YAZARLAR

Biz Kandıralı’yı dinleyerek büyümüş bir nesiliz…

Kandıralı'nın son dönemine denk gelmiş olmak, onu doyasıya dinleyememek ya da çocuk aklımla gereken değeri verememek şanssızlığım belki ama onu tanımış olmak, plaklarını ve kasetlerini zamanında almak, bunu gölgede bırakıyor. Ölümünün ardından bazıları “artık tanınacak” mealinde yorumlar yaptı ama içinde bulunduğum nesil ve öncesi için Mustafa Kandıralı, dev isimlerden biri.

Pandemi yüzünden evlere kapanmışken, milletçe evde geçireceğimiz ilk yılbaşına hazırlanırken art arda gelen haberler canımızı sıkmaya başladı. Memleket ahvali bir yana, sevdiğimiz insanları kaybediyoruz. 2020, giderayak, memleket müziğinin dev isimlerinden birini, Mustafa Kandıralı’yı aldı. Oysa plaklarını, bu yılbaşı gecesi pikabımda döndürmek üzere ayırmıştım. Çünkü, yılbaşı gecesi Mustafa Kandıralı’yı dinlemek, bir gelenek.

Adı önümüze düştüğünde akla bayram sabahlarının ya da yılbaşı gecelerinin gelmesi doğal. TRT’nin tek televizyon olduğu günlerde “Mustafa Kandıralı ve arkadaşlarından” dinlediğimiz oyun havaları, o günleri güzelleştiren hadise. Buradaki “arkadaşları” ifadesinin altını çizmek elzem çünkü dün kaybettiğimiz Mustafa Kandıralı, her şeyden önce bir fasıl müzisyeniydi. Geleneği sürdüren, tek başına ilerlemeyen, solistlikten öte eşlikçiliğiyle ön plana çıkan ve kendini öyle zamanlarda mutlu hisseden bir gerçek müzisyenden söz ediyorum. Müzik, onun hayatıydı. Klarnetiyle bütünleşmesi bundan.

Aklımıza ilk anda gelen, çaldığı oyun havaları ve çiftetelliler ama aslında zeybeklerden saz semailerine uzanan geniş bir repertuvarı var. Her türde şarkıya klarnetiyle can vermiş, “Bessame Muco”ya kadar uzanmış. Ben yanlış yazmadım, kaset kapağında şarkının adı böyle. Bu, onu sevmemizdeki en büyük etkenlerden biri: Sevdiğimiz melodileri, kendince yorumluyor ve onlara her seferinde yeni bir şeyler katıyor.

Mustafa Kandıralı, sahiden Kandıralı. Orada doğmuş. Soyadı, Kadıoğlu ama arkadaşları onu çağırırken Kandıralı diye seslendiği için, Selahattin Pınar’ın önerisiyle lakabını soyadına dönüştürmüş ve bu isimle ünlenmiş. Ailenin Selanik göçmeni olduğuna dair bir rivayet var. Annesi Fahriye Hanım, Kandıra’nın köklü ve kalburüstü ailelerinden birine mensup; baba tarafı müzisyen. Recep Usta, klarnetini çocuklarına da öğretmiş ve küçük Mustafa, dokuz yaşından itibaren elinde bu çalgıyla büyümüş. Abilerinden İsmail, ilk ustası.

İlkokul çağında Kandıra Halk Evi’ne gitmiş ve orada bulduğu gramofonda dinlediği Şükrü Tunar plakları onu bambaşka bir yola sürüklemiş. Tunar’ın klarnete farklı dokunuşu aklını çelmiş ve onun gibi çalmaya heves etmiş. Babası, ısrarını görünce ona yeni bir klarnet almış ve küçük Mustafa yolunu çizmiş. Bundan sonrası, Kandıra’da Kara Mustafa olarak anıldığı dönem. Klarnetiyle çay bahçelerinde dolaşır, onu çala çala ilerlermiş. Verilen bahşişlerle hayatını kazanmış, bu uğurda okuldan uzaklaşmış ve onları biriktirerek İstanbul’a gitme hayalleri kurmaya başlamış. Bir gece, üzerinde beyaz takım elbisesi, elinde si bemol klarnetiyle Kandıra’dan yola çıkmış, İzmit’e kadar yürümüş, Gebze üzerinden İstanbul’a geçmiş. Önce müzisyenler kahvesini bulmuş, şansını orada denemiş ama ilgilenmemişler. Küçük işlerde çalışmış, Kemanî Âmâ Recep ve Kanunî Sıtkı Bey’den el almış, aralarında Dümbüllü Tiyatrosu’nun da olduğu kimi kumpanyalarda çalmış. Bu esnada gazinocular tarafından keşfedilince ses sanatçılarına eşlik etmeye başlamış ama âşık olmuş, kızın ailesi evlenmelerine izin vermeyince onu kaçırarak Kandıra’ya getirmiş. Aşk güzel ama Karaköy – Eyüp hattında geçen bu ilk sefer, müzisyenlik anlamında hüsranla sonuçlanmış. Hayallerinin baş köşesine yerleştirdiği Beyoğlu’na çıkamadan baba evine dönmesi canını sıkmış ama kısa süre sonra bu kez ailecek İstanbul’a gelmiş.

İstanbul’daki ikinci seferinde, askerliğe kadar farklı işlerde çalışarak hayatını kazanmış. Askerliğini bandoda yapmış, bu esnada nota öğrenmiş. Sonrasında, ilk seferde gözünü diktiği Beyoğlu’na yönelmiş ve oradaki gazinolarda dönemin ünlü seslerine eşlik etmeye başlamış. Bu arada, Sadun Aksüt, Kadri Şençalar gibi isimlerle radyo emisyonlarına katılmış ve İstanbul Radyosu Müdürü Nevzat Atlığ’ın dikkatini çekmiş. Atlığ, onu radyoya alınca önünde başka bir dünya açılmış ve plaklarına meftun olduğu Şükrü Tunar’la orada tanışmış.

1957, hayatındaki önemli kırılma noktalarından: İlk plağını çıkardığı yıl. “Salon Çiftetellisi / Anadolu Oyun Havası”, Odeon tarafından piyasaya sürülmüş; sonrasında plaklar art arda gelmiş. Çaldığı eserlere kendince isimler vermiş: “Yeni Oyun Havası”, “Son Sistem Çiftetelli”, “Kandıralı Karşılaması”, “Yeni Rumeli Karşılaması”, “Pancar Oyun Havası”, “Orijinal Çiftetelli”, “Kandıralının En Yeni Çiftetellisi”, “Yeni Sosyete Çiftetellisi”… Bunlar, erken dönemde yayımlanan plaklarından örnekler -ki bir kısmı, taş plaklar üzerinde dinleyiciyle buluşan eserler. Sonrasında da “yeni”ler, “son sistem”ler, “orijinal”ler, “en son yeni”ler gırla… Yanlarına “Sahra Kızları”, “Coşturan Oyun Havası”, “1967 Çiftetellisi”, “Köln Çiftetellisi”, “Tempolu çiftetelli” gibilerini iliştiriyor. “Fasulye”den “Azize”ye, “Şişeler”den “Dol Karabakır Dol”a bilinen eserlere getirdiği yeni yorumlar da cabası…

Külliyatı bir hayli kalabalık: 10 kadar taş plak, 100’lü rakamlarla ifade edilen ancak sayısını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz pek çok 45’lik ve çoğu yeni kayıtlardan oluşan albümler… Bilhassa ‘70’li yılların ikinci yarısından itibaren yayımlanan kasetleri memleketin dört yanına dağılmakla kalmamış, gurbetçiler aracılığıyla Avrupa’ya da yayılmış. Dünya çapında ünlenememiş belki ama klarnetinin sesi, bu vesileyle dünyada yankılanmış.

Repertuvardan doğru ‘70’li yılların ortalarına gittim ama ilk plağını yaptığı yıllara dönüp hikâyeyi anlatmaya devam edeyim çünkü az ileride bir başka kırılma noktası var… Selahattin Pınar’ın önerisiyle soyadını değiştirmesi, Odeon’dan gelen teklif ve sonrasında art arda yaptığı plaklar, Mustafa Kandıralı’yı memleket çapında tanınan bir isim yapmış. Radyoda tanıştığı saz üstatlarını plaklarında buluşturan sanatçı, sahnede de Safiye Ayla, Behiye Aksoy, Muazzez Abacı, Emel Sayın gibi isimlere eşlik etmiş. Şükrü Tunar’ın ölümünden sonra Zeki Müren’in orkestrasına giren Mustafa Kandıralı, sonrasında hep onunla çalışmış. Sözünü ettiğim kırılma noktası bu. Bu arada, sahnede kendi topluluğuyla çalışmayı sürdürmüş.

1983 yılında yayımlanan bir plağının adı, “Mustafa Kandıralı ile Neşeli Günlere”. Albümün arka kapağında şu yazı var: “Doğum Günlerinizde, sünnetlerinizde, nişanlarınızda, tüm düğünlerinizde orkestra evinizde…” Alt başlıkta gördüğümüz “Turkish belly dance music” ifadesi, Kandıralı’nın hayatı boyunca yanında yürüyen ve onu tanımlayan ifadelerden biri. Aynı plakta, hayatını, kendi cümleleriyle özetliyor: “1930 yılında Kandıra’da dünyaya geldim. Dokuz yaşımdayken hocalarım olan ağabeyim İsmail, berber Rahmi ve Müfit Yelkenci beylerden klarnet sevgisini aldım. Müzik çalışmalarımı on üç yaşımdan sonra İstanbul’da sürdürmeye başladım. Üstat Selahattin Pınar ve üstat Sadi Işılay’ın eserlerini büyük gazinolarda seslendirdim, ünlü seslere klarnetimle eşlik ettim. Türkiye’nin dışında Amerika, Avrupa ve de Arap âlemine oryantal folk müziğimizi sevdirdim. Dostlarımın destek ve teşvikleriyle çalışmalarımın daha da verimli olacağı inancındayım. Saygılarımla…”

Benim Mustafa Kandıralı’yı tanıdığım yıllar, tam da bunlar. Yazının başında sözünü ettiğim bayram ve yılbaşı programları dışında gittiğimiz kimi konserlerde ekibiyle izlemişliğim var. Mustafa Kandıralı ve Arkadaşları’ndan canlı canlı oyun havaları dinlemek, hayatımın ilk heyecanlı hadiselerinden. Bir televizyon kahramanının canlanarak önünüze gelmesi gibi. Bu yüzden, sahnenin dibine yaklaşarak onu hayran hayran seyrettiğimi hatırlıyorum.

Kandıralı'nın son dönemine denk gelmiş olmak, onu doyasıya dinleyememek ya da çocuk aklımla gereken değeri verememek şanssızlığım belki ama onu tanımış olmak, plaklarını ve kasetlerini zamanında almak, bunu gölgede bırakıyor. Ölümünün ardından bazıları “artık tanınacak” mealinde yorumlar yaptı ama içinde bulunduğum nesil ve öncesi için Mustafa Kandıralı, dev isimlerden biri.

31 Aralık 2015 gecesi Allianz Motto Müzik kanalında yayımlanan Yekta Kopan programı Noktalı Virgül’e Ata Demirer’le konuk olmuş, yanımda getirdiğim plaklardan onun sevdiği ya da sevebileceği şarkıları, türküleri çalmıştım. Demirer’in klarnet sevgisini bildiğim için, yanımda Mustafa Kandıralı plakları da vardı. Bir noktada söz ona geldi, “klarnetin ağababalarından biri” diyerek çıkardığım plağı Ata Demirer aldı ve “ağababası değil, tanrısı” diyerek beni düzeltti. Sonrasında, Yekta Kopan, hepimizin aklındakini özetledi: “Biz Kandıralı’yı dinleyerek büyümüş bir nesiliz.” Tam da bu yüzden çok şanslıyız aslında.

Toparlayayım: Mustafa Kandıralı şahane bir yorumcuydu. Çaldıkları, bilinen eserler ya da başkalarından duyduğu melodiler ama her birine yeni bir şey katabiliyordu. Bunun için çok önemli. Yukarıda andığım eser isimleri bile bu katkıların bir özeti aslında: Çaldıklarını yeniledikçe “yeni”, “en yeni”, “son model” diyerek onları bir önceki versiyondan ayırıyor, günün moda deyimiyle sürümünü yükseltiyor. Repertuvarı oyun havaları ağırlıklı. Taksimlerin de hatırı sayılır bir yeri var ama asıl önemli olan çiftetelliler. Onunla birlikte bu geleneğin de yok olduğunu söyleyebiliriz -ki kayıt faslını bırakmasıyla yok oluyor aslında… Şükrü Tunar’dan aldığı, bugüne getirdiği el, yakın dönemde yetişen genç klarnetçilere uzanmadı. Bu anlamda, geleneğinin son temsilcisiydi diyebiliriz.

Şanslı olduğumuz bir başka konu var: Mustafa Kandıralı’nın pek çok kaydı bugüne geldi, plaklarını bulmak zor belki ama CD’lerine ulaşmak ya da dijital platformlar üzerinden taş plak kayıtları dahil pek çok eserini dinlemek mümkün. Bütün albümleri bir yana, 2006 yılında Uzelli Müzik tarafından yayımlanan bir derlemeyi anmak, boynumun borcu. Melih Duygulu’nun derlediği bu albüm, Kandıralı’nın hayatı ve eserini tüm yönleriyle önümüze koyan bir çalışma. Ona, sağlığında verilmiş büyük bir armağan.

Son bir söz: Kandıralı’nın Amerika’dan Almanya’ya uzanan bir yurt dışı macerası var ama o, bu yazının sınırını aşar. Onun için, bir hatırlatma notu olarak yazının sonuna ekleyeyim ve Mustafa Kandıralı’nın aziz hatırası önünde saygıyla eğilerek huzurdan ayrılayım. Bu yazıyı, onunla büyümüş bir neslin temsilcilerinden biri olarak yazdım, bana, bize kattığı bütün güzellikler için teşekkür ederim.


Murat Meriç Kimdir?

1972’de doğdu. Çanakkale ve İzmit’te okudu. Ankara’da kimya mühendisliği eğitimi alırken, dinlediği müziğin tarihine merak saldı ve oradan ilerledi. Kendini bildi bileli plak topluyor; okuyor, dinliyor, dinlediklerini yazıyor, sevdiklerini çalıyor. Kedi gibi meraklı. Rakı, roka, bamya, erik seviyor. Çanakkale - İstanbul arasında yaşıyor ama Ankaracı. 1996’da Müzük adlı dergiyi çıkartan ekipten. Sonrasında Roll mürettebatına katıldı. Mürekkep, Birikim, Milliyet Sanat, Virgül, Bant gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Yeni Binyıl, Radikal ve BirGün'ün yazarlarındandı. Ankara’da Radyo Arkadaş’ın kuruluşuna katıldı, radyo programları başta TRT, pek çok radyoda yayımlandı; kimi televizyon programlarının danışmanlığını yaptı, metnini yazdı. 2002 - 2003 yıllarında TRT için Kırkbeşlik adlı televizyon programını hazırladı ve sundu. Kalan Müzik için bir Tülay German albümü (Burçak Tarlası 64 – 87, 2001) derledi, pek çok albüme yazar ve danışman olarak katkıda bulundu. Pop Dedik / Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği (İletişim Yayınları, 2006), 100 Şarkıda Memleket Tarihi (Ağaçkakan Yayınları, 2016), Yerli Müzik (bi'bak Berlin, 2018) ve Hayat Dudaklarda Mey / Memleketin Anason Kokan Şarkıları (Anason İşleri Kitapları, 2019) adlı dört kitabı, üzerinde çalıştığı pek çok projesi var. Üniversitelerde ve kültür merkezlerinde müzik tarihi üzerine seminerler verdi, veriyor. Düzenli olarak Gazete Duvar'da, arada bir Kafa’da yazıyor; Açık Radyo için hazırladığı Harici Bellek başlıklı program salı günleri 19.30'da yayımlanıyor.