Boğaziçili akademisyenler anlatıyor: Mücadelemiz sadece kendimiz için değil, tüm üniversiteler için

Melih Bulu'nun Boğaziçi Üniversitesi'ne rektör olarak atanmasının üzerinden iki hafta geçti. İki haftadır çeşitli protestolar düzenleyen öğrenciler ve akademisyenler eylemlerini sürdürmekte kararlı. Boğaziçili akademisyenlerin vurguladığı nokta ise aynı: Mücadelemiz yalnızca Boğaziçi Üniversitesi için değil, tüm üniversiteler için...

Google Haberlere Abone ol

Neşe İdil

DUVAR - AKP'de uzun yıllar görev alan ve akademik çalışmalarında intihal yaptığı ortaya çıkan Melih Bulu'nun Türkiye'nin en prestijli eğitim kurumlarından biri olan Boğaziçi Üniversitesi'ne rektör olarak atanmasının üstünden iki hafta geçti. Akademisyenler ve öğrenciler her gün çeşitli eylemlerle Bulu'ya istifa çağrısı yapıyor ve rektörün demokratik yöntemlerle seçilmesi gelmesi gerektiğini vurguluyor. Bulu ise tüm eleştirileri ve çağrıları görmezden geliyor. İlk icraatının güvenlik kameralarının onarımı ve bakımı için ihale açmak olması da Boğaziçi Üniversitesi'ni bekleyen günlerin bir göstergesi adeta.

Bugünlere nasıl gelindiğini, atamanın altında neler yattığını, kampüste neler yaşandığını ve bundan sonraki süreçten neler beklediklerini Boğaziçili akademisyenlerle konuştuk.

DOÇ. DR. ZEYNEP GAMBETTİ: OHAL UYGULAMALARINI ANIMSATIYOR

Doç. Dr. Zeynep Gambetti

 

Boğaziçi'ne rektör atanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üniversiteleri tektipleştirme çabasının kökenleri 12 Eylül rejimine dayanıyor. Askeri vesayet bugün yerini bir çeşit “sivil vesayet”e bırakmış durumda. Kendine özgü bir rejim oluşturmaya çalışırken otoriter yöntemler ile popülizmi birleştiren AKP, aşırı merkeziyetçi ama aynı oranda neoliberal rant sisteminden ve virtüel iletişim araçlarından faydalanan hibrit bir hükümet anlayışı geliştirdi. 2010’ların başından bu yana ve özellikle 2016’dan itibaren mutlak egemenlik reflekslerinin devreye sokulduğunu da gözlemliyoruz.

Bu açıdan bakıldığında, Boğaziçi’ne aniden rektör atanmasının OHAL uygulamalarını anımsattığı söylenebilir. 2016 sürecinde binlerce insanı işten atan KHK’lar da cuma geceleri çıkarılırdı. Sanırım bu dönemde maksat infiali önlemekti. Ancak iktidar aynı fiili durumu, üstelik OHAL bitmişken, Türkiye’nin en saygın üniversitelerinden birine rektör atamak için kullandığında ister istemez maksadının ne olduğu konusunda birçok soru işareti uyandırdı. Üniversitenin hiçbir bileşenine danışmadan, bu pozisyon için YÖK’e başvurmuş olan dokuz kişinin adını dahi açıklamadan, kapalı kapılar ardında verilen bu kararın infial yaratacağı hesaplanmış belli ki. İddia edildiği gibi üniversiteye fayda getireceği söylenen bir atama olsaydı, çok daha şeffaf bir süreç işlerdi.

Öğrencilerin ve akademisyenlerin temel itirazı nedir?

Melih Bulu’nun partili bir rektör olması, doktora tezi ve yayınlarında intihal şüphesi bulunması, kamuda kadrosunun olmaması hakkında çok yazıldı. Tüm bunlar son derece sorunlu. Liyakat konusu keza. Üniversiteye öğretim üyesi olarak alınacağı kuşkulu olan bir akademisyenin tepeden inme rektör olarak atanmasının meşru bir gerekçesi olamaz. Ancak Boğaziçi’ndeki akademisyen ve öğrencilerin en temel itirazı, üniversite yönetiminin, dekanlarının, hocalarının veya diğer bileşenlerin hiçbir belirleyici rol oynamadığı bir atamanın yapılmış olmasıdır.

Bilgi üretimi ve aktarımı emir komuta zinciri içerisinde yapılamaz. Yapılmaya kalkıldığında ortaya bilimsel bilgi değil, propaganda malzemesi çıkar. Siyasetin tabu konuları bilimin tabuları haline getirilemez. Bilimsel bilgi, seçimle gelmiş ve seçimle gidecek olan hükümetlerden çok daha kalıcı, milli sınırlardan ve yerel değerlerden de daha geniştir. Konjonktüre, seçimlerdeki oy oranına, finansal veya endüstriyel sermayenin kimin elinde olduğuna veya toplumda hangi zümrenin üste çıktığına göre belirlenmez, belirlenmemelidir. Üniversite özerkliğine sahip çıkmak bu yüzden önemlidir.

Ancak Covid-19 süreci gösterdi ki, bu ülkede insan hayatını birebir etkileyen tıp bilimine bile manipülatif müdahalelerde bulunulabiliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin 2016’dan bu yana diğer üniversitelere reva görülen vesayet uygulamalarından er ya da geç payına düşeni alacağını biliyorduk elbet. Bugüne kadar yalnızca kısmi olarak kontrol altına alınmaya çalışılması, prestiji ve uluslararası bağlantılarının gücünden kaynaklanıyor. Çok saygın US News and World Report Endeksi'ne göre Boğaziçi dünya üniversiteleri arasında 197'nci sırada. Bu denli büyük bir kültürel sermayeye sahip 150 yıllık bir kurumun kendi ilkelerine ve geleneğine sahip çıkma iradesi yavaş yavaş törpülenebilirdi ancak.

'BOĞAZİÇİ KAMPÜSLERİNİN RANT AMACIYLA KULLANILACAĞI DİLLENDİRİLİYOR'

Bundan sonraki süreçte sizce Boğaziçi'ni neler bekliyor?

Bundan sonra ne olacağı sorusu, hakim siyasetin öngörülemezliği kadar muğlak. Eğer Melih Bulu istifa etmezse, üç büyük sorun öngörüyorum.

Birincisi, iktidarın özellikle 2016’dan sonra hızını arttırdığı ve sadece üniversitelerle sınırlı kalmayan kadrolaşma pratiğinin Boğaziçi’nde de uygulanmaya başlanması. Liyakate göre değil, sadakate göre öğretim üyesi alımı gerçekleşmesi, baş eğmeyen öğretim üyelerinin çeşitli idari cezalara, soruşturmalara maruz bırakılması ve öğrenci faaliyetlerinin yasaklanması beklenebilir. Bunun eğitim ve öğretim kalitesini etkileyeceği kesindir. Burada tuhaf bir paradokstan da bahsetmek gerek: bu üniversiteyi değerli kılan özellikler erozyona uğratılırsa, Boğaziçi’nin “fethedilmiş” olması iktidar açısından pek de tatminkar olmayacaktır. Bu, bindiği dalı kesmekle eşdeğer olacak.

İkincisi, neoliberal bir üniversite modeli uygulanmaya çalışılabilir, ki ben bunun daha sinsi biçimde işleyeceğini düşünüyorum. Melih Bulu, Boğaziçi için vizyonunda yalnızca özel sektörle işbirliğine, girişimcilik ve inovasyona vurgu yapıyor. Neoliberal üniversite modelinin amacı, üniversitenin şirketleşerek özel sektöre uygulamalı bilim üreten bir meslek yüksek okuluna dönüşmesidir. Piyasa değeri olmayan felsefe, tarih, sosyoloji ve edebiyat gibi bölümlerin giderek küçülmesi, fonlanmadığı için bir süre sonra kapanması söz konusu olabilir. Görünmez bir biçimde ve sürece yayarak işleyen neoliberal model, eleştirel akademik disiplinlerin tepeden inme müdahalelere gerek kalmaksızın lağvedilmesi için biçilmiş kaftandır.

Son olarak, Boğaziçi’nin bulunduğu mekanın rant amacıyla kullanılacağı da dillendiriliyor. Hisarüstü ve Kilyos kampüslerinin yeri, AKP’ye yakın sermaye odakları açısından çok cazip bir spekülasyon alanı. Külliye’yi inşa eden Rönesans Holding’in ismi telaffuz edildi örneğin. Neyse ki, Güney Kampüs Robert Kolej mütevelli heyeti tarafından 1970’lerde Türkiye hükümetine devredilirken üniversite olarak kullanılması şartı konmuş. Bilgi üretmek yerine bunlarla mücadele etmek zorunda da kalabiliriz.

Her şeye rağmen öğrencilerin, öğretim üyelerinin, sendikalı personelin ve mezunların tek ses olarak “Kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” diye irade beyan etmiş olmasını hem Boğaziçi açısından, hem de Türkiye açısından son derece önemli buluyorum. Bu süreç Boğaziçi’nin lehine sonuçlanırsa, diğer üniversiteler için de büyük bir ilham kaynağı olacaktır.

DOÇ. DR. BÜLENT KÜÇÜK: HERKES ŞİRKET YÖNETİCİSİ OLSUN İSTENİYOR

Doç. Dr. Bülent Küçük

 

Sizce bu atamanın temel amacı nedir?

Türkiye'de devleti idare edenler, devleti şirket gibi yönetmek istediklerini çokça söylediler ve birkaç akademisyen gibi ben de bu konuda epeyce yazdım. Devletin en tepesinden başlamak üzere valiler, kaymakamlar, belediye başkanları, medya patronları, genel yayın yönetmenleri, sendika başkanları, okul müdürleri, muhtarlar ve daha nicesi şirket devletin birer lokal bayisine dönüşsün, herkes kendi çapında bir şirket yöneticisi olsun isteniyor.

Bu şirket rasyonalitesi, bize siyasal alandan kovulmuş, adeta bitkisel bir hayata indirgenmiş ve çeşitlilikten arındırılmış bir toplum vaadinde bulunuyor. Böylesi bir ortamda farklı ve özerk hiçbir yapının kalması istenmediği gibi, herkesin yararına bilimsel bilgi üretmek de bir ayrıntıya dönüşüyor. Sosyal bilimleri ve sanatı kapsayan eğitim ve kültür kurumlarının tamamının ürettiği bilgi, "faydalı" ve değişim değeri olan meta ve hizmet üretmediği veya piyasaya eleman yetiştirmediği müddetçe, bir karın ağrısı olarak görülüyor.

Türkiye’de siyasi, toplumsal ve ahlaki çöküşün bu şirket mantalitesinden kaynaklandığını düşünürsek akademinin geleceği nihai durum da bir çöküş olacaktır. Çünkü, eski bürokratik rejimi ikame eden yeni şirket devlet, ne öngörülebilir bürokratik ve hukuki rasyonaliteye sahip, ne kurduğu iktisadi birikim rejimi kendisini yeniden üretebilir bir kapasiteye erişebilmiş ve ne de kendini ahlaki ve normatif olarak tahkim edecek yeni müstakil kültür ve eğitim kurumlarını inşa edebilmiştir.

Seçim kazanarak veya ehliyetle bir kuruma gelemeyeceği açık olan birinin rektör olarak bir kurumun başına atanmasını söz konusu idari ve iktisadi aklın bir tezahürü olarak görmek gerekir. Bu yüzden bu duruma pek şaşırmıyorum, fakat bir insanın, istenmediği bir kuruma gelme noktasındaki dizginlenemeyen hevesine da hayranlık duymuyor değilim.

Sizce bu atamanın en belirgin özelliği nedir?

Kurum dışından yapılan bu atamada belirgin olan en önemli özellik, atanan kişinin gücünü ve meşruiyetini bilimsel-akademik ehliyetten ve itibardan almaktan ziyade, bu gücü iktidar ile kurduğu yakın ahbaplıktan almasıdır. Bu bakımından da bu atama özü itibariyle politik bir atamadır diyebiliriz. Siyasi irade, akademik alanı hem politikleştirmek hem de ticarileştirmek istediği için diğer üniversitelerin eğitim kalitesini ve itibarını çeşitli yollarla artırarak Boğaziçi gibi kurumların seviyesine getirmek yerine, Boğaziçi'nin simgesel ve kültürel sermayesini aşağıya çekmeyi yeğliyor.

Dolayısıyla, Boğaziçi’nin karşı karşıya kaldığı kurumsal bozulma riski Türkiye’de genel bir kurumsal çöküşün devamı ise ve bu kurumun akademik kültürüne içkin olan evrensel değerlerin yitimi yalnızca Boğaziçili nüfusun bir kaybı olmayacaksa, bu kurumun muhafazası da daha beynelmilel bir dayanışmayı gerektirir.

'ERİŞİMİ İMKANSIZ BÜYÜLÜ BİR İMGE'

'Elitizm' üzerinden dönen tartışmalarla ilgili neler söylersiniz?

Bu zehirli iklimde, Boğaziçi'nin “elitistliği” üzerinden tipik bir popülist yayılma siyaseti kamusal mecralarda beliriyor. “Beyaz Türklerin” tekelinde olduğu düşünülen hayali bir kale alınıp, milletin gerçek evlatları olduğu varsayılan yeni elitlere verilmek isteniyormuş izlenimi öne çıkıyor. Sınıf hıncından beslendiğini düşündüğüm bu hevesin, burayı söz konusu elitlerin vesayetinden bir tür “kurtarma” ve “demoktratikleştirme” hamlesi olarak lanse edilmesi de bu işin ironisi. Kültürel sermayeleri ve simgesel konumları bakımından etkili, fakat çoğunluğunun yoksulluk sınırında yaşadığı devlet memuru statüsündeki Boğaziçi akademisyenlerinin reel durumunu düşünürsek, söz konusu kesimlerin elitizm hayali ile - özellikle yeni nesil akademik kadroların - reel durumu arasındaki derin mesafe daha net ortaya çıkacaktır.

Daha önce de dile getirdiğim gibi, bu durum bize Boğaziçi’nin bir kamu kurumu olma ötesinde, ona yüklenen müphem anlamlarla var olan, erişimi imkansız büyülü bir imge olduğunu gösteriyor: hem öykünüldüğü hem de nefret edildiği için elde edilmesi gereken bir hayali mekan. Elde edildiğinde büyüsünü yitireceğinden, başka hayali imgeler icat edilmek zorunda kalınacaktır. Bu hınç duygusunu toplumsallaştıran kamusal figürlerin etkili bir kısmının eski Boğaziçili olmasının da bu toplumsal patolojiyi gayet iyi ifade ettiğini düşünüyorum.

DR. SAYGUN GÖKARIKSEL: GENİŞLEYEN NEOLİBERAL OTORİTER VE MUHAFAZAKAR EĞİLİMLERİN ÇARPICI BİR GÖSTERGESİ
Dr. Saygun Gökarıksel

 

Boğaziçi'ne rektör atanmasını nasıl bir bağlamda değerlendirirsiniz?

Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atanmasını ve sonrasındaki eylemleri daha geniş bir sosyal-tarihsel bağlamda ele almak gerekir. Ancak bu sürecin kendi özgünlüklerini de göz ardı etmemek gerekiyor. Böyle bir tahlil, içinden geçtiğimiz zorlu, kırılgan ve çelişkili süreçleri anlamamız ve bunları değiştirmek için atmamız gereken adımları düşünebilmemiz için oldukça önemli.

Boğaziçi'nin başına gelen benzeri olmayan bir felaket değil. Son zamanlarda çok sayıda eğitim kurumu, gerek Türkiye'de gerekse dünyanın başka yerlerinde (Doğu ve Batı Avrupa’da, Hindistan’da ve ABD'de) milliyetçi muhafazakar ve otoriter neoliberal hükümetlerin hedefinde oldu. Türkiye’de bilindiği üzere, özellikle 2015’ten bu yana ifade ve düşünce özgürlüğü başta olmak üzere sivil, siyasal ve sosyal hak ve özgürlükler çiğnendi. Birçok muhalif akademisyen işlerinden atıldı ya da göçe veya sessizliğe zorlandı. Bulu’nun Boğaziçi’ne rektör olarak atanması ve üniversitenin şu anki durumu, daha da genişleyen neoliberal otoriter ve muhafazakar eğilimlerin çarpıcı bir göstergesi olarak okunabilir.

Atama sonrasında kampüsteki yoğun polis varlığı oldukça eleştirildi. İzlenimlerinizi aktarır mısınız?

Atama sonrası günlerde kampüs ve çevresi tabiri caizse bir “polis yerleşkesi” durumuna getirildi. Demirlerle örülmüş, adeta bir tünel şeklini almış kaldırımlar, üniversite kapısında ve çevresinde bekleyen onlarca, belki de yüzlerce birbirinden farklı polis timleri ve teçhizatları, çevik kuvvet, sivil polisler, köşe başlarını kapatmış araçlar, çevreye park edilmiş veya saklandığını düşünen TOMA’lar... Kampüsün içinde ise akademisyenleri ve öğrencileri sürekli inceleyen, her toplu eylemimizde çalıların arkasında beliren, bizi uzun uzun kaydeden siviller... Rektörlük binasına arkamızı dönerek, cübbeler içinde yaptığımız sessiz nöbetlere hemen her gün bir grup sivil polis izleyici olarak katıldı. Polis varlığı ve şiddeti elbette ki bununla sınırlı değil. Bildiğiniz üzere, birçok öğrencimiz de gözaltına alındı ve polis şiddetine maruz kaldı.

Bulu'nun aklındaki Boğaziçi sizce nasıl bir üniversite?

Melih Bulu medyaya yaptığı konuşmalarda sürekli olarak liberal değerlere bağlılığını ve üniversiteyi, öğrenciler ve akademisyenlerle konuşarak yöneteceğini dile getiriyor. "Stratejist" olmakla övünmesi nedeniyle burada bir liberal hükümet stratejisinin söz konusu olduğunu düşünebiliriz. Nitekim kendisi girişimcilik, serbest piyasa rekabeti ve tekno-politikanın sözde erdemlerine sahip olmakla açıkça övünüyor. Bulu’nun eğitim ve bilgi üretimi anlayışının altında da bu eğilimlerin yattığı anlaşılıyor.

Dahası, Bulu konumunu açıkça bir CEO'nunkine benzetiyor ve bu nedenle de bir üniversitenin, tıpkı şirketlerde olduğu gibi, rektörünü belirlemek için demokratik hesap verme mecburiyetinin ve prosedürlerinin işlemesine gerek olmadığını savunuyor. Dolayısıyla, bu yaklaşım Türkiye'nin var olan otoriter, neoliberal kapitalist eğilimlerini oldukça belirgin bir şekilde bir araya topluyor: Neoliberal, antidemokratik ve teknokratik pratiklerin devletin zor aygıtlarıyla birleşimi.

'DEMOKRATİK ÖZGÜRLÜKLER VE HAKLAR BİR AYRICALIK GİBİ TANIMLANIYOR'

Öğrencilerin ve akademisyenlerin temel endişesi nedir?

Bizim temel derdimiz Melih Bulu’nun kişiliği, göz kamaştıran kariyeri veya gelecek fantezileri değil. Bu protestoların kaynağında üniversiteye antidemokratik rektör atama süreci var. Elbette Bulu'nun yıllarca AKP’de aktif olarak görev yapmış olması üniversiteyi partizanca, kendi siyasal anlayışı doğrultusunda dönüştüreceği kuşkusunu doğuruyor. Bu da Boğaziçi’nin demokratik sosyal hayatını ve akademik bilgi üretimini aşındıracağı ve yok edeceği konusunda derin kaygılar ortaya çıkartıyor. Boğaziçi'nin de içi boşaltılan diğer eğitim ve kamu kurumlarına benzer bir kaderi yaşamasından endişe ediliyor.

Söz konusu dönüşümü, muhafazakar popülist söylemin baş tacı ettiği “elitizm” yaftası ile yapmaya çalışıyorlar. Sanki akademik özerklik ve demokratik özgürlükler ve haklar elitist bir yaklaşımmış, halka karşı bir “ayrıcalıkmış” gibi tanımlanıyor. Halbuki, Boğaziçi Üniversitesi bir kamu üniversitesi olarak Türkiye’nin dört bir yanından gelen ve farklı gelir seviyesindeki öğrencilere eğitim veriyor. Topluma yayılmış olan sınıfsal ve diğer sosyal eşitsizlikleri Boğaziçi’nde de gözlemlemek kuşkusuz mümkün. Bu durumun kurumu “elitist” yapmadığını ve “elitizm” damgasının daha çok hükümet çevrelerince bir saldırı aracı olarak kullanıldığını söylemeye gerek yok sanırım. Bunca gücü ve kaynağı tekelinde bulunduranlar başkasını "elitist" olmakla itham ederken, en temel demokratik-akademik haklar ve özgürlükleri istemek bir ayrıcalık talebiymiş gibi nitelendiriliyor.

Üniversite bu durumla nasıl mücadele etmeye çalışıyor?

Her şeyden önce bu mücadeleye kısa ve uzun dönemli boyutları olan ve süregelen bir süreç olarak yaklaşmak hayati önem taşıyor. Şu anda üniversitede akademisyenler ve öğrenciler zeminlerini ve demokratik eğitimin ilkelerini, prosedürlerini ve uygulamalarını korumaya çalışıyor. Bu çabaların bir parçası olarak iletişim için alan yaratmaya, birbirimize görünür olmaya ve somut taleplerimizi ifade etmeye çalışıyoruz.

Bahsettiğim güvenlikçi zihniyet ve polis mevcudiyetiyle demokratik öğrenci faaliyetleri arasında çarpıcı bir kontrast var. Bir yanda sert maddelerden yapılmış cihazlar, arabalar ve çift renk üniformalı polisler, diğer tarafta ise rengarenk ve coşkulu barışçıl öğrenciler... Böylesi bir ortamda, bir yandan üyesi olduğumuz kamusal kurumu korumaya çalışıp rutin görevlerimizi yaparken diğer yandan da nasıl daha demokratik, eşitlikçi ve çoğulcu bir üniversite yönetimi mümkün olabilir diye kafa yormaya çalışıyoruz. Bunları Boğaziçililerin kendileri için verdiği demokratik mücadele olarak değil, aksine Türkiye’de akademik hayatın içine sokulduğu girdaptan genel bir çıkış çabası olarak görmek gerekir. Bir başka deyişle, bir yandan bu durumdan en az hasarla nasıl çıkabiliriz diye düşünürken, diğer yandan da bunların diğer üniversitelerde yaşanmaması için uzun vadede neler yapabiliriz diye çabalıyoruz.

DR. SEDA ALTUĞ: ÜNİVERSİTELER TÜRKİYE KURULDUĞUNDAN BU YANA ZAPTURAPT ALTINA ALINMAYA ÇALIŞILMIŞ
Dr. Seda Altuğ

 

Bulu'nun rektör olarak atanmasının altında sizce ne yatıyor?

Bu atamaya ve protestolara Türkiye’de siyasi iktidarların üniversitelere müdahalesi ve buna karşı üniversite bileşenlerinin özerk üniversite ve akademik özgürlük mücadelesi çerçevesinden bakabileceğimizi düşünüyorum. İçinde bulunduğumuz durum yeni değil.

Türkiye devletinin kurulduğu yıllardan bugüne kadar üniversiteler farklı şekillerde zapturapt altına alınmaya ve gerek devletin gerekse mevcut iktidarların organik uzantısı yapılmaya çalışılmış. O kadar ki, bu tarz iktidar müdahalelerinin toplum mühendisliğinin bir başka veçhesi olduğunu söylemek abartılı bir iddia olmaz. Bahsettiğim müdahaleler muhalif öğretim üyelerinin tasfiyesinden, siyasi iktidara yakın rektör ve yönetici atamalarına, hatta derslerin içeriğinin belirlenmesine kadar uzanan farklı şekillerde görülebiliyor. 1980’lerin ortalarından itibaren piyasa da artan bir şekilde siyasete eklemlenmiş haliyle üniversiteyi dönüştürmeye çalışan önemli bir dinamik olarak karşımıza çıkıyor.

2016'da ise bizzat cumhurbaşkanının üniversite üzerindeki yetkileri artırıldı. 2016 sonrası ve bugün yükselen protestolar kademeli olarak artan bu vesayet sisteminin kabul edilemezliğine işaret ediyor.

Siyasi ve ekonomik iktidarların üniversitenin içini dizayn etme arzusu, aynı aktörlerin üniversite dışını denetleme hedeflerinden bağımsız değil. Yani, hangi toplumsal grupların, hangi araştırma konularının, hangi perspektiflerin hakim Türkiye akademisinin bir parçası olabileceği, hangilerinin ise anaakımın dışında kalacağına dair yazılı olmayan kurallar var. Bu kurallara uymayanların ya da bu kuralların değişmesi için verilen mücadelenin tarihi, aynı zamanda Türkiye’deki muhalif hareketlerin veya Türkiye dışına yaşanan göç hareketlerinin de tarihidir.

'ÜNİVERSİTELERİ İLK CİDDİ ŞEKİLLENDİRME HAMLESİ 1933'TE'

Üniversitelere ilk müdahale ne zaman gerçekleşti?

Siyasi iktidarın üniversiteyi ilk ciddi şekillendirme hamlesi, Türkiye devletinin kuruluşunu takiben 1933'de yapılan üniversite reformudur. Bu reformla Darülfünun kapatılmış ve yeni bir akademik kadroyla Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. Darülfünun’un 151 öğretim üyesinden 92’si Kemalist tek parti dönemi ideolojisiyle uyuşmadıkları gerekçesiyle tasfiye edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1948'de CHP, 1953-1959 arasında da DP hükümetleri döneminde komünizm propagandası veya hükümete muhalif oldukları gerekçesiyle çok sayıda öğretim üyesinin TBMM tarafından üniversiteden uzaklaştırılmalarına karar verilmiştir.

1960, 1971 ve 1980 askeri darbelerini izleyen günler ise üniversite özerkliği ve düşünce özgürlüğünün tamamen ortadan kaldırıldığı en yaygın korku ve baskı dönemleridir. 1971 ve 80 darbeleri sonrasında çok sayıda değerli üniversite profesörü tutuklanıp sıkı yönetim mahkemelerinde yargılanmış; bunların bir kısmı ilerleyen yıllarda görevlerine iade edilmiş, bir kısmı ise üniversiteye hiçbir zaman geri dönememiştir. 1981 yılında kurulan Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ise üniversiteler üzerindeki baskı ve denetim mekanizmasının en önemli aracı olmuştur. Dolayısıyla, 12 Eylül’den günümüze kadar üniversite eksenli tüm sosyal hareketlerin birincil talebi YÖK’ün kaldırılması ve üniversitenin kurumsal özerkliği olmuştur. AKP iktidarı da YÖK gibi bir toplum mühendisliği kurumunu kendi hedefleri çerçevesinde kullanmış, üstüne üstük 2016 yılındaki darbe girişimi sonrası çıkarılan KHK ile üniversite rektör seçimini cumhurbaşkanlığının doğrudan atamasına bırakmıştır. Böylece 1992'de ilk olarak Boğaziçi Üniversitesi tarafından uygulanan ve sonrasında Türkiye geneline yayılan rektörün üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilmesi ilkesinin yerini, 12 Eylül sonrasındaki gibi kurumun bileşenlerinin rızasını almadan doğrudan atama almıştır.

2016 yılı, Barış Bildirisi imzacısı ve muhalif akademisyenlerin büyük çoğunluğunun mesleklerinden men edildiği ve bazı üniversitelerin tamamen kapatıldığı bir siyasi baskı ve tasfiyeler dönemini başlatmasıyla Türkiye akademisinin çoraklaşmasında önemli bir aşamadır. Çok sayıda meslektaşımız tasfiyeler ve özgür araştırma yapma koşulları olmadığından Türkiye dışına gitmek zorunda kaldı.

'KORKU VE HUZURSUZLUK ORTAMI BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE ÜRETİMİ ZEHİRLİYOR'

Sizce Boğaziçi'ne verilen zarar ne boyutta ve üniversiteyi neler bekliyor?

Korku ve huzursuzluk ortamı bilimsel araştırma ve üretimi zehirleyen iki temel faktör. Böylesi bir ortamda hem düşünsel faaliyet yavaşlar, hem de üretilen bilgi kuru, yavan, yaratıcılıktan uzak, sıkıcı ve dogmatik olur. Bu durum özellikle de sosyal bilimler alanında kaçınılmazdır.

Gittikçe otoriterleşen Ortadoğu ve Doğu Avrupa ülkelerindeki üniversite ve akademisyenlerin akıbetine bakmak Türkiye akademisinin gidişatını göstermesi açısından bir ayna işlevi görebilir. Suriye’den Mısır’a, İsrail’den Fas’a, Polonya’dan Macaristan’a kadar üniversiteler, idari işleyiş, kadro, müfredat ve ürettikleri bilgi itibariyle giderek daha da tektipleşiyor, ticarileşiyor, merkezileşiyor ve kısacası bürokratik iktidar aygıtcıklarına dönüşüyorlar. Mevcut akademik kadroların belli bir kısmı ise entelektüel meraklarının peşinden gitmek yerine, idare-i maslahat yaparak siyaseten/iktisadi olarak kabul görmeyen konularda çalışmayan, renksiz ve kokusuz birer kâtip konumuna düşüyor. Bahsettiğim geniş bölgede istisna oluşturan bir elin beş parmağını geçmeyecek sayıda kurum elbette var.

Boğaziçi Üniversitesi'nin son beş yılda akademik ve idari olarak belli düzeyde bir aşınma yaşadığını kabul etmeliyiz. 2016'da üniversitenin seçtiği rektörün cumhurbaşkanı tarafından tanınmayarak yerine üniversite içinden Mehmed Özkan’ın atanması, YÖK tarafından çalışma izinleri yenilenmeyen Noémi Levy ve Abbas Vali’nin işten çıkarılmaları ve bu gelişmelere verilen cılız tepkiler sadece birkaç örnek.

Bunlara rağmen, bölgede misliyle artan otoriterleşme ve çatışma ortamını da göz önünde bulundurursak, Boğaziçi Üniversitesi'ni akademik kadrosu ve yayınları, ders içerikleri, nispeten özerk ve demokratik karar alma mekanizmalarıyla halen istisnalar grubunda olduğunu söylemek çok da iddialı olmaz. Ne var ki, Bulu'nun rektör olarak tayin edilmesi, sonrasında yükselen protestoların bastırılması, hükümet ve YÖK tarafından yapılan açıklamalar ve üniversitedeki polis ablukası bu iddiayı tamamen yıpratıyor. Bu iddianın ortadan kalkması niteliksel olarak akademik üretkenliği, öğrencilerin heves ve başarılarını, üniversitedeki çok seslilik ve barışçıl tartışma ortamını ve elbette adalet duygusunu da geri dönülemez bir şekilde zedeliyor. Mevcut protestolar ve verilen mücadele, böylesi bir sürecin Boğaziçi’nde ve Türkiye’nin diğer üniversitelerinde yaşanmaması ve üniversite bileşenlerinin onurlarıyla işlerini yapabilmeleri için.