YAZARLAR

Buika’ya neden bayılıyoruz?

Buika’nın sesiyle gökyüzüne en çok yaklaşmış dağın zirvesine de çıkmak mümkündü, turkuaz suların derinliklerindeki mercan resiflerine dalmak da... Uçlardaydı çünkü sesi ve sözü...

İspanya’nın Akdeniz kıyısındaki Mayorka adasında 11 Mayıs 1972 tarihinde, yani elli yıl kadar önce, Afrika’nın en baskıcı rejimlerinden biri olan Ekvator Ginesi’nden siyasi sürgün olarak kovulan Afrikalı göçmen bir ailenin kızı olarak gözlerini açtı dünyaya.

Yeryüzündeki cennet olarak da adlandırılan ada, Amerikalı milyonerler, İngiliz ve Alman turistler ve meteliğe kurşun atan çingenelerle doluydu.

Babası Juan Balboa, muhalif bir yazar ve siyasetçiydi. Devlet başkanı Teodoro Obiang’ın diktatörlüğüne karşı bayrak açınca, on beş yılı aşkın süre sürgün yaşamına mecbur kaldı. Babasından aldığı en büyük miras, siyasi ve duygusal özgürlüğün anlamı oldu. Daha sonraki yıllarda ise, “duygusal diktatörlüklere karşı” şarkı söylediğini ifade etmişti.

Bir kişinin bir başkası üzerinde “aşk” adına her türlü duygusal dayatmasına sesiyle, soluğuyla, müziğiyle, sözleriyle dimdik karşı çıkıyordu.

Annesinin müthiş bir caz albüm arşivi vardı. Buika’nın çocukluk yıllarında Mayorka sokaklarında ciddi bir uyuşturucu karteli kol gezdiği için, tüm gün çalışmak zorunda olan annesi onu evde tutmanın yolu olarak müzik dinletmeyi bulmuştu. Plaklardan biri pikaba konduğu anda, María Concepción –yani sahne ismiyle Concha Buika- için zaman dururdu.

Çipil çipil badem gözleri, belirgin elmacık kemikleri, ön dişleri arasında uğur getirdiğine inanılan boşluğuyla ve insanı kucaklayan sesiyle, çingene mahallesinin biricik siyah çocuğuydu.

Sinemaya gittiğinde, süpermarket sırasında, okul kütüphanesinde tek siyah öğrenci oydu. Diskoda dans ederken de... Herkesin gözü üzerindeydi. Zaman zaman destekleyici, zaman zaman iğneleyici olarak...

Adadaki tek Afrika kökenli aile olmanın verdiği his bir yandan, Ekvator Ginesi’ndeki akrabalarının onu İspanya’da doğduğu için gerçek bir Gineli olarak görmemesi bir yandan, tüm çocukluğu arafta geçti. Kimlik arayışının travmatik bir hal almasını ise, müzikle olan etkileşimi engellemiş oldu.

Sosyal çevrenin kişinin karakterini etkilemesi gibi, bu ortam da onun müzikalitesini şekillendirdi ve mahallesindeki çingenelerden Flamenko öğrenmeye başladı. Öyle ki, Afrika’da doğmuş olsaydı sesinin tamamen farklı olacağını, çünkü özgürlüğü tadamayacağı için sesinin de bir mahkûmun sesine benzeyeceğini söyleyecekti daha sonraki yıllarda...

Ancak mahallesindeki çingeneler ona kucak açsa da, kilisede “istenmeyen çocuk” ilan edilmişti çünkü ne zaman koroda şarkı söylemek istese sesinin köpek sesini andırdığı söylenip dışlanıyordu. 

Tanımlanması çok zor olan o yoğun sesinin belirleyici özelliği, içinde yoğun bir özgürlük hissi barındırmasıydı. Flamenko da söylese, blues da söylese, izleyicilerle sohbet de etse o özgürlüğün havada uçuşan tanecikleri mutlaka gelir sizi bulurdu.

Genç kızlık yıllarında, Mayorka’da ve Avrupa’nın “parti adası” olan komşu İbiza’da kulüplerde söylemeye başladı. Onu Nina Simone’la, Billie Holiday’le, Cesaria Evora ve hatta Edith Piaf ile kıyaslayanlar vardı.

Ancak ben ve birçok hayranına soracak olursanız Buika gibi şarkı söyleyen başka biri yok. Cesaria Evora ile ortak bir özelliği ise, ikisinin de sahnede çıplak ayaklı diva olmalarıydı belki de...

Buika, kendi teknesinin kaptanıydı ve her konserinde, her albümünde ve her turnesinde yepyeni sulara doğru yol alıyordu. Yolunu şaşırmaktan çekinmeden, seyircisiyle bir buçuk saatlik konserde tek vücut olarak. 

Daha sonra şansını Las Vegas’ta denemeye karar verdi. Oradaki casinolarda Tina Turner taklidi yaparak şarkı söylerken aslında bir yandan da kendi sesini buldu. Grammy’den İspanyol Müzik Ödülleri’ne, Almanya’da Müzik Eleştirmenleri Ödülü ve daha nicesinin sahibi oldu.

Çünkü O, güzel albümüne atfen, Ateşin Kızı (Nina de Fuego) idi. Mayorka sahillerinin kızgın çakıllarının üzerine uzanmış, Puig Major’un yamaçlarındaki dağ kekiklerinin kokusunu içine çekiyor, ufuk çizgisine paralel geçen nazlı bir teknenin sudaki yansımasından şekiller yaratıyordu onu dinleyenler...

Buika’nın sesiyle gökyüzüne en çok yaklaşmış dağın zirvesine de çıkmak mümkündü, turkuaz suların derinliklerindeki mercan resiflerine dalmak da... Uçlardaydı çünkü sesi ve sözü...

ABD’den Latin Amerika’ya, Balkanlar’a, Türkiye’ye dek dünyanın her bir noktasında, beraberinde kâh gitar, bas gitar, trombon ve perküsyondan oluşan küçük bir ekibiyle, gerektiğinde de büyük bir orkestrayla sahneye çıktı.

2000’lerin başından beri çıkardığı albümlerdeki şarkılarında, yalnızlıkla, ihanetle, yanlış adama veya kadına aşık olmanın trajik sonuçlarıyla ilgilendi. Londra’da drama dersleri almaya gittiği dönemde bir konserde tanıştığı Latin Grammy ödüllü flamenkocu Javier Limon’la, Kübalı piyanist Chucho Valdes’le albüm çıkardı ve Santana ile düet yaptı.

Sesiyle ağladı, sesiyle güldü, sesiyle çığlık attı, sesiyle isyan etti: 

Canımı nasıl yaktın anlayamıyorum,

Bana verdiğin bunca sevgiden sonra…

Olur da geri dönersen, sana eski türküler söylemeyi düşündüm

aşk ve acıları anlatanlardan...

Geri döndüğün zaman güzelim,

seni öpücüklere boğacağım.

Ve yüksek yerlere uçacağız

bulutların yavaş ilerlediği”.

Sonra yalnızlığa seslendi:

Yalnızlık

Şimdi geri gel

Şarkılarınla sonsuza kadar silmek için

Güneşimi bulanıklaştıran pusu...”

2012 yılında yitirdiğimiz Meksikalı şarkıcı Chavela Vargas’la El ultima trago’yu seslendirdi. Vargas’la birebir çalışmalarında ise, öz farkındalığında yeni bir kapı aralandı çünkü kadınların herhangi bir dış müdahale olmaksızın bir şey yaratmak için yalnızlığa ihtiyaçları olduğunu öğrendi.

O zamana kadar iliklerine dek yalnızlıktan korkan o dev şarkıcı gitti, yerine yalnızlığında kendisini işiten, kendisine kulak veren “Buika 2.0” geldi.

Büyük şair-düşün insanı Oruç Aruoba, şöyle der: “Yaşamın, sana, bilmediğin anlamadığın bir dilde; yabancı, tanımadığın bir üslupta, şarkı söyleyen biri gibi gelecek. Söylenen şarkı seninle ilgiliymiş, senden söz ediyormuş, sana söyleniyormuş gibi bir duygu duyacaksın hep. Ama hep de, bilmediğin, anlayamadığın bir dilde, sana yabancı, tanımadığın bir üslupta olacak duyduğun...”

Ne ilginçtir ki, Buika’nın Spotify’de en çok dinleyiciye sahip olduğu ilk şehir İstanbul (aylık 33 bin), dördüncüsü ise İzmir (aylık 11 bin). Ne de olsa, Buika’nın ifadeleriyle “sizi seven insanlara, kendinizi iyi hissettiğiniz yerlere aitsiniz son kertede”. Buika da birçok açıdan Türkiyeli dinleyicilerinin bir parçası olmuş durumda.

Buika’nın tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bu kadar seveni olması, çoğumuz açısından anlamadığımız bir dilde, aşina olmadığımız bir üslupta söylenen bu yoğun şarkıların aslında bizim için yazılmışçasına bir duygulanım yaratması, birçok şarkısının bazen gün içinde ansızın beynimizde çalmaya başlaması ve kendimizi bilmediğimiz bir dildeki cümleleri mırıldanır halde bulmamız belki de bu yüzden...

Buika’ya bayılıyoruz, çünkü onu dinleyince içimizdeki rutubetli yalnızlıklar azalıyor, tavan arasına kaldırdığımız sorgulamalarımız çözümleniyor, sadece müzikle değil sözle ve “Buika öğütleriyle” yenileniyoruz, çoğalıyoruz.

Buika, sahnede güçlü duruşu, çıplak ayaklarıyla uyumlu çıplak sesi, ama bir yandan da tüm duygularını ve fikirlerini ortaya döküp ruhen de çırılçıplak kalışı, şarkı aralarında felsefi yorumları, belki o gün yaşadığımız duygusal bir çöküntü veya mutluluğu sanki hissetmişçesine bizlere akıl veren sözleri ile hem yabancı, hem de tamamen bizden birisi...

Sesiyle tüm evrenin hüznünü de umudunu da kucaklayabilen bir ozan adeta... Hayatta her şey insan için, iyisiyle kötüsüyle hüznüyle acısıyla hayal kırıklığıyla tüm deneyimler insanı güçlendiriyor, şekillendiriyor, esneyen bambular gibi dirençli kılıyor.

Çünkü şarkı söylemenin üç amacı var: insanların birbirlerini anlamasını, birbirlerini hissetmesini ve özgürleşmelerini sağlamak...

Geçtiğimiz günlerde, Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda Buika’nın performansını izlerken salona hafifçe göz gezdirdim. Buika’yı son 10 yıldır sahnede üçüncü izleyişimdi. Birbirinden görünüşte çok farklı bir insan seliyle karşılaştım. Ancak hepsi Buika’nın sesi ve görüntüsünde kendi hikayeleriyle yüz yüze kalmak için gelmişlerdi.

Buika’yı dinlemek, neredeyse bir psikolog koltuğunda kendini çözümlemekti. Buika şarkısıyla, sahnede dinleyicisiyle dertleşmesiyle, zaman zaman bir çığlık atarak bizim de içimizde hapsettiğimiz duygu kırıntılarını dışarı dökmemiz gerektiğini anımsatarak aslında dinleyende bir ateş yakarken başka ateşleri söndürüyor.

“Kalple beyin aynı anda çalışmalı, yoksa işiniz zor” diyerek bizi ti’ye alıyor; sahnenin orta yerinde sırf canı istedi diye yüksek perdeden bir “Flamenko” çığlığı attıktan sonra “siz de deli gibi bağıran bir kadın için o kadar konser bileti ödediniz” diyebiliyor. “Delikanlılık çağına gelmiş oğlumun karşısında küçücük kalıyorum. Annelik çok tuhaf bir şey” diyerek içini açıyor, dertleşiyor.

Sözlerini bilmediğiniz bir şarkıda, tıpkı İncir Ağacısın’ı (Dar Hejiroke) dinleyen Meltem Cumbul’un sözlerini anlamasa da gözyaşlarına boğulduğu Gönül Yarası filminin o ünlü sahnesinde olduğu gibi, gözyaşlarımıza engel olamazken, bir başka şarkıda özgürce dans eden sağ ayağımız tempo tutmaktan bitap düşebiliyor.

Buika, o çok özlem duyduğumuz özgürlük duygusunu tattırıyor bize müziğiyle. Geleneksel muhafazakâr kalıpların, yaşam modellerinin ve tercihlerin kısıtlayıcılığı karşısında, “haydi sen de haykır ve özgürleş” diyor. “Çıkar şu ayakkabılarını ayağından, yalın ayak hisset toprağı, özgür bir nefes al.”

Haydi yeni bir şarkı söyle bize Buika. İçinde İstanbul’un mis gibi kokan Boğaz’ı, İzmir’in Kordon’un serinletici meltemi, insanımızın umutları, düşleri, özlemleri, itirazları ve çırpınışları olsun. Hem şarkı dediğin özü değil midir yaşamanın?

Yeter ki iklimden iklime geçerken o anıtsal sesinle, bahar dallarının, toprağın altından fışkıran tohumların, uçsuz bucaksız okyanusların hatırına sen bize hep yalın ayaklı yalın şarkılar söyle.

Sen yeter ki o sahnede hep bizimle konuş, dertleş ve dilimizin ucundaki şarkıları söyle... Biz de Mayorka incisinden yapılmış birer kolye misali dağılan parçalarımızı toplayalım şarkı sözlerinin arasından...


Menekşe Tokyay Kimdir?

Uluslararası ilişkiler alanında Galatasaray Üniversitesi'nde lisans, Avrupa Birliği bölgesel politikaları alanında Belçika Katolik Louvain Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan ve Avrupa Birliği siyaseti alanında Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü'nden doktora derecesi olan Tokyay, 2010 yılından beri ulusal ve uluslararası haber ajansları için röportaj ve analizler yaptı. Uzmanlık alanları arasında AB siyaseti, Orta Doğu, çocuk hakları ve sosyal politikalar yer almaktadır. Kendisi Fransızca ve İngilizceden birçok kitabı Türkçeye kazandırdı. Aynı zamanda aylık klasik müzik dergisi Andante’de köşe yazarı olan Tokyay, bir yandan da sanat alanında önde gelen isimlerle ve müzik alanında üstün yetenekli çocuk ve gençlerle ses getiren söyleşi dizileri gerçekleştirdi.