‘Bir zamanlar bunlarla uğraşırken kendimi yalnız hissediyordum’

66 yaşında emekli öğretmen Nardane Kuşçu; tohum topluyor, ekiyor. Kurduğu Narköy’de bildiklerini aktarıyor. “Yerelde bu işleri yapacak arkadaşlar varsa, gidip şehirden kimseyi çağırmıyorum. Bizim köylü kızlarımız CEO’lara eğitim veriyor. Birlikte peynir ekmek yapıyorlar, ekim dikim yapıyorlar, tohum odasını geziyorlar. Birilerini küçümsemek, kendimize verdiğimiz değeri gösteriyor. Öğrenme, deneyim kazanma hakkımızı yok ediyor” diye anlatıyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 66 yaşında emekli öğretmen Nardane Kuşçu; Adana’da babaannesi tarafından yönetilen çiftlikte doğmuş. Kendi tabiriye “torna tesviyesinden geçmiş gibi dizlerime aparatlar konuldu” diyor. Bu aralar küçük sağlık problemleri olsa da sesi iyi geliyor. Nardane Kuşçu, Narköy’ün kurucusu. Babaannesinden öğrendiği gibi tohum topluyor, ekiyor. Yine babaannesinden öğrendiği gibi kimi tohumları kurda kuşa aş olsun diye etrafa saçıyor.

Söyleşilerimden çokça aklımda kalan sözler var ama Nardane Hanım’ın söylediği ayrı yerde duracak: “Doğa bile ‘yok kesesi’ yapmış. Kızıl tilkinin nesli tükendi diyorlardı. Saklamış. Çıktı burada. Bizde av yasak, kimyasal kullanılmıyor, su temiz falan. Kızıl tilki tur attı. Bizim köpekler, çakallara laf eder ona selam durdular. Saldırmadılar… Bir sürü kuş çeşitleri çıktı. Annelerin de ‘yok kesesi’ olur Filiz Hanımcım. Yok yok der, dar gün olunca bir yerden bir şey çıkarır. Toprak da böyle bir şey işte.”

'BABAANNEMİN YAPTIĞI HER İŞE BURNUMU SOKTUM BEN'

Kocaeli Kandıra’da yaşayan, tohum toplayan, o tohumları deneyen, eken; en büyük öğretmenim arılar, karıncalar, örümcekler diyen Nardane Kuşçu’yla konuştuk.

“Çok iddialı konuşmayı arzu etmem ama her insanın misyonu vardır. Doğduğumuz ortam, geldiğimiz kültür o misyonla belki bir araya geliyor. Mesela ben Çukurova’da, babaannemin yönettiği bir çiftlikte doğdum. Babaannemin o çiftliği yönetmesi Kurtuluş Savaşı akabindeydi. Savaş zamanında eli iş tutan erkek kalmamıştı ki… Kadınlar bu işleri yapmak durumunda kaldı. En doğrusu kadın ve erkeğin bir arada bir işi yürütmesi, üretmesi… Babam rahmetli böyle derdi. Kadınlar ne yapacak? Öncelikle evini, ailesini, benim gibi Yörük ise obasını doyuracak. Dedemin babası Kurtuluş Savaşı'nda dört sahra hastanesi açmış bir hekim. Böyle bir kültürden çıktığında ne yaparsın? Babaannem çiftçilik yapıyor. Yedi kardeştik. Babaannemin yaptığı her işe burnumu soktum ben Filiz Hanım. Her yere… Ne yapıyorsa… Örneğin ben hâlâ Narköy’de tohumu kurda kuşa aş olsun diye atıyorum. Babaannemin attığı gibi… Pamuk tarlasının içine atıyorum; karpuzlar, bamyalar, börülceler kurda kuşa aş olsun diye. Neden? Bütün canlıların gıda hakkı. Bütün canlılar bir. İnsanın bu ukalalığı, her şey benim için yaratıldı densizliği gibi değil işler. Biz de diğer canlılar gibi doğanın anlamlı bir parçasıyız. Bu kadar…

'HER NE GELDİYSE AMERİKA'DAN HEPSİ ALERJİ YAPTI'

Zanaat öğrenmek tabi… Maya yapmak da öyle, hepsi öyle. Bizim burada çocuklar kızıyordu; yok çakal girmiş, karpuz yemiş. Yesin… Onun da hakkı var. Gider gübresini etrafa saçar. Bir zamanlar dergilere yazabilirdim. Şimdi yazamıyorum artık, tembelleştim. Hikâye anlatıyorum şimdi. 66 yaşındayım. Evet, birilerinin de hikâye anlatması lazım. Hikayenin de özelliği şu: Hem bilincimize, hem bilinçaltımıza hitap eder. Bizler masal dinleyebildiğimiz için düş kurabilmiş çocuklarız. Düş kurabildik ki düşümüzü, işimizi yapabildik. Çukurova sıcak olur. Yazın yaylalara gidersiniz. Doğayı tanırsınız. Marshall yardımı geldiğinde ne olduğunu görüp, uyanmış çocuklardan biriyim ben. Her ne geldiyse Amerika’dan hepsine alerjim oldu benim. Süt tozundan ölmeye yattım. Kötü adamlar getirdi diye… O yaştan başlayan bir tohum toplama hikâyem oldu. Çok küçükken de toplardım, ekerdim. ‘Bununla şunu yapalım mı? Bak buradan ne çıktı babaanne’ falan gibi… O zaman da biyolojiyi -herkes beni edebiyatçı falan zanneder- kimyayı severdim. Hâlâ da severim. Bana hep sorarlar. Bir ilkokul öğretmeni niye bu kadar anatomiyi merak eder. Dünyada kendimizi ifade edeceğimiz araç bu beden. Tanımak lazım aracı. Bizler Misak-ı Maarif öğretmenleriyiz. Tohum biriktirmezsiniz. Denersiniz. Bir tane saksıya ekersiniz. Ne olup bittiğini görürsünüz. Aslında tohumun bankası toprak. İnsan da bir tohumdur. Öğretmenlikle kesişme noktası bu. Biz okullarda da bahçeler kurardık. Bizim yetişme tarzımız böyleydi Filiz Hanımcım. Biz kooperatifçilik dersi görürdük, gittiğimiz köylerde kooperatif varsa komiserliği bize düşerdi. 18 yaşındayken bile ihtiyar heyetinde bir yerimiz vardı. Kendine yetebilme, yok demek yerine, üretebilmeyi öğrendik. Hatta okulların döner sermayeleri vardı. Çok az memur olurdu. İşleri biz görürdük. Bütün bu alt yapı bunları getirdi. Birazcık da öngörü… Görüyorduk yani, neler kayboluyor, neler oluyor? Bunun maliyeti nedir? Sağlık, özgürlük… 2006’da çıkan tohumculuk yasası… Bunların hepsi bir araya geldiğinde önce kaos oluşturuyor ama o kaostan bir yere çıkılıyor. Matematikte kaos teorisi ile minimum yasasını çok severim. Kaos çok fazla malzeme biriktirir. Az malzemeyle kaos olmaz. Evinizden taşındığınızı düşünün. Her şey ortadayken bir kaostur dimi? Sonra ondan bir düzen kurarsınız. Şu anda da bir kaostan geçiyoruz. Bundan bir düzen çıkacak. Umutsuzluk doğru değil, hak değil bir kere! Çünkü gelecek nesile haksızlık. Hem canlıları seviyoruz deyip hem de umutsuzluk olmaz! Adil değil. Hani derler ya denizler durulmaz, dalgalanmadan. O dalgalar olur, bir şeyler değişir, dönüşür. Değişmeyen şey değişim. İşte orada mevcut olumluları fark ederek bir şey ortaya koymak durumundayız. Başka bir seçenek yok. Şu anda da bu pandemi böyle. Pek çok pandemi yaşamış dünya. Öğretmenimizin adı ‘Covid-19’ şimdi. Bizi tıktı bir yere, öğretiyor. Doğanın şımarık çocuklarına öğretiyor. Bundan bir şey çıkarmamız gerekiyor. Hep beraber… Minimum yasası da buna işaret ediyor Filiz Hanım. Yani benim yaptığımın ne önemi var ki değil… Saç teli kadar bile olsa o katkı önemlidir. Hadise böyle başladı. Sadece tohumla da bir şey yapamazsınız. Topraktaki mikroorganizmaları da korumanız gerekir. Yağmur suyuna niye rahmet diyorlar? Çünkü içinde arındırıcı bir molekül vardır. Yörük adetinde mesela loğusaları, bebekleri yağmur suyuyla yıkarlar.

'BEŞ KİŞİLİK AİLE ŞİRKETİYİZ'

1974’te evlenerek İstanbul’a geldim. Biraz gezer dolaşırdım. İşte bu sene, bir kaç yıldır dolaşamıyorum. Kandıra bir köprü coğrafyadır. Biz de köprü coğrafya istiyorduk. Kimseye kırsala git, kentte gel demek gibi bir derdimiz yoktu. Kendine yetebilen bir köy kurmak, bunun içinde eko-turizm, deneyime dayalı eğitim, gastronomi hepsini bir araya getirmekti isteğimiz. Arkadaşlarla elimizdeki bütün olanakları kullanarak, hayat boyu kazandığımız evimizi barkımızı satarak Narköy’ü oluşturduk. Bu bizim deliliğimizdi. Öyle gidiyoruz işte… Biz beş kişilik aile şirketiyiz. Şirketimizin genel müdürü Ozan, oğlum. Finansımızı gelinim Ebru yönetir. Mimari işlerimize Beste bakar. Kızım… Eşim teknik işlere bakar. Şu an artık ikinci nesil yürüdüğü için mesela eşimle benim zorunlu bir durumumuz yok. Biz buranın büyükannesi, büyükbabasıyız. Çünkü nesillerin de yürümesi lazım. Kızımdan olan 17 aylık torunumun dadısı Fransız. Bana otları gösteriyor; ‘Koklayacak mıyım? Yiyecek miyim?’ diye soruyor. Bu şekil kuşaklar, insanlar arası öğrenme olmazsa, demografik yapıyla işbirliğiniz yoksa bu işler sürdürülemez. Bu arada kadın emeğini de görünür kılmak lazım. Bugün kadın emeğini çeksek sosyal patlamadan yıkılır ortalık ama gören yok, takdir eden yok. Kadınlar tohumları bir yere giderken saçlarının arasında saklarlar. Çoluğunu çocuğunu beslesin diye… Kadın böyle bir şeydir. Türkiye’de bunun çok özel bir örneği var. Bedriye Berber Engin. Duydunuz mu? Annesini 5 yaşında kaybetmiş. İlkokul mezunu, sıra dışı bir okur. Okuduğu kitaplardan aldığı feyzle inanılmaz bir kalkınma projesi yaptı. Yani bu okulu bitirdim, okudum, param vardı fantezisi değil.

Yerelde bu işleri yapacak arkadaşlar varsa, gidip şehirden kimseyi çağırmıyorum. Bizim köylü kızlarımız CEO’lara eğitim veriyor. Birlikte peynir ekmek yapıyorlar, ekim dikim yapıyorlar, tohum odasını geziyorlar… Birilerini küçümsemek, kendimize verdiğimiz değeri gösteriyor. Öğrenme, deneyim kazanma hakkımızı yok ediyor. Dolayısıyla burada da o ilişkinin kurulması hem ülkemiz, hem dünyamız açısından daha sürdürülebilir bir şey oluyor.

'ÜÇ TANE BÜYÜK ÖĞRETMENİM VAR'

Her biriniz, her boşlukta çalışın. Kendi tohum bankanızı kurun. Balkonunuzda, salonunuzda… Eşim bana ‘Bir sabah uyanacağım, burnuma, gözüme bir şey ekmiş olacaksın’ diyordu. Şimdi; 95 çeşit domatesten her sabah bir kilo domates yerken hiç itirazı yok.

Biraz önce çocuklara Tanzanya’dan söz ettim. Çocuklar dedim, bu saatten sonra Tanzanya’ya gidemeyeceğim. Alın kadınları götürün. Su çıkarmayı öğretenler var. Öğrensinler… Toprakla ilgili her şeyi öğrensinler. Yetiştirsinler, çoluk çocuklarını beslesinler, fazlasını da satsınlar. Eğer siz eko-sisteme uygun bir şey yapıyorsanız Filiz Hanım, sistem sizi destekler. Çünkü eko-sistem uzlaşmaya dayalıdır, iyicildir. Ekolojik yazarlığı kendim öğrenip, öğreteceğim falan diye epey tepinmiş biriyim. Üç tane büyük öğretmenim var: Karınca, arı, örümcek. Evet, doğayı izledim. Gerçek özgüven için doğanın bir parçası olduğunu kabul ettiğinizde sağlıklı özgüven, özsaygı geliyor. ‘Her şey benim için’ diye baktığınızda yağmacı, hedonist olursunuz. Yok edersiniz. Soykırım yaparsınız.

'BOĞAZINDAN BAĞLI BİRİ ÖZGÜR OLABİLİR Mİ?'

Tohum özgürlük demek. Gıdayla özgürlük arasında doğrudan bir bağ var. İthal ederiz, paramız var dediniz. O devletler size gıda veremediğinde ilk kendi uluslarını doyurmak isteyecekler. İnsanlar açlıkla terbiye olur. Açlıkla terbiye olan, boğazından bağlı biri özgür olabilir mi?

Örneğin buraya geldiğimizde yabani altın çilek bu coğrafyada vardı. Benim elimde kültürü alınmış 39 tohum vardı ki altın çileğin içinden 150- 155 tohum çıkar. Elimdekinden illa bir ‘yok kesesi’ yaparım. Doğa da yapar bunu. Bir kısmını ektim. Şimdi düştüğü yerden çıkıyor. Neden? Büyükannesi, büyükbabası burada; ona öğretiyorlar. Yabani fındık var. Normal fındığımız var. İtalya’dan kuzenlerini getirdim. O da alıştı; veriyor. Öğrendi. Mesela hiç köye gitmediniz ama orda akrabalarınız, kuzenleriniz var. Gittiğiniz zaman sizin orada adapte olmanızı sağlarlar. Aynı hikâye… Mesela delice zeytin, kara tavuk denilen kuş olmasaydı olmazdı. O bağlantı koparsa ‘Tuzsuz Deli Bekir’e’ döneriz. Neden sonuç ilişkisi kuramıyoruz, biz onu yapmaya çalışıyoruz. Çabamız bu.

Kentsel tarım çok önemli. Bu konu ve pek çok konu partiler, makamlar üstü. O makamları, o elbiseleri kendimiz sanıyoruz. Beden bile bir elbise Filiz Hanım. Nasipse mezarlık denen gardıroba bırakıp, eve gideceğiz. Abartacak bir şey yok. Bunu şu dini inanç, bu dini inanç anlamında söylemiyorum. Bilimsel anlamda eğer sağlıklı beslenmişsek, biz de bir şeylerin gıdasıyız, dönüşeceğiz, üstümüzde ot bitecek. En güzel gidiş de bu.

Bir zamanlar kendimi çok yalnız hissediyordum bunlarla uğraşırken. Çatlak olduğum kesindi ama birkaç çatlak daha olsa iyi olurdu diyordum. Var var, çok şükür var. Biz bütün dünyada da birbirimizi biliriz. İyilik çoğalsın, umut daim olsun. Başka bir derdimiz yok. Siz gençler yürüyorsunuz, yolunuz açık olsun. Biz birbirimizin umudunu tazeliyoruz. Biz de elimizdekini, avucumuzdakini paylaşıyoruz. O kadar…

Doğa bile ‘yok kesesi’ yapmış. Kızıl tilkinin nesli tükendi diyorlardı. Saklamış. Çıktı burda. Bizde av yasak, kimyasal kullanılmıyor, su temiz falan. Kızıl tilki tur attı. Bizim köpekler, çakallara laf eder ona selam durdular. Saldırmadılar… Bir sürü kuş çeşitleri çıktı. Annelerin de ‘yok kesesi’ olur Filiz Hanımcım. Yok yok der, dar gün olunca bir yerden bir şey çıkarır. Toprak da böyle bir şey işte. Toprakla kadın benzer ama toprağı çiğnedikleri gibi kadınları da çiğniyorlar. Terlik, pabuç var vallahi. Birer tane yiyecekler. Anneliği, babalığı bilmemiz lazım. Şimdi genç anneler babalar daha çok hoşuma gidiyor benim. Bu olumlu gelişmelerden bir tanesi. Empatiyi kurabiliyorsak; birbirimizi anlayabiliyoruz. Bu yani… Büyükanneden hikayeler kızıma…”

Daha çok dinledim. Sohbetimiz kahkahalarla dolu oldu. Şu illet bitsin, misafiriniz olacağım dedim.