Bireyci toplumlar salgına yanıt vermede daha mı kötü?

Covid-19 salgını, farklı kültürlerde farklı şekillerde seyrediyor. Bunun temelinde yalnızca sağlık hizmetleri, hükümet tepkileri veya çevresel farklılıkların yatmadığı, aynı zamanda kültürel yaklaşımlardaki farkın da etkili olduğu görülüyor. Bireyci ya da kolektivist kültürel eğilimler, salgının seyrine ilişkin büyük bir değişime neden oluyor.

Google Haberlere Abone ol

Tomasz Mickiewicz, Jun Du, Oleksandr Shepotylo

Geçtiğimiz günlerde, İngiltere Başbakanı Boris Johnson, İngiltere’de görülen korona virüsü enfeksiyonlarının Almanya ya da İtalya’dan daha yüksek olduğunu çünkü İngilizlerin özgürlüğü daha çok sevdiğini ve kontrol tedbirlerine uymayı zor bulduğunu iddia etti.

Tam da bekleneceği üzere, bu görüş pek çok eleştiriye maruz kaldı. Kimi insanlar Almanya ve İtalya’nın da özgürlüğü İngiltere kadar sevdiğini savundu. Diğerleri ise aradaki farkın bu ülkelerin test ve izleme sistemlerinin kalitesiyle ilişkili olduğunu ileri sürdü.

Elimizde, Boris Johnson’ın hatalı olduğunu ispatlayacak sağlam bir kanıt yok ama Atlantik’in diğer ucunda yaşayan ekonomist Paul Krugman da buna benzer bir şey dile getirdi. ABD’nin salgına karşı verdiği yetersiz tepkinin, siyasilerin ve politikanın insanları sorumlu davranmaya yönlendirememesiyle ilişkili olduğunu söylüyor. Onun gözünde, özgürlüğe duyulan bu sevgi aslında 'Amerika’nın bencillik tutkusu' için kullanılan bir bahane.

İngiltere ve Amerika’daki yüksek vaka sayılarının ardında yatan nedenleri yüzde 100 oranda belirleyemesek bile, İngiltere Başbakanı ve Nobel ödüllü bir kişinin benzer argümanlar dile getirdiğini görmek ilgi çekici. Peki, bu iddiaları ne kadar akla yatkın?

BİREYCİLİĞİN GÜCÜ

‘Özgürlük sevgisini’ ölçmek zordur ama ‘bireycilik’ kavramıyla ilintilidir. Bu kültürel nitelik, kişisel özgürlüğü ve bireyin öne çıkmasını vurgular ve bireysel başarıyı över. Bunun tersi, bireylerin bir grupla bütünleşmesini vurgulayan ve sosyal çevreyi destekleme ve ondan öğrenme ihtiyacını öne çıkaran ‘kolektivizmdir’.

Bireycilik hakkındaki ilk ve temel çalışmalar Hollandalı sosyal psikolog Geert Hofstede tarafından gerçekleştirildi. O, farklı kültürleri altı ölçüt üzerinden karşılaştırmak amacıyla bir çerçeve geliştirdi. Bu ölçütler: Bir toplumun ne kadar bireyci veya kolektivist olduğu, hangi oranda hoşgörülü olduğu, güç ve değişime karşı tutumlarının ne olduğu, belirsizlikle nasıl başa çıktığı ve değerlerinin ne kadar erkeksi veya kadınsı olduğu idi.

Bu çerçevede, bireycilik ve kolektivizm, farklı kültürler arasındaki en güçlü ve kalıcı zıtlık durumu olarak görülür. Öte yandan, Hofstede ölçeğine göre İngiltere ve ABD ölçeğin zirvesinde olsa bile, günümüzde Almanya ve İtalya’nın her ikisi de bireyci toplumlardır. Johnson’ın İtalya ve Almanya’ya bakışı 1930’lara takılıp kalmış gibi görünüyor.

Bu kültürel değerlerin kökleri, toplumlar arasındaki tarihsel hastalık yoğunluğu modelleriyle bağlantılı olabilir. Tropik bölgeler gibi bulaşıcı hastalık tehlikesinin daha yüksek olduğu yerlerde, toplumlar bu tehditler karşısında daha kolektivist yaşayacak biçimde gelişmiştir. Kolektivist toplumları karakterize eden yabancılarla düşük etkileşim düzeyleri, enfeksiyona karşı önemli bir savunma görevini yerine getiriyordu. Buna karşın, bireyci toplumlar daha farklı sosyal ağlara sahipti ve istikrarlı sosyal etkileşim modellerine daha az güvenmeleri, bulaşmayı daha muhtemel bir hale getiriyordu.

Daha da önemlisi, bu kültürel niteliklerin günümüzün gerçek dünyasında da etkilerini sürdürmesidir. Bunlar, örneğin yalnızca toplumsal normları biçimlendirmezler, aynı zamanda ekonomik davranışlara da yön verirler. Yapılan araştırmalar, daha bireyci bir kültüre sahip olmanın daha fazla yenilik ve büyümenin önünü açtığını gösteriyor; çünkü bu toplumlar yenilikçi kişilere daha yüksek bir sosyal statü sunuyor.

Bununla birlikte, bazı dezavantajları da mevcut. Bireyci toplumlar radikal yenilikleri teşvik etme noktasında avantajlı olsalar da, Hofstede, hızlı bir ortaklaşa eylem ve eşgüdüm söz konusu olduğunda dezavantajlı bir konuma düştüklerini savunuyor. Bunun sebebi, orada bulunan insanları farklı görüşlere sahip olmaya, düşüncelerini ifade etmeye, verilen kararları sorgulamaya ve tartışmaya teşvik etmeleri. Belirlenen politikaların işe yaraması için gereken fikir birliğinin oluşturulması daha uzun zaman alabiliyor.

TOPLUMSAL KÜLTÜR COVID’İ ETKİLEDİ Mİ?

Covid-19, dünyadaki neredeyse her ülkeye ulaştı ve şimdiye dek çok farklı sonuçlara yol açtı. Şu ana kadar, epidemiyologlar demografik farklılıklar, kentleşme, sağlık sistemlerinin kalitesi, doğal çevre ve hükümet tepkilerinin hızı da dahil olmak üzere, bu uyumsuzluk hakkında çok sayıda açıklama sundular.

Bununla birlikte, bizler kültürün de belirleyici olduğunu savunuyoruz. Kolektivist toplumlarda konsensüs daha kolay sağlandığından, hastalıkları kontrol altına almak amacıyla hızlı ve etkili bir eylem gerçekleştirmek söz konusu olduğunda daha elverişli bir durumda olurlar. Bu ülkeler aynı zamanda ‘utanma’ üzerine kurulu ve ‘itibarını yitirmeyi’ doğru bulmayan güçlü sosyal mekanizmalara sahiptir; bu durum, kontrol tedbirlerine uyumu arttırarak hükümetin eylemlerini daha etkili bir hale getirebilir.

Kolektivist toplumlarda görülen sosyal ağlar, aynı zamanda daha fazla yerelleşme ve insanların yakın çevrelerine (genellikle geniş ailelerine) doğru gelişmesi eğilimini barındırır. Bu eğilim, doğal sosyal kabarcıklar oluşturur, sosyal karışma ve çeşitliliği azaltır ve bu nedenle virüsün yayılımını yavaşlatır.

Ve bireysel düzeyde, kültürel değerler, yüz maskesi takmak ya da sosyal mesafeyi korumak gibi temel davranışlarla ilgili kişisel kararlar üzerinde etkili olabilir. ABD’de, sınır yerleşimleri ve daha bireysel bir kültürel geçmişi olan bölgelerde, insanların yüz maskesi ve sosyal mesafeye dikkat etme ihtimalinin daha düşük olduğunu ortaya koyan çalışmalar mevcut.

Bireysellik hakkındaki ülkeler arası verilerin kamuya açık olduğu dikkate alındığında, bunun Covid-19’la nasıl bağlantılı olduğunu değerlendirmeye başlamak pek de güç değil. Küresel salgının başlarında (tepkilerin potansiyel olarak farklı hızları göz önüne alındığında, bireyci ve kolektivist ülkeler arasındaki farkların en belirgin olduğu dönem) toplanan verilere bakıldığında, kişi başına düşen Covid kaynaklı ölümler ile ülkelerin bireysellik puanları arasında ham bir korelasyon (bağıntı/ç.n.) olduğu görülür. Bu bağıntı, farklı test miktarlarını kontrol etmek amacıyla bireysellik puanlarını ülkedeki vaka başına düşen ölüm oranlarıyla karşılaştırdığımızda ortaya çıkar.

Görsel: Grafik, ülkelerin bireysellik puanlarına karşılık vaka sayısı başına Covid-19 ölüm oranlarını göstermektedir. Mayıs 2020 verileri.
Görsel: Grafik, ülkelerin bireysellik puanlarına karşılık vaka sayısı başına Covid-19 ölüm oranlarını göstermektedir. Mayıs 2020 verileri.

Yukarıdaki grafikte, bireyci İngiltere (sağ-üst kısım, GB ile gösterilmiş) kolektivist Japonya (orta-alt kısım, JP ile gösterilmiş) ile karşılaştırılabilir. Ülkelerin her ikisi de demokratik yönetime ve son derece gelişmiş ekonomilere sahiptir; ancak Japonya’da İngiltere’den daha yaşlı bir nüfusu bulunur; bu yüzden Covid-19 sonuçlarının daha kötü olmasını beklemek mümkündür. Yine de çok daha iyi puana sahip.

Bu grafik yalnızca basit bir karşılıklı ilişkiyi gözler önüne seriyor. Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, (nüfus yapısı ya da kentleşme gibi) diğer etkenleri kontrol eden ve Covid-19’un yol açtığı aşırı düzeydeki ölümleri dikkate alan bir şeydir. Şimdilik, bu bireycilik hipotezi daha fazla araştırmaya değer olduğunu bizlere gösteriyor. Bu ise, şu anda zaten yapmakta olduğumuz şey.


Yazının orjinali The Conversation sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)