaset içerisinde aktif biçimde yer alan Forta, 90’lı yıllarda başladığı müzik yapımcılığı kariyerinde de sektörün içerisinde yine önemli bir pozisyonda duruyor.

Bir kere, Türkiye’de sanatçıların, yapımcıların telif haklarıyla ilgili çalışmalar yapan ve sanatçılar ile yapımcıların bu haklara öyle veya böyle sahip olabilmesini sağlayan isimlerden biri. 90’lı yıllardan bu yana Ada Müzik ile müzik sektöründe yapımcı olarak da yer alan Forta, kurucularından olduğu Bağlantılı Hak Sahibi Fonogram Yapımcıları Meslek Birliği’nin, herkesçe bilinen adıyla MÜYAP’ın bir süre başkanlığını da yürüttü. Şu anda MÜYAP Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Koordinatörü olarak yapımcıların mesleki örgütlenmelerinde önemli bir rol üstlenmeye devam ediyor.

Bülent Forta ile dijitalleşen ve kimi açılardan giderek de bağımsızlaşan sektörde müzik yapımcısının rolünü, telif hakları konusunda daha ne kadar yol gitmemiz gerektiğini, müzik meslek birliklerinin sanatçıların örgütlenmesi bağlamındaki rolünü ve tabii ki son günlerde daha çok konuşulan, sanatçı-siyaset ilişkisini konuştuk.

'MÜZİĞİN METALAŞMASINDA BİR KAPİTALİST LAZIM: YAPIMCI'

Genel birkaç konu başlığını da açacağı için şöyle başlamak istiyorum: Müziğin teknik olarak daha kolay yapılabildiği, daha kolay düzenlenebildiği ve tabii daha kolay yayınlanabildiği bir devirde “yapımcı”nın işlevi değişti mi yahut ortadan kalktı mı? Kimdir bugünün yapımcısı?

Yapımcı da böyle durağan bir şey değil. Kendisini yeni pozisyona göre dönüştürebilen biri olmalı yapımcı. Henüz dijital yokken, mekanik bir dönem söz konusuyken CD’lerin üretilmesi, prodüksiyonu, dağıtılması, tanıtılması gibi işleri yapan plak şirketleri vardı ve bu plak şirketleri dünya çapında bir yapı oluşturuyordu. En yukarıda “majörler”in olduğu, onun altında bağımsız şirketlerin olduğu bir müzik endüstrisi vardı. Sonuç olarak majörler piyasayı yine elinde tutuyordu, belirliyordu; geniş ve hantal dağıtım ağlarına girmediğiniz sürece tüketiciye ulaşamadığınız bir yapıydı bu. Bağımsız yapım şirketleri de genellikle sanatçı keşfeden ve bu büyük aktörlere sanatçı taşıyan, nitekim zamanla büyüklerin de satın aldığı yapılardı. Müziğin metalaştığı bütün dönemlerde ana işleyiş uzun süre buydu. Müzik endüstrisinin gelir elde etme şekli de öyleydi. Bir müziği çalan alet, bir de taşıyıcı vardı. Plak, CD, kaset vesaire, bu taşıyıcılardı. Müzik endüstrisi, bu taşıyıcıyı satarak para kazanıyordu. Yani yatırım yapıyor, işi CD haline getiriyordu ve temel geliri, CD’nin satışından elde ettiği gelirdi. Bu dijital devrim öyle bir paradigmatik değişiklik yaptı ki, taşıyıcıyla kaydın kendisi aynılaştı; yani bir cep telefonunda aynı zamanda o kaydın kendisini bulabilmeye başladı dinleyici. Eskiden, mekanik dönemde yapımcının çok katlı gelirleri de olabiliyordu. Mesela benim yaşımdaki bir adamın evinde Beatles plağı da vardır, kaseti de vardır, CD’si de vardır. Dolayısıyla, format her değiştiğinde krizi atlatma fırsatı buluyordu yapımcı çünkü zaten temel yatırımı yapmış oluyordu.

Bugün ise bir yanıyla demokratik, bir yanıyla da manüplatif bir ortam oluştu. Demokratik olan şey şu; eskisi gibi büyük stüdyolar, koca mikrofonlar filan gerekmeksizin, bir bilgisayar, bir iyi mikrofonla müzisyenler kendi kayıtlarını yapabiliyor. Üretimin ucuzlaması demek bu. Ancak bu da, Andy Warhol’un dediği gibi yani, müzisyen kalitesi sınanmadan, herkesin 15 dakikalığına meşhur olduğu bir üretim sürecine dönüştü. Ayrıca üretim kalitesinde ciddi bir düşüşe yol açtı. Belki çok sayıda müzisyen çıktı ortaya ama bunların içinden az sayıda insan sıyrılabildi. Bir nevi dijital fotoğrafçılık gibi. Yani dijital makinelerle bir milyon fotoğraf çektiğiniz zaman bir tane Ara Güler kalitesinde fotoğrafınız olabilir, ışık denk gelmiştir örneğin. Müzik de buna dönüştü.

Sorunuza döneyim, “yapımcı kim?” Müzisyen daha ucuz bir stüdyoda kaydedebiliyorsa, bu ucuz stüdyoda kaydedilmiş işi CD Baby gibi ortamlar aracılığıyla internette paylaşabiliyorsa yapımcıya ne gerek var diye düşünülebilir. Ancak işin aslı o değil. Yeni dönemin mottosu, “Bir plak şirketi yalnızca bir plak şirketi değildir.” Bir ayağı teknoloji, sosyal medyayı kullanabilme becerisi, bir ayağı algoritmalar arasında dolaşarak sizi listelerde yukarıya çıkarabilecek algoritmaları bulmak, size yatırım yapmak, reklam harcaması yapmak… Yani size ciddi sermaye yatıran bir yeni yapımcı tipi ve yeni bir yapım şirketi tipi ortaya çıkmaya başladı. Türkiye için konuşayım, eski Unkapanı tarzı bir yapımcıya gerçekten ihtiyaç yok şu anda. Ama bir sanatçının güçlü bir plak şirketinin kataloğunda yer alması, bu kataloğun yarattığı dijital yaygınlıktan faydalanma, senkronizasyon haklarından faydalanma, kataloğun içinden bir televizyon dizisine girebilmek falan filan dediğiniz zaman, bir yapım şirketi bir tek sanatçının şarkısını dijitale koymaktan ibaret olmayan süreçleri idare edebilen yapı haline geldi. Yoksa şunun için yapımcıya ihtiyaç yok: stüdyoda düşük bütçeli bir kayıt, bu kaydın dijital müzik platformlarında yayınlanması, kötü çekilmiş bir klip öngörüyorsanız yapımcısız da bunu yapabilirsiniz. Ancak bir tanıtım stratejisi, bu stratejinin uygulanması, sosyal mecralarda bunun tanıtılması, size reklam harcaması yapılması, dizilere, filmlere girmesi için ilişkilerin kurulması için yeni tip bir yapım şirketine eskisinden çok daha fazla ihtiyaç var. Çünkü sanatçının tek başına dijital dünyanın karmaşıklığını karşılaması mümkün değil.

Bir de şu var ki, plak şirketleri artık “360 derece” diye ifade ettiğimiz, sanatçının bütün süreçlerini idare eden, konser süreçlerini, menajerlik süreçlerini, hatta Avrupa için konuşursak, elde edilen paranın vergi sorunlarını, nasıl bir yatırım politikası uygulanacağını yürüten ciddi kapitalist işletmelere dönüştü. Yani bu şeye benziyor, “Ben bir süt üreticisiyim, bir inek aldım, sağarım, götürür pazarda satarım” diyenle “Büyük bir süt üreticisiyim, binlerce inekten süte elde ederim, bunları dağıtırım” diyen arasındaki farka. Sanat bu kadar metalaşmasaydı, diğer artizan hal çok daha güzel olurdu, “kendin yap, kendin dağıt”. Ama şimdi kapitalizmin koşullarında her şey metalaştığı için müziğin de metalaşmasında bir kapitaliste ihtiyaç var. “Yapımcı kim?” derseniz, yapımcı işte bu kapitalist.

'BAĞIMSIZ MÜZİK, SÜRDÜRÜLEBİLİR DEĞİL'

Peki Türkiye’de yapılan bağımsız işleri takip edebiliyor musunuz? Öyle bir resim çizdiniz ki, bir yapım şirketi bünyesinde yapılmadıysa ortaya çıkan eser kalitesiz olmak zorundaymış gibi bir anlam çıkaracağım neredeyse.

İyi işler mutlaka var ama onlar genelde imece işler, sürdürülebilir değil. Şahane bir stüdyoda, arkadaşınız olan iyi müzisyenler var, “Hadi arkadaşımız için çalalım” diyorlar, zımba gibi işler çıkıyor. Bir arkadaşı diyor ki, “Benim çok iyi bir klip yönetmeni arkadaşım var, rica edelim çeksin” filan. Ama bunu kaç kez yapabilirsin? Klip yönetmeni klip çekmekten para kazanıyor, o müzisyen çalarak para kazanıyor. Bunu bir yaparsın, iki yaparsın. Peki bütün bunları yaptınız diyelim, bunun tanıtımı var, tanıtım için para harcamak lazım. Bugün günde 60 bin civarında şarkı yükleniyor dijitale dünyada. Bunların arasında yer bulacaksınız, bunların arasından sıyrılacaksınız. Bütün bunlarla ilgili bir ekip lazım ve bu ekibin kurulması için, her işte olduğu gibi bir kapitalist gerekiyor. Sanat bize paradan uzak bir şey gibi geliyor ama metalaşmış bir alandan konuşuyoruz, bu Rönesans’tan beri böyle. Mozart’ı da imparator ya da prens himaye ediyordu, eski sosyalist ülkelerde devlet yapıyordu bunu. Kapitalist sistemin doğası da bu. Ama az önce sözünü ettiğim değişimi tekrar vurgulamak istiyorum, eski tip yapımcının rolü bitmiştir. Eski tip yapımcılar zaten şu anda ellerindeki kataloğu satmak dışında aktüel müzik pazarının bir aktörü değiller.

Siz Ada Müzik’te nasıl uyarlandınız bu değişime?

Bir kere, dijital dünyanın dışında kalan yatırımlardan kendimizi ufak ufak ayırdık. Mekanik dönemin sanatçıları başka, dijital döneminkiler başka. Bir eleman yatırımı yaptık. Eskiden şöyleydi bizde: 30 tane tanıtımcımız olurdu, şimdi dijital tanıtımcımız var, dijital yüklemecimiz var, dijital dağıtım ağlarıyla çalışıyoruz. Biz de tabii majör yapımcılar kadar para harcayan bir şirket değiliz, seçtiğimiz müzik türü itibariyle bu böyle. Lakin üretimimize devam ediyoruz, yeni isimlere imkan tanıyoruz ve hazır iş de almıyoruz genellikle. Her yaptığımız işe de kendi ölçeğinde bir yatırım yapıyoruz. Özetle, bütün yapımızı değiştirmiş durumdayız. Eskiden 30 kişi çalışıyordu yanımızda, şimdi 3 kişi çalışıyor ama etrafımızda 50 kişi çalışıyor.

'FAŞİST BİLE DEDİLER BENİM İÇİN'

Biraz da, sizin eskiden beri önemli bir aktör olduğunuz telif meselesini konuşalım. Hem siz şahsen, hem de uzun süre başkanlığını yürüttüğünüz MÜYAP bu konuda önemli adımlar attınız. Tabii diğer müzik meslek birlikleri de… Ancak Türkiye hâlâ telifin doğal bir hak olduğu ve gelip sizi bulduğu bir ülke değil de, sanatçının ve yapımcının telifin peşinden koşmak zorunda olduğu bir ülke. Siz özellikle bu dijital teliflerle ilgili adımlarınızdan sonra internet bağlamında “sansürcü”, “yasaklatıcı” olmakla da eleştirildiniz hatta. Dijital dönüşümle birlikte telif meselesi nerelere geldi?

Faşist bile dediler benim için. Bakın, birincisi şu: Kapitalizm, enteresan bir mülkiyet sistemine sahip bir toplumsal yapı ve maalesef kapitalizmi eleştirenler de bu telif mevzuuna çok fazla kafa yormamışlar. Telifin konusu olan “fikri mülkiyet”, ilginç bir mülkiyet şekli. Kapitalizmi eleştirenler “mülkiyet hırsızlıktır” demiş ama bakıyorsunuz fikri mülkiyet diye bir kavram çıkmış ortaya kapitalizmde. Fikri mülkiyet nedir? Bir kere eşya mülkiyetinden farklı. Diyor ki, “Sen bu mülkiyetin mutlak sahibi olamazsın. Bu mülkiyetin ancak yaşarken sahibisindir ve öldükten 70 yıl sonra bu mülkiyet hakkı ortadan kalkar. Çünkü bunu bu toplum içinde üretiyorsun.” Sizin dedenizden kalmış bir ev varsa, ona da dedesinin dedesinin dedesinden kalmış olabilir. Hâlbuki fikri mülkiyet için böyle değil, o mülkiyet bir zaman sonra anonim oluyor. İnsanlık tarihini bütün bellek tarihi, Karacaoğlan da, Goethe de, bugün insanlık tarihinin ortak mülkiyeti haline gelmiştir. Kapitalizmin böyle bir kolektivizm önermesi incelenmesi gereken bir şey. Üstelik şimdiki kapitalizmin işleyişinde fikir denilen şey, yani bilgi, sermayenin en büyük değeri.

Şimdi, bu mekanizmalar siz öldükten 70 yıl sonra tekrar topluma döneceği için bu 70 yıl içerisinde çok iyi korunmak zorunda. Bu 70 yıllık koruma dediğimiz şey, bütün bir telif organizasyonunun ana ögesi. Toplumla ortaksınız bu mülkiyette. Toplum hem oradaki hakkını, hem de sanatçının ölmeyecek kadar telif elde etmesini sağlamaya çalışıyor. Benim telifle ilgili olarak ilk ilgimi çeken konu budur. Ben de sonuçta mülkiyete karşı bir yerde dururken, “Ne fikri mülkiyeti? Şarkı herkesindir” diye düşünürken, buraya odaklandım ve bunun, yani fikri mülkiyetin, kolektif mülkiyetin geçiş süreci olduğunu düşündüm. Çok da okudum bununla ilgili ama Marks’ın “kafa emeği-kol emeği” ayrımı dışında bu konuyla ilgili felsefi bir kaynak da bulamadım.

Türkiye’de bunları ilk kez dile getirmeye başladığımız andan itibaren, bir salvoyla karşılaştık. Şarkının, fikrin telifi olmaz diye karşı çıkıldı. Düşünün, bu ülke yıllarca fikri yasaklamış bir ülke, fikrin para etmesi, yani değer bulması lazım aslında. E doktorsunuz, fikrinizi söyleyip para kazanıyorsunuz, öğretim görevlisisiniz, konuşuyorsunuz, fikrinizi satıyorsunuz. Bir şarkıcının da fıtratında şarkı yaratmak, bunu söylemek var. Doktor değil, mühendis değil, öğretim üyesi değil, bir şarkı sözü yazarı, bununla bir gelir elde ediyor olması lazım.

Telifle ilgili çalışmaya ilk başladığımızda, henüz internet yokken, devlet görevlilerine bile anlatmakta zorlandık. Zamanın bir Kültür Bakanı diyor ki örneğin, “Lokantada çalıyor bu şarkı, buna para mı ödeyecek lokantacı? CD’yi aldı ya sonuçta?” O CD’nin kişisel kullanım için olduğunu, bunu ticari olarak kullanıyorsanız telif olması gerektiğini, televizyonların bunları kullanıyorlarsa telif ödemeleri gerektiğini filan, uzun hukuksal mücadeleler sonucunda anlattık. Sonra internet dünyası başladı. Başlarda internet, herkesin bedava dünya olarak kurguladığı bir dünyaydı. “İnternette olan bedavadır” inancı vardı. Biz de dedik ki, “Bunun CD’si parayla da, internette olanı neden bedava? Her şey bedava olacaksa nasıl bir üretim olacak, üretmeye nasıl kaynak yaratılacak?” Talihsiz bir şeydir tabii, iki çocuk Fizy diye bir şey buldular. Google’a yazıyorsunuz, aradığınız her şeyi getiriyor ve istediğinizi bedava izliyorsunuz. Biz de böyle olmayacağını söyledik, bir telifi olması gerektiğini hatırlattık. Bir dükkan açmışsınız, her şey bedava diyorsunuz ama sattığınız ürün sizin ürününüz değil. Bunu lisansa bağlamak gerekiyor. Biz böyle söyleyince millet ayağa kalktı, internete sansür gibi bir algı yaratılmaya çalışıldı. Bakın sonuçta şöyle oldu, o arkadaşlar Fizy’yi 2 milyon Dolara Turkcell’e sattılar. Yani biz haklı çıktık. Fizy, Turkcell’in bir markası oldu, onu bulan iki çocuk sansür vesaire diyerek 2 milyon Dolar kazandılar. O 2 milyon Dolar, bir dolu sanatçının parasıydı aslında, onlardan elde edilmişti.

İkinci olarak Last FM’i yasaklattık. Ona da bir “özgürlük alanı” deniyordu ama Last FM’in sahibi Rupert Murdoch, dünyanın en büyük sansürcüsü. Orada bir dükkan açmış, o dükkana insanlar şarkı yüklüyor, kendisi onlardan para kazanıyor, o şarkıların parasını isteyen gariban bizler de bir anda “sansürcü” olduk. Neyse bunlar artık geride kalmış şeyler. Şimdi hepimiz Spotify’a parayı ödüyoruz, YouTube çeşitli modeller yarattı, reklam satıyor. Yani bizim o gün talep ettiğimiz, bugün uygulanıyor.

'TELİF MÜCADELEMİZ ROBİN HOOD'LUKTU'

Müzik çalınan mekânlarla ilgili de uzun süre tartışmalar yaşandı. Avukatlar gitti, cezalar kesildi, müzik çalıyorlarsa toplu telifler talep edildi…

Bu bir hukuksa hak, yasada yazıyor. Birinin müziğini, kendisinden izin almadan çalamazsınız. Hukuktan daha medeni bir yol yok sonuçta, avukatlar gitti, yasayı hatırlattı. Siz bir yer açıyorsunuz, müziği çalmak zorunda değilsiniz. Çalmazsanız telif de ödemezsiniz ama bu müziği çalıyor, bundan bir ticari fayda elde ediyorsanız o zaman bunun bedelini ödeyeceksiniz. Orada servis ettiğiniz kahveyi alırken kahveciye nasıl para ödüyorsanız, sizin dükkânınıza, otelinize sosyal fayda sağlayan müziğin de parasını ödemek zorundasınız. Ayrıca bu yasalarda da mutlak bir hak olmadığı için, ben sanatçı adına, yapımcı adına gidip “Bu 1 milyon liradır” demiyorum. Bunun bir tarifesi var, bu tarife de her yıl ilan ediliyor. Tarifeyi yüksek buluyorsanız gidip mahkemeye veriyorsunuz, tarife tespit davası açıyorsunuz. Yani biz kendi ürünümüze istediğimiz fiyatı koyamıyoruz, yasal bir çerçevesi var bunun. Tarife belli, yayınlanmış, itiraz edilmemiş ama bu tarifeyi talep ettiğinizde bir dirençle karşılaşıyorsunuz. Bunun temel nedeni, Türkiye’de telif bilincinin yerleşmemiş olması ve telifin yalnızca müzikle ilgili bir şey sanılması. Hâlbuki, daha önce konuştuğumuz gibi, bir akademisyen de fikrini, bir avukat da fikri emeğini satarak para kazanıyor. Sanatçının fikri emeği de bu, böyle para kazanıyor o da.

Bir de, sol gelenekten geldiğimiz için bizim açımızdan başka bir haklı yönü vardı bunun. Bu biraz Robin Hood’luktu. Zenginden alıp fakire veriyorduk, ne bileyim Doğan Grubu’ndan, Doğuş Grubu’ndan telif alıp müzisyene veriyoruz.

Ancak şöyle eleştiriler de geldi o dönemde: Küçük, mütevazı bir işletme açıyor şahıs, kendisine avukatlar gidip bir yıl için yüksek meblağda bir telif ve hatta ceza çıkarıyor, işletmenin ödeyebileceğinin üzerinde…

Bunlar spekülasyon, hiç öyle büyük rakamlar değil. Oteller çok tantana yaptı örneğin, ben size söyleyeyim, Hilton Oteli’nin lisanslaması, günde sattığı bir soda parasıdır. Şimdi bu spekülasyonlar duruldu zaten, toplu sözleşmeler yapıldı, masaya oturuldu. Ama buna rağmen bugün Türkiye’de hâlâ yüzde 10’dur telifin lisanslanma oranı, yüzde 90 boştadır. Müzik kullanılan mekânlar için de böyledir. 84 milyonda 50 milyona yakın insan müzik dinler her yerden, müziğe para ödeyen insan sayısı maksimum 5 milyondur.

Dijital müzik mecralarının telif gelirleriyle ilgili olarak sanatçılar da şikayetçi. Türkiye’de sanatçılara ödenen birim telifin Batı’ya kıyasla çok düşük olduğuna dair eleştiriler var. Sanatçının ürettiği eserden aldığı telifler yeterli değil sanıyorum.

Değil tabii. Sanatçının da değil, yapımcının da değil… Şöyle söyleyeyim, Türkiye’de Spotify’ın aylık fiyatı sanıyorum 17.99 TL. İngiltere’de bu 17 Pound, Amerika’da 17 Dolar. Pound TL’nin 20 katı, demek ki sana ödediği de İngiltere’dekinin 20’de 1’i. Birinci faktör bu.

İkinci faktör şu: Büyük yapımcılar Spotify’la bizim anlaştığımızdan daha yüksek fiyatlarla anlaşıyorlar. Örneğin Universal diyor ki, “Ben Spotify’a 20 bırakırım, 80’i ben alırım”. Oysa Spotify bize diyor ki, “40’ı ben alırım, sana 60 bırakırım”. Zaten bir de iç mekanizmasında adaletsizlik var. Bu konuyla ilgili dünyada büyük tartışma var. Bunlar yeni müzik dağıtımcıları, Spotify, Deezer filan. Diyor ki sanatçılar, “Eski yapımcılarımız gelenekseldi filan ama bunlardan daha adaletliydi. Bunlar, hiçbir iş yapmadan bizim işimizden yüzde 40 alıyorlar”. Haklılar.

Bir de yapımcı ile sanatçı arasındaki özel anlaşma var. Şarkının geliri, bu ikisi arasında da paylaşılıyor. E, Spotify’ın Türkiye gibi ülkelerde sanatçıya dinlenme başına verdiği rakam bu kadar küçük olunca, bu rakam yapımcı ile sanatçı arasında paylaşılınca, ortada sanatçının rahat yaşamasını sağlayacak bir gelir kalmıyor sonuçta. Bakın Spotify’da 1 milyon kez dinlenmiş bir şarkının sanatçıya ve yapımcıya gelen toplam geliri 500 Euro civarında bir yerde. Hadi yapımcı ile sanatçı yarı yarıya paylaşacak, sanatçıya 1 milyon dinlenmeden giden 250 Euro. Bu 10 milyon için en fazla 2.500 Euro. 10 milyon çok ciddi bir dinlenme sayısı. Demek ki burada abonelik fiyatlarına paralel olarak birim başı dinlenme fiyatları son derece düşük. Bu kavga Batı’da bizdeki gibi sürmüyor. Bizde yapımcı ile sanatçı arasında bir konuymuş gibi tartışılıyor bu, dünyada ise Taylor Swift’inden bilmem kimine, Spotify’ı eleştiriyorlar, dinlenme başına az verdiğini söylüyorlar. Bizde niyeyse sanatçı ile Spotify kavgası yoktur, hep “Yapımcı çok alıyor, yapımcı fazla kazanıyor” konuşulur.

'MÜZİK MESLEK BİRLİKLERİ POLİTİZE OLDULAR'

Bu konuyla ilgilenen bir gazeteci olarak şunu fark ediyorum; biz MESAM, MSG, MÜYORBİR gibi müzik meslek birliklerini konuşurken mutlaka siyaset de konuşmak zorunda kalıyoruz. Ya bu birlikler içinde siyaseti de ilgilendiren bir tartışma oluyor yahut zaten siyaset gelip bu birliklere müdahale ediyor. Neden böyle?

MÜYAP açısından konuşayım, biz MÜYAP’ı her zaman politik angajmanların dışında tutmaya çalışıyoruz ki yönetimimizde birçok politik görüşten insan vardır. Bizde hep tek listeyle seçime girilir. Hiçbir zaman için politik bir taraf MÜYAP’ta olmaz çünkü benim düşüncem şudur, politika yapacaksanız politika yapabileceğiniz yerde yapın. Bir sendikada, bir siyasi partide yapabilirsiniz. Sektör örgütleri, politikanın yapılacağı yerler değildir. Sanatçı olarak fikrinizi ifade edersiniz, ben Bülent Forta olarak bir yere siyasi demeç veririm ama bunu MÜYAP adına ve MÜYAP üzerinden yapmayı doğru bulmam.

Meslek birlikleri neden politize oluyor peki? Öyle bir kutuplaşma yaşanıyor ki Türkiye’de, sadece müzik meslek birlikleri değil, köy dernekleri bile politize oluyor. Bir de sanatçılar, toplumda bilinen, önemli figürler olunca, bütün projeksiyonlar ister istemez buralarda. Her yer ve her şey politize olduğu için, insanlar kendi işlerini yapmaktan çok politikayla uğraşıyor. Müzik meslek birlikleri bu konuda çok politize oldular, özellikle MESAM odaklı çok fazla tartışma… Oysa bu meslek birlikleri politika yapacaklarına kendi politikalarını üretseler, bir sanat politikası, bir telif politikası konularında bir faaliyet gösterebilseler çok daha doğru olacak. Yapılacak devasa işler var, pandemi ortaya koydu işte. Bizler sıfır örgütlüymüşüz bu sektörde.

Devletin de yanlış adımları oldu; göbeğini kendisi kesebilecek olgunluktaki yerlere kayyum atamak vesaire, gereksiz işlerdi. Ben, “politika yapılmaz” diyecek biri değilim tahmin edersiniz ama bu meslek birliklerinin başka anlamları, işlevleri olduğunu görmek lazım. Bir yandan da devletin denetiminde kurumlar bunlar, sivil toplum örgütleri değiller.

Yeri gelmişken, pandemi döneminde müzik meslek birliklerine sanatçılardan gelen eleştirilere de değinelim isterseniz. Buralara üye olan kimi müzik emekçileri, pandemi döneminde haklarının yeterince savunulmadığını iddia etti. Diğer yandan bu kurumların temsilcileri de, “Bizler sendika değiliz, teliflerin sağlıklı toplanmasını, dağıtılmasını sağlamaya çalışan birlikleriz” diye yanıt verdi bu eleştirilere. Müzik meslek birliklerinin böyle bir sorumluluğu var mıydı? Kim haklı bu tartışmada?

Bence müzik meslek birliklerinin sorumluluğu değil bu, bir rolü olabilir burada bu birliklerin ama hepsi bu. Bir; müzik meslek birlikleri çok ciddi mevzuatla sınırlı yerlerdir. Bakanlık diyor ki, “Kasandaki parayı şu koşullarla şu şekilde kullanabilirsin”. Kasandaki paradan müzisyenlerin hepsine para dağıtmaya kalkamazsın örneğin. Toplanan para bireysel toplanır, yani Sezen Aksu’nun parasını toplarsın, Ajda Pekkan’ın parasını toplarsın, ya da MÜYAP’ta örneğin Ada Müzik’in, Doğan Müzik’in parası toplanır. Kasaya gelmiş parayı dağıtımı ölçerek bu isimlere dağıtmak zorundasın. Kolektif yardım diye bu kasadan yardım yapamazsın, bu yasaya aykırı ve suç. Biri çıkıp benim paramı, benim rızam dışında yardım için kimseye dağıtamaz.

Müzik meslek birlikleri şunu yapabilirdi, bir fon oluşmasıyla ilgili bir çalışma yürütebilirdi. Dünyada bunun örnekleri var. Bu yardım fonuna devlet katılırdı, müzik meslek birlikleri katılırdı, çeşitli bağışlardan oluşurdu. Özel kopyalama harçlarından toplanan paranın bir kısmının sosyal amaçlarla kenara ayrıldığı modeller de var yine dünyada. Bunun için çalışmalar yürütebilir bu birlikler.

İkinci olarak, telife angaje olmuş kurumlar oldukları için, bu destek ve yardım kuruluşlarının bilinci, birikimi de yok bizim müzik meslek birliklerinde. Kime, nasıl, ne kadar yardım yapılacağı bile çözülemiyor.

Sonuç olarak pandemi şunu gösterdi, müzik sektörü çok örgütsüz bir toplulukmuş, çok bireysel bir toplulukmuş. Bunun en büyük sorumlusu da müzisyenler. Müzisyenlerin kendi kurdukları böyle yapı ya da yapılar yok. Bazı müzisyenler, piyasa bazlı çalışan bu telif birliklerini bir tür sosyal yardım birliği gibi görüyor. Oysa siz piyasada ne kadar karşılık buluyorsanız onu toplayıp size vermekle yükümlü aracı kurumlar bunlar. Bu çok iyi anlatılamadı müzisyenlere.

Sorunların çoğu, sektörün çok kayıt dışı olmasından doğuyor. Siz ne dersiniz?

Tabii ki. Çok kayıt dışı bir sektör, dolayısıyla sendikal örgütlenme gibi örgütlenmelerden de çok insan kaçınıyor. Oysa sektörün kayıt altına alınması, yapımcılar dâhil herkesin işine gelecek. Yapımcı, kayıt dışı olarak 100 lira vermektense sendikalı olan müzisyene 150 lira vermeyi tercih eder.

Ayrıca sanatçının statüsü problemi var Türkiye’de. Sanatçı yurtdışına gidecek, vize başvuru yapıyor, ne olduğunu, kim olduğunu kanıtlayamıyor. Çünkü sigortası yok, mülkiyeti yok, elinde CD ile vize başvuru yapıyor. Bir statüsü olması gerekiyor sanatçının.

Dahası, dijitalleşmenin getirdiği kendinizi ifade etme kanalları ne kadar açık? Bir tekelleşme olabilir, bunu düşünen yok. Kültürel ifadelerin çeşitliliği nasıl dile gelebilir? Bu konuda biz UNSECO’da bir çalışma başlattık örneğin, imzaladı da bunu Türkiye, bir sanatçı da dönüp “Nedir bu kültürel ifadelerin çeşitliliği?” diye sormadı bakın. Biz patronuz kardeşim, biz sanatçı değiliz, bunu asıl sanatçının gündeme alması, bunu çalışması, konuşması gerekiyor.

Sanatçının kendisi ve içinde yaşadığı toplum, ülke için konuşması gibi konulara gelmişken, son dönemde yaşananlara da değinelim istiyorum. Tarkan, Fazıl Say ve daha birçok ismi, gündeme dair yorum yaptıkları için eleştirenler, onlara saldıranlar oldu. Sezen Aksu’nun şarkı sözü nedeniyle başına gelenler malum. Siz hem politik bir figürsünüz, hem de sektörün içindesiniz; bu saldırıları gördüğünüzde ne düşünüyorsunuz?

Sanatçı politikayla ilgilenir ve ilgilenmelidir de bence. Hakikaten sanatçıdır, politikayla ilgili düşünceleri vardır, ifade eder. Bu sözünü ettiğiniz insanların birer politik düşüncesi olması ve bunları ifade etmeleri, hem fikir özgürlüğü açısından hem sanatçının çağının tanığı olması açısından önemli şeyler. Ben, bunlarla ilgisi olmayan müzik meslek birlikleri üzerinden siyaset yapılmasına itiraz ederim yalnızca. Yoksa, müzisyenler çıkarlar, toplumsal konularda fikir beyan ederler, çok doğal ve doğru. Kimi çevre konusunda, kim kadınlar konusunda, kimi cinsel yönelimler konusunda, kimi ezilenler üzerinden tepkisini, görüşünü ortaya koyar. Bu son derece demokratik bir haktır.