YAZARLAR

Bu sefer de Macaristan olmayacağız

İnsanlar genellikle sırf tepeleri attığı için gidip yönetimleri devirmiyorlar. Evet, böyle isyanlar olur. Ama sahici siyasî-toplumsal dönüşümlere yol açıp açmayacaklarının garantisi yok. Ne zamanki devirici gücü kurucu güce dönüştürebilecek bir siyasî program ve liderlik mekanizması gidişata ağırlığını koyar, o zaman sahici değişiklikler meydana gelir.

Çok heceli, slogan halinde söylenmesi zor. Oysa İran öyle miydi? “Tür-ki-ye İii-ran ol-ma-yaa-cak!” diye bir çırpıda dökülüveriyordu ağızlardan. Yürüyüş temposuna da uyarlanabiliyor, pat-pat-pat-pat pat-pat-pat ritmiyle ayak sesleri söylenene ayrı hava veriyor, yedi vuruşluk bu ölçü, tek boş ayak vuruşuyla sekize tamamlanıyor, her şey dört dörtlük oluyordu. Sadece ritm bölümü açısından değil, armoni kısmında da sorun var. Pat-pat diye ayak vurarak söylemeye çalışın da görün; olmuyor. Türkiye Macaristan olmayabilir, lâkin bu İran olmayışımızdan farklı şartlarda gerçekleşecek.

Şöyle bir ufak mesele var: Eğer “Macaristan olmak”, yasa-hukuk tanımam demekse, kuvvetler ayrılığı değil kimlik ayrışması isterim, toplumun yarısını düşman ilan edip, en sesi çıkar, ele gelir olanlarını hapse atarım demekse, hele sivil toplum gibi bir bünyenin buyruklarımdan bağımsız yaşam sürdürmesini sağlamaya kalkanları kahrederim demekse, haksızlığı, güçlünün zayıfı ezmesini, devlete tapmacılığı mutlak hakim kılarım demekse, düzen içi muhalefeti milliyetçilik, ırkçılık ve başka ortak musibetlerimizden, ortak tarih yalanlarımızdan yakalarım demekse, zaten bizim Macaristan olmamız ihtimali sıfır. Zira, maalesef evrim teorisi gibi bazı fizik yasaları da doğru ve bunlar uyarınca dünyada hiçbir şeyin bulunduğu yere gitmesi mümkün değil. Güncel belirsizlik teorileri belki bunu da mümkün kılan yaklaşımlara kapı açıyordur, fakat şahsen ikna olmam: hiçbir şey bulunduğu yere gidemez. Dolayısıyla Tür-ki-ye M’-ca-rist’n ol-ma-yaaa-cak!

Öyle mi acaba? Köşeyazarınız yeryüzünün bütün gizemleri ve insanlık tarihinin gelmiş geçmiş bilumum hadiseleri üzerine olduğu gibi, bugün adını ilk defa duyduğu yerlerde olup bitenler hakkında da ahkâm kesme hakkı ve yetkisi tanınmış köşeyazarı olduğundan, üstüne her şeyden haberdar gazeteci edâsı da katarak, hepinizi şaşırtacak adımı atabilir. Ters yöne. Yani yukarıda dediğinin aksini iddia edebilir: Türkiye Macaristan o-la-biii-lir!

Ne bakımdan olmazı anlattım; peki ne bakımdan olabilir? İki bakımdan. Muhale… evet, söyleyin, muhale…, muhale… ne? Evet, muhale-feeet! Öbürü de se…, se… se… ne? Se-çiiim. İsterseniz buna Fetçim Sendromu diyelim. İngilizce sitesinde Fetchim diye yazarız.

Macaristan konusunda bilgili, tecrübeli, hattâ orada yaşamış meslektaşlarımız var. Oranın toplum yapısı ve siyaseti hakkında bilgililer, önyargısızlar, toplumsal ilgi ile gazeteci mesafesini bir arada koruyarak bizi aydınlatıyorlar. Victor Orban zararlısının, Avrupa’da iyi kötü yerleşmiş olduğu varsayılan ne kadar demokratik değer varsa hepsini çiğneye çiğneye dördüncü defa, üstelik açık farkla seçim kazanmasının siyasî-sosyolojik nedenlerini onlar açıklayacaklardır. Bendeniz, hernekadar köşeyazarı sıfatım nedeniyle istesem Budapeşte’nin kanalizasyon sistemi hakkında bile söz söyleme yetkisine sahipsem de, köşeyazarının karakter özellikleri arasında yeralmasa da alçakgönüllülük gösterecek ve Macaristan’daki demokrasi bozgununun evrensel uzantılı, bizi de yakından ilgilendiren bir nedeni üzerinde durmakla yetineceğim: Siyasetsizlik.

Macaristan’da olan biten canlı örnekle inandırıcı şekilde gündeme getirmemizi sağladığı için oradan hareketle konuşuyoruz, ama Türkiye siyasetinin temel açmazları bu Orta Avrupa ülkesinde sandıklara atılan oylarla ortaya çıkmadı.

İlkin, işte, herkes -haklı olarak- yazıp çiziyor: Orban karşıtlığı yetmedi, diye. Yetmez. İnsanlar genellikle sırf tepeleri attığı için gidip yönetimleri devirmiyorlar. Evet, böyle isyanlar olur. Ama sahici siyasî-toplumsal dönüşümlere yol açıp açmayacaklarının garantisi yok. Ne zamanki devirici gücü kurucu güce dönüştürebilecek bir siyasî program ve liderlik mekanizması gidişata ağırlığını koyar, o zaman sahici değişiklikler meydana gelir. Programdan kasıt, gösterişli salonlarda sunumlarla takdim edilen, şık dosyalarla basına dağıtılan metinler değil, sıradan seçmenin neden muhalefete oy verirse hayatının daha iyi olacağını anlamasına hizmet edecek somut vaatlerin ortaya konması, elle tutulur, akılda kalıcı hedeflere dönüştürülmesi. Türkiye gibi, siyasî davranışların siyaset dışı birçok etken tarafından yamultulduğu, şekilsizleştirildiği, boyandığı ülkede, somut hedefler de yetmiyor, bunu biliyoruz. Yetecek olan, bir hevesin uyandırılmasıdır.

Peki bizim altılı yuvarlak masa ekibi kimde nasıl bir heves uyandırıyor? 

ALTILI YUVARLAK MASA TURU

Öncelikle şunu kabul etmek gerekir ki, bu altılı muhalefet grubunun oluşması bir siyasî başarıdır. Türkiye’de yaşıyoruz, siyasetçi karakterini tanıyoruz; parti denen müesseseyi biliyoruz: kısmen memleket meselelerinin bir çırpıda çözüldüğü kahvehane, kısmen bu işin kumar oynanırken yapıldığı hemşehri derneği, kısmen ihale takip bürosu, azıcık şehir kulübü, daha çok, başka türlü sıradan kalacak insanları mühimadam-mühimkadın konumuna yükseltme platformu, büyükşehirlerin merkezî yerlerindeki hangi kıymetli arazilerin kimlere dağıtılacağının, kimler için nerelere hangi yüksek binaların yapılacağının, küçük şehirlerin çarşılarında hangi beyaz eşyacının önce ikinci dükkânı, sonra ufağından başlayarak AVM açacağının tayin edildiği teşkilatlardır. Memleketin şu özel döneminde, eski iktidar mensuplarının, hoşnutsuzlar hareketi niteliğini aşamamış ve yukarıda sayılanlardan çok hakikaten siyasî meselelerle uğraştıkları görülen iki partisi, ortamı çeşitlendiriyor. Son yıllarda DSPK’ya (Devlet Siyasî Partiler Kurumu) bağlı MİGM’deki (Muhalefet İşleri Genel Müdürlüğü) faaliyetini seyrelten ve siyasî parti olmaya yönelen CHP ve paramiliter kuvvetlerin siyasî şemsiyesinden hangi gerekçeyle, ne yapmak için ayrıldığı hâlâ anlaşılamamış Kayı Boyu partisi İYİP, altılı grubun sürükleyicileri. Saadet Partisi (SP), DAİŞ ve AKP dünyasında temiz kalmaya çalışan birilerinin partisi, ama dünyayı anlamaya tahammülleri ne kadar, ara sıra herkesi şüpheye düşürüyorlar. Bir de onlara eklenmiş Demokrat Parti var. Yüzde bir oyu olup olmadığı şüpheli; anketlerde genellikle sıfır virgül bir şey çıkıyor.

Seçim hesap işi. Oylar (inşallah dürüstçe) sayılacak, kim ne kadar almışsa ona göre sonuçlar doğacak. DP’nin oyunu artırması için sebep yok. Ne yapacak da -bayıldığım tâbirle- seçmenin teveccühünü kazanacak? SP’nin aldığı oyu yükseltme şansı DP’ye göre biraz daha fazla olabilir. Zira her şeye rağmen İslâm adına işlenen bunca günahtan rahatsız olan, fakat dinsize oy vermeyi de içine sindiremeyen birileri vardır bir yerlerde ve belki de hepsinin arazi-dükkân-inşaat işi yoktur, hepsinin kızları oğulları torpille birtakım işlere konmamıştır… Yine de SP yüzde bir buçuğunu kaça yükseltmeyi umabilir? Seçim sonucunu altüst edecek bir değişim beklenemez buradan. İşin aslı, DP ve SP’nin -eleştiri dışında- siyasî girişimlerle vaziyeti değiştirmeleri zor.

Gelelim eski iktidar mensuplarının partilerine. Deva Partisi daha bir derli toplu gözüküyor, Ahmet Davutoğlu’nun partisi, işte, Davutoğlu’nun partisi. Bu iki partinin aslî siyasî mesajıyla ilgili bir temel pürüz var. Hangi akla hizmet böyle davrandıklarını düşünürken, Gelecek Partisi (GP) cephesindeki durumu daha kolay izah edebildiğimi sanıyorum. GP, şu varsayım üzerine bina edilmiş bir yapı: Ahmet Davutoğlu bir büyük zamâne düşünürü, doktrin sahibi bir âlimdir ve onun orada olması iktidara talip olmak için yeterlidir. Oysa bu zat, hiçbir zaman gerçekleşemeyecek bir Türk-İslâm imparatorluğundan başka şey içermeyen teorisiyle, dindar MHP’liden ne farkı olduğu zor anlaşılır -Hitler hayranlığı da içeren-  milliyetçiliğiyle, topluma ferah gelecek proje sunması beklenebilecek lider değil.

Temel pürüz dediğim şeye geleyim. Onun yanında, Davutoğlu’nun kendi etrafında kurulu hayal dünyasının yarattığı sakınca tâlî kalıyor. Güncel muhalefetin birleşik gücü bakımından kendisinin arz ettiği tehlike daha somut, daha büyük: Ahmet Davutoğlu, iktidar saflarındaki mesaisini kendine referans yapmaya çalışıyor! Oysa tam da bu sebeple kendisine -belki fantastik öykülere düşkün olduklarından- inanmış sınırlı kitle dışında kimseye seslenmesi mümkün değil. Oyu yüzde üç buçuk gibi gözüküyor ki, bu şartlarda büyük başarı. “Özeleştiri” gibi bir gereklilik Davutoğlu’nun aklından bile geçmedi. Oysa, muhalefet blokuna katılma kararından da önce, yolunu ayırıp parti kurmaya karar verdiği sırada samimi özeleştiriyle toplumun karşısına çıksa, özellikle kurt işaretli fotoğraflar paylaşarak duvarlara alçaltıcı sloganlar yazan üniformalıları Güneydoğu’yu yakıp yıkmaya göndermiş biri olarak, -özür demeyelim, pişmanlık demeyelim, çünkü Türk özür dilemez, pişmanlık duymaz- belki gelişmeleri kontrol edemediğini falan söyleyip üzüldüğünü belli etse, samimi Müslümanlara ihanet sayılabilecek iktidar uygulamalarına katılmış olmaktan ötürü tövbesini dile getirse, yaratacağı izlenim farklı olabilirdi.

Benzer durum -temel pürüz- Ali Babacan için de geçerli. “Biz zamanında işleri tıkır tıkır yürütüyorduk, bozdular” muhabbetiyle kimden hangi yakınlaşmayı görecek? Sadece AKP’lilere sesleniyor bu seçimiyle. Peki onlar partilerinden iyice yaka silkip ona mı koşacaklar? Niye ona koşsunlar, İYİP’e koşarlar. Babacan da mutlaka biliyordur veya bilmiyorsa acı ders alarak öğrenecektir ki, o ahali, kendisine yakın bulduklarından kim güçlüyse ona koşar. Kim iktidar imkânları, ayrıcalık, avantaj, fırsat vs. getirecekse ona koşar. Bugün o cenahtan bu imkânlara yakın görünen tek parti, İYİP.

O halde gelelim ona. İYİP nedir? Faşist midir? Öyleyse MHP’den ayrılışı sadece bireysel mevki-makam çekişmeleri yüzünden midir? Yoksa bu aman vermez, yumuşamaz düşmanlık siyasetiyle Türkiye’nin refahının, huzurunun, saygınlığının nasıl engellendiğini fark etmiş, devletin kirli işleri için eleman sağlamayı artık uygun meslek olarak görmeyen, görece aklı başında ve hoşgörülü siyasetçiler mi bu partide bir araya gelmişlerdir? Siyaseten görebildiğimiz, Meral Akşener’in HDP’lilere açıktan hakaret etmeyi gündelik siyaset aracı yapmayışı. Tabiî arada -eski alışkanlık- ağzından kaçırdıklarını görmezden gelirsek.

Seçim-hesap mevzuları açısından bizi ilgilendiren husussa şu: İYİP, oy dengesini bir hamlede, kesin ve yeterli ölçüde değiştirebilecek yegâne parti olan HDP ile yanyana görünmemeyi hakkı ve ödevi sayıyor. Herkesin bildiği mevzu, uzatmayayım. Şu soruyu İYİP’lilere sabah akşam sormalı değil miyiz: HDP de katılırsa bu iş bitiyor, üstelik toplumun en büyük meselesinin çözümüne kapı açılabilir - istemediğiniz tam olarak nedir? Eğer muhalefet seçim kazandığında nasıl bir ülkede yaşayacağımızı tartışıyorsak da -ki, seçim kazanmanın ön şartı bu konuda hiç mi hiç varolmayan açıklık- şunu sormalı değil miyiz: İYİP’in parçası olacağı müstakbel iktidar Kürtlerin barışçı-demokratik siyasî çizgisine karşı bugüne kadarki ezici, baskıcı tavrı mı devam ettirecek?

Ve tabiî bu noktada ister istemez, CHP’lilerin “Kılıçdaroğlu modeli” adıyla sunmaktan hoşlandıkları şeyin içeriğine dair merakımız depreşiyor. Bize ne vaat ediliyor?

Burada kesiyorum. Köşeyazısı âdâbı gereği, Macaristan’a bağlayarak bitirmem lazım. Onunla başladık ya. Haydi bağlamayayım, bu da böyle dağınık kalsın.