YAZARLAR

Bolahenkli Kadınlar’ın Can Sıkıntısıyla Mücadele Örgütü

Bolahenkli Kadınlar’ın örgütü anarşik bir yapıydı. Can sıkıntısıyla mücadele çevresinde, neşenin peşinde örgütlenmişlerdi. Neşenin hafifletici, katı olanı buharlaştırıcı etkisi otonomilerini koruyordu. Hiyerarşi de, bürokrasi de erkek işiydi ve neşenin düşmanıydı. Bolahenkli Kadınlar ne eğitim, ne meslek kariyeri, ne ün, hiçbirinin eşitliklerine gölge düşürmesine izin vermezdi.

Bolahenkli Kadınlar’ın Can Sıkıntısıyla Mücadele Örgütü’nün bir üyesi daha öldü. Kahkahaları 1980’lerde birer birer susmaya başlamıştı. Bazıları ‘şartlar öyle gerektirdiği için’ şehrin uzak semtlerinden birine ya da bir başka kente taşınmıştı. Aynı yıllarda bir sebepten ölüp toprağa katılanlar da oldu aralarından. Şimdi ne zaman yolum Bolahenk  sokağa düşse, 60’lı, 70’li yıllarda onların sabun köpüğü sohbet baloncuklarıyla delik deşik ettikleri dev ‘ortasınıf can sıkıntısı topu’nu, tamir olmuş, yama yapılmış, mahalle hayatlarına özgü bir yaşama sevinci ve direncinden ne kalmışsa ezer durumda bulurum.

İçlerinden biri de annem olan Bolahenkli Kadınlar, dünyada can sıkıntısı namına ne varsa, müsebbibinin erkekler olduğu konusunda hemfikir, aile düzeninin ise şeffaf can sıkıntısı toplarının mümbit tarlası olduğunu keşfetmiş, kendilerine dayatılmış gündelik hayata alternatif bir karşı-programa göre yaşayan, eli işte gözü oynaşta, depresyon ve nevrasteni tedavisinin, orta sınıf ahlakından arındırılmış kapalı devre bir dilde durmadan konuşmakta olduğunu görmüş, adaba sırtını dönmüş bir ezoteri ile menopozu bile geciktirmekte ustalaşmış, aralarına erkekler ya da çocuklar karıştığında dahi birbirlerine şifreli mesajlar göndermeye kabil, militanlaşmış ev kadınlarıydı.

Bolahenk Sokağı

Bolahenk, İstanbul’da Taksim ile Fındıklı arasına sıkışmış, Taksim Meydanı’ndaysanız Kazancı Yokuşu, Gümüssuyu’daysınız Selime Hatun Camii Yokuşu’ndan inilen, Fındıklı’daysanız ise Meclisimebusan Yokuşu’ndan çıkılan, 70’lerde hâlâ apartmanlar ile ahşap eski İstanbul evlerinin bir arada olduğu, sınıf farklarının mahalleli tanışıklığında, komşuluk ilişkilerinde hâlâ eritilebildiği, kozmopolit bir sokaktı. Aynı yerde duruyor elbet o sokak, ama aslına bakarsanız aynı yerde değil artık. Başka bir sosyolojiden, bir başka toplumsal yaşamdan kalmış bir artıktır o artık. Ve artık Bolahenkli Kadınlar’ın çiçek tokalı terlik pabuçlarının topukları tıkırdamıyor arnavut kaldırımlı yokuşlarda. Evli kadınlar birbirlerini jinekoloğa götürürken, çocuklarını birkaç saatliğine translara emanet etmiyor, translar kovuldu, meyhane dönüşü sokak lambasının altında şamataya devam eden aile erkekleri pencerelere çıkan kadınlarca tatlı sert uyarılmıyor, apartmanların bodrum katlarını üçer beşer mesken eylemiş ve T cetvelleriyle projeler çizerek sabahlayan ‘bekârlar’ yani üniversite öğrencileri yeni yetme kızların ve oğlanların dikiz menzilinde yok artık, darbelerde derdest edildiler, o dönemin çocuklarının masumiyet çağı olan 70’ler uzak bir mazi…

BOLAHENK SOKAK'TA GÜN BAŞLIYOR VE DEVAM EDİYOR... 

Şükran, arka pencerenin koluna havluyu asıyor. Yüksel, Nejla, Seyhan, Hatice, Özden, Fikriye, Muzaffer birazdan havluyu görür. İşaret, erkeklerin işe, çocukların okula gittiğine dair. Onlar da havluları astı. Özden ön tarafta balkonda ilk sigarasını yaktı. Diğer kadınları kahvaltıya beklerken ocakta demlenen çaydan bir bardak almış kendine. Rujunu da sürmüş çoktan. İzmaritte ve bardağın kenarında şimdiden izler bırakmaya başladı yani. Kırmızı ruj onun savaş boyası. Başındaki rengârenk tülbent çatkı ise miğferi. Can sıkıntısı, depresyon ve nevrasteniye karşı savaşta. Hemen her ev kadınının olağan dertlerine karşı yani. Fikriye de karşı balkonda emprime eteğini dizlerinin üstüne sıyırmış, tek ayağını balkon pervazına dayamış, sigarasının dumanını Özden’e doğru üflüyor. Akşam yemeğini tencereye şimdiden koymuş, indirmesine bile az kalmış. Özden ne pişirdiğini soruyor. Her sabah ne pişireceğini düşünmek başına ağrılar girmesine sebep oluyor Özden’in. Öyle diyor. Çatkı bundan.

Şükran Tulgar - Yüksel Arı

Rejim yaptıklarını söyleyerek çocukları ve kocalarıyla kahvaltıya oturmayıp mutfaklarında dört dönen Şükran, Özden, Fikriye, Yüksel, Nejla, Seyhan, Hatice birazdan aralarından birinin evinde, bugün Özden’inkinde, şek şakrak bir kahvaltı sofrasına oturacak. Muzaffer de alelacele adliyeye koşmadan önce sofrada yerini alacak. Muzaffer Hanım hem ev kadını hem avukat. En önce o öldü. Kanser. Bolahenkli Kadınlar, Muzaffer’in adı 12 Mart döneminde arananlar listesinde okunduğunda korkmadılar, onun için kaygılandılar. Üzüldüler de, Muzaffer bir süre evinde olmayacaktı çünkü.

Kahvaltıda Beşiktaş Pazarı’na gidilmesi kararı da alındı. O akşam sokaktaki çoğu evde sofraya Şükran’ın tarifi ciğer yahni konulduğunu ailenin diğer fertleri bilmeyecek, burun kıvıran çocuklar azar işitecekti. Şükran sahneden inmiş olmasına rağmen aralarında mutfağı en iyi olandı. Her yıl bir başkasının evinde yenen yeni yıl yemeğinin ağır topu oydu, çatalla mayonez yapar, rus salatasını hazır eder, sardığı incecik yaprak dolmalarını kayık tabaklara dizer, sofrada diğerlerinin çakırkeyf kocalarından çapkın komplimanlar duymasının gastronomik gerekçelerini hazır etmiş olurdu. Sahneden inmesinin üzerinde iki on yıl geçmiş olmasına rağmen güzelliği ve dansçı kariyeri onu hâlâ erkekler karşısında açık hedef haline getiriyordu. Ama Bolahenkli Kadınlar, bunun aralarına nifak sokmasına izin vermeyecek kadar, zihinsel olarak da olsa erkeklerin dünyasından çoktan firar etmiş, evliliği ve onun her türden rutinini eğlenceye vurmuş, alay konusu yapmıştı.

Seyhan Doğuş

Öğle yemeğini Beşiktaş Çarşı’da bir tostçuda yediler, Neşe gazozu içtiler. Onlara da bu yakışırdı. Neşe. Her şeye rağmen. Dert tasa olmuyor muydu? Oluyordu elbet. Nejla’nın kocasının kalbi tekliyordu. Henüz bankada yeterli paraları birikmemişti. Muzaffer’in peşini sicili bırakmıyor, müvekkil bulmakta zorlanıyordu. Fikriye’nin kocasının da işleri iyi gitmiyordu. Dükkânı kapanabilirdi. Fikriye, konken parasını bile zor tırtıklıyordu mutfak masrafından. Dünyada ve ülkede ekonomik kriz vardı. Zaten hep vardı.

Fikriye, kalp krizi geçirdi. Şükran’ı hastaneye çağırdı. Ev anahtarını verdi ve halının altına zulaladığı paraları toplayıp, ona, hastaneye getirmesini söyledi. İki gün sonra taburcu olup eve geldiğinde hepsi ufak olan banknotları tekrar halının altına yaydı. Kalbine dikkat etmesi gerekirdi ama bu ağır işi de yaptı işte. Fikriye, Muzaffer’den sonra ikinci ölen oldu. Birkaç yıl sonra. Halının altındaki banknotlar, o öldüğünde tükenmemişti hâlâ. Çünkü o da diğerleri gibi bazen de kazanırdı konken masasında.

Yürüyerek Kabataş üzerinden evlerine döndüler. Dağılırken o gün konken masasının kimin evinde kurulacağı bir kez daha teyit edildi.

Çocuklar okuldan dönmeden onlar için öğle yemeği hazır edilecek, akşamın yahnisi de özenle pişirilecek, yaşça uygun çocuklar için yeme içme talimatı babında notlar bırakılacak, daha küçük ama okullu olanlar için ise en hızlı, en itirazsız yedirilecek öğün hazırlanacak, çocuk daha son lokmasını çiğnerken kolundan tutulup ev ödevlerini konken masasının dibinde yapacağı o günkü merkez üsse taşınacaktı. Ben her öğlen okuldan döndüğünde evde o talimat notunu ve babaannesini bulandım. Ev yapımı kremşokolaları bitirmemeliydim, akşam da sofraya konulacaktı, bir tane yemeliydim. Sahan köftesinin ise hepsi benimdi.

Özden Piştar

O yıllarda benim bir de akşam görevim vardı ki, hınzır bir keyifle ifa ederdim. Babam eve girdikten sonra ön ya da gününe göre arka pencerelerden birini açar avazım çıktığı kadar anneme seslenirdim. Bağırdığım yöndeki pencerelere, camın ardından ellerindeki iskambil kağıtlarını sallayan ve gülerek parmak işareti ile bir el daha oynayıp dağılacaklarını anlatan, birbirlerinin üstüne abanmış birkaç Bolahenkli Kadın fırlardı. Birbirlerinden güç alırlardı her akşam rutinin dayatmasına karşı.

Bolahenkli Kadınlar, kocalarını birbirleriye dost etmek, hafta içi buluşmalarını kurtarmak ve hafta sonunda da sektirmeden bir araya gelmek için bir de ‘Cumartesi Toplantıları’ icat etmişti. Her cumartesi akşamı birinin evinde ailecek toplanılırdı. Erkekler ağır, kadınlar ise hafif içerdi. Şükran’ın Rita Hayworth parodisinin ve ‘Gilda’ filminden ‘Put the blame on Mame’ şarkısının doruk noktalarından olduğu ve Türk Sanat Müziği ve göbek havaları ile süren toplantının sonunda erkekler bazen küfelik olurdu. Toplantının bitiminde erkekler onlara yaslanıp da yürür, bir de şarkı mırıldanırken, “Ben gamlı hazan”, Bolahenkli Kadınlar’ın kocalarına fazladan bir şefkat gösterdiğine tanık olmadım. Böyle durumlarda her şey evliliğin teknik gereklerinden ibaretti onlar için.

Pazar günleri kocalar maça gider ya da evde pineklerken bizler annelerimizle sinemalara sürüklenir, onların seçtiği filmleri seyrederdik Beyoğlu sinemalarında. Bu da sekmez bir programdı. Film öncesi Pam Pam’dan sosisli börek, film arasında frigo ya da koko da programa dahildi. Şaşmazdı. Keyif ve tatma rutinleri can sıkıntısıyla mücadelenin yöntemlerindendi. Kazancı Yokuşu’ndan sokağa dönerken Bolahenkli Kadınlar’ın film yorumundan çıkıp seks meseleleri üzerine fikir teatisine dönüşen, kıkırdaşmalar da içeren sohbetlerine kulak verir, deşifre etmeye çalışırdım. Seks derslerimi, Bolahenkli Kadınlar’ın film yorumlarına kulak kabartarak aldım, pazar öğle sonralarındaki bu kapalı devre açıklamalı film seanslarından.

Tatil konusunda da Bolahenkli Kadınlar inisiyatifi ele geçirmişlerdi. Marmara Adası, mesken seçilmişti nicedir. Erkekler, birbirleriyle arkadaş edildiği için kolayca yıllık izinlerini aynı ay almaya ikna ediliyordu. Ve Marmara Adası’na giden gemi daha limandan ayrılmadan, Bolahenkli Kadınlar geminin salonundaki bir masada konkene oturuyordu.

70’lerin ikinci yarısında her evde televizyonlar göz kırpmaya başlayana kadar cumartesi toplantıları bir süre ilk televizyon alınan evde her hafta tekrarlanan, ‘telesafirlik’ diye tabir edilen farklı bir kuruma dönüştü. Çünkü ‘telesafirlik’ o yıllarda neredeyse bütün insan haklarının ihlal edildiği, insan hakkı kavramının tedavülde olmadığı bir ülkede bir insan hakkı olarak kabul edilmişti. Kimse davet beklemez, televizyonun açılış müziği başladığında herkes o evin kapısını teklifsizce çalardı. Ama sadece cumartesileri. Televizyon programının olduğu diğer hafta içi günlerin akşamlarında değil. Böylesini daha uygun buluyordu herhalde Bolahenkli Kadınlar, erkeklerle fazla içli dışlı olmaya gelmezdi, militan neşelerine halel gelirdi.

Şükran’a tiyatrocu arkadaşlarından bazen davetiye gelirdi. Ön sırayı toptan isterdi. Aziz Basmacı-Kenan Büke Tiyatrosu’nun temsillerinde dönemin iki ünlü oyuncusundan biri sahneden Şükran’a laf atmak için oyunun metninde değişiklik yaptığında diğer Bolahenkli Kadınlar da gururlanır, arkalarını dönüp diğer seyircilerin yüzüne bakar, kendilerini gösterirlerdi.

Şükran Tulgar

Bolahenkli Kadınlar bir keresinde çantalarını yenilemek için topluca Gutan mağazasına giderken yolda Adile Naşit’i görmüşlerdi. Şükran, tiyatrodan arkadaşı olan Adile Naşit’e seslenip iki eski dost sarmaş dolaş olunca her biri Adile Naşit’le iki laf etmek için sıraya girmişti. O günden sonra Adile Naşit ne zaman televizyona çıksa ondan ön adıyla bahseder olmuşlardı Bolahenkli Kadınlar.

Ama Bolahenkli Kadınlar’ın örgütü anarşik bir yapıydı. Can sıkıntısıyla mücadele çevresinde, neşenin peşinde örgütlenmişlerdi. Neşenin hafifletici, katı olanı buharlaştırıcı etkisi otonomilerini koruyordu. Hiyerarşi de, bürokrasi de erkek işiydi ve neşenin düşmanıydı. Bolahenkli Kadınlar ne eğitim, ne meslek kariyeri, ne ün, hiçbirinin eşitliklerine gölge düşürmesine izin vermezdi.

Şükran, yılda bir iki kez günün uzunca bir kısmını Ses Opereti’nden dansçı kadın arkadaşları İnci, Rukiye, Meral ve Çeşmisiyah İsmet ile Teşvikiye’de geçirirdi. Sahneden inmiş, inmek zorunda kalmış ya da bunu tercih etmiş balerinlerin, dansçıların, erken yaşta alkışsız kalmış sahne kadınlarının ürettiği hüzün şarabını içerdi onlarla. Yanlış bir enjeksiyon yüzünden 42 yaşında ölen arkadaşları Rejin için gözyaşı dökerlerdi. Ama bir kadının bir kadın için gözyaşı dökmesi bir erkek için ağlamasına, ağlamaya benzemez, benzemezdi, erkeğin sebep olduğu hiç de gerekli olmayan öfke, hırs, kıskançlık, mağduriyet duygularından eser olmazdı bu ağlaşmalarda. Saf şefkat ve hasretti. Bolahenk sokağa döndüğünde Şükran aynı Şükran’dı yine bu yüzden. Çeşmisiyah İsmet’den aldığı nuar ve frambuazlı pelte tariflerini çoğaltırdı diğer Bolahenkli Kadınlar için.

SES Opereti Dansçıları Çeşmisiyah İsmet, Şükran, İnci

 Bolahenk Kadınları, bir gündelik hayat siyaseti, yaşama sevinci stratejisi örgütüydüler belki, belki can sıkıntısından kaçmak, kurtulmak dışında hedefleri yoktu ama bu ülke insanın yakasını kolay bırakmaz. Bir ülkesi olmak kimsenin yakasını bırakmaz da, bizde bu daha da fazladır. Ülkenin siyasi durumları onların da bakışlarını gölgelendirirdi, gölgelendirdi yani.

12 Mart darbesi döneminde kendisi aramaya düşen Muzaffer’in 12 Eylül darbesi sonrasında da oğlu cezaevindeydi. Muzaffer’in üst katında oturan Şükran, oğlu olan beni görebilmek için yıllarca soğukta ya da sıcakta cezaevi nizamiyelerinde bekledi. Dans yorgunu o güzel ayakları üstünde dikildi kapılarda saatlerce.  Bolahenkli Kadınlar’ın Can Sıkıntısıyla Mücadele Örgütü’nün gücünün yetmediği yerlerde birinin derdi diğerlerinin de derdi oluyor, artık zorakileşmiş neşelenme eylemlerinden önce uzunca bir süre ağlaşıyorlardı. 1980’lere gelinmişti.

Şükran Tulgar

Bolahenk Kadınları birer birer ölmeye başladı sonra.

İlk Muzaffer, sonra Fikriye, sonra Nejla, sonra Özden, sonra Yüksel, sonra Hatice… Öldü.

Pazartesi gecesi de annem öldü. Şükran.

Kod adı: Şuşu

Bu yazı, annem Şükran Tulgar ve ölen arkadaşları Muzaffer Doğru, Özden Piştar, Yüksel Arı, Nejla Metiner, Hatice Dizdaroğulları ve soyadını hatırlayamadığım Fikriye Teyze’nin, can sıkıntısına yine de teslim olmayan bütün Bolahenkli Kadınlar’ın anısınadır.


Ahmet Tulgar Kimdir?

Ahmet Tulgar, İstanbul'da 1959 yılında doğdu. 35 yıldır gazeteci ve edebiyatçı olarak yaşıyor. Çalıştığı yayınların bazıları sırasıyla Sabah, Güneş, Nokta, Milliyet, Akşam, Vatan, Birgün, Cumhuriyet oldu. Makale ve denemeleri Şehrin Surlarındalar (1992), Tam Yakalandığımız Yerden (2004), Ne Olmuş Yani? Korsan Yazılar (2005), Ben Onlardan Biriyim (2007), Diller Çehreler Barış (2010), Henüz Zaman Var (2013), Bakışın Ritmi (2020), söyleşileri Mahallede Herkes Kahramandır (2004) adlı kitaplarda toplandı. Evsiz Ülke Hikâyeleri (1989), Birbirimize (2009), Duygusal Anatomi (2015), Trajik Nüans (2016), Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı (2018), Arzunun Serbest Dolaşımı (2021) adlı altı öykü kitabı, Volkan'ın Romanı (2006), Çocuklar ve Canavarları (2012) adlı iki romanı yayımlandı.