YAZARLAR

Bir yazarın gözünden göçmenlik: Almula Türedi ile huzursuz ruhlar şenliği

Almula Türedi'nin Huzursuz Ruhlar Şenliği adlı romanı Alakarga Sanat yayınları tarafından yayımlandı. Türedi, göçmenlik üzerine kendi deneyimlerinden de yola çıkarak "İnsanın yabancı bir şehirde kendiyle baş başa kalması acayip bir deneyimmiş. Hayatın karmaşası içinde belki de çoğu zaman üzerine durup düşünme fırsatı bulamadığın her şey her an aklına üşüşüyormuş. " diyor.

Bir hikâyenin sonu, onun ruhunu adeta mühürleyen son dokunuş gibidir. Kimi anlatılar, okuru “iç açıcı” bir finale ulaştırırken, kimileri içimize çöreklenen bir hüzünle noktalanır. Peki, her hikâye mutlu sonu hak eder mi? Ya da her son, mutlu olmasa da anlamlı olabilir mi? Belki de asıl mesele, bir hikâyenin nasıl bittiği değil, o sona nasıl varıldığı... Çünkü kimi zaman, iyi bir son, iyi olmasa da unutulmazdır.

Öykü ve senaryo yazarı Almula Türedi, Alakarga Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Huzursuz Ruhlar Şenliği’ni, “Filmin sonu hep iyi olsun isteyenlere” ithaf ediyor.

Roman, bambaşka bir kültürde “tüm kırılganlığıyla” hayatta kalmaya çalışan, kendisiyle baş başa kalmaktan korkup türlü hastalıklar üretmesi karşısında Belçikalı bir psikoloğun tavsiyesiyle kendine mektuplar yazıp onları katlayan, bir süre sonra yeniden okuyan Aslı’nın ekseninde ve onun kendini bulma serüveninde dönüyor.

Roman bir yandan da insanlık tarihi kadar eski bir başka sorunsala odaklanıyor: Gitmek mi zor, kalmak mı? Birhan Keskin, Y’ol adlı kitabında şöyle der: “Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum. Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep. Ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.”

Bir yazarın gözünden göçmenlik: Almula Türedi ile huzursuz ruhlar şenliği - Resim : 1
Huzursuz Ruhlar Şenliği, Almula Türedi, 214 syf., Alakarga Sanat Yayınları,, 2025

Türedi’nin kitabında ise köşe bucak kaçtığı ülkesi aslında hep içinde saklıdır Aslı’nın… “Huzuru bulamadığımız bir evde yaşıyorduk hepimiz” diye tasvir ediyor bu ruh halini… Yeni yıldan beklentisi “iyileşmek” ve “anlamak”... Huzuru uzaklarda arasa da, gri Ankara’dan sonra soluğu yine gri Brüksel’de alsa da, aslında kendi içinde tanımlayamadığı tüm duygular, tüm kırılganlıklar ve aynı anda da tüm tezatlar isyanda... Bu ruh hali de, yeni tanıştığı Avrupalılar ve Türklerle yaşadığı karşılaşmalarda su yüzüne çıkıyor.

Türedi’nin ana karakteri Aslı üzerinden ördüğü olay örgüsü, bir yandan da Avrupa’nın başkentinde, kendi ülkesinde yaşayacağından daha muhafazakâr yaşayan, Türk kimliklerine dört elle sarılan göçmenlerin mikro dünyasına uzanıyor. “Hiç Türk’e benzemiyorsunuz” şeklindeki “sözde” iltifatlar karşısında “Hayır, tam da Türk’e benziyorum ben” diyen Aslı’nın gözlerinden, göçmenliğin katmanları birer birer aralanıyor.

Şairin sözüne güvenirsek, “yolun yarısına gelmiş” olan 35 yaşındaki Aslı’nın, “Batıya kızıp Doğulu gibi olmaya çalışmak; Doğuyu beğenmeyip Batıya yeniden yanaşma çabası” diye tanımladığı… Oysa, insan, hep o “huzursuz ruhlar” evinden izler taşır – gitse de, kalsa da…  

Bir göçmenin yabancı bir ülkenin toplumsal dokusuna ve aynı anda da kendi içinde yaşadığı zorlu, yaralayıcı ama bir o kadar da “bizden parçalar barındıran”, kültürel yabancılaşma ve kimlik arayışını eksenine alan ilk romanı hakkında Almula Türedi ile Gazete Duvar olarak söyleşi gerçekleştirdik.

Kitabınızda göçmenlik deneyimini hem fiziksel hem de ruhsal bir yolculuk olarak ele alıyorsunuz. Kendi deneyimlerinizin bu hikâyeye nasıl yansıdığını anlatır mısınız? Romandaki Aslı, sizden nasıl izler taşıyor?

Ben görece geç bir yaşta göçmenliği tecrübe ettim. Uzun süreli ilk yurtdışı tecrübem, Belçika’daki Katolik Leuven Üniversitesi’ne yüksek lisans için gittiğim dönem oldu. Daha sonra yine Belçika Brüksel’e bu sefer üç yıllığına Avrupa Birliği müşaviri olarak atandım.

Leuven ve Brüksel, her ne kadar ikisi de Belçika’da olsalar da birbirinden farklı dinamikleri olan iki şehir... Leuven’de yabancı bir öğrenciyken ve tek derdim ders çalışmak iken, Brüksel’de ülkesini temsil eden ve ülkesinin bağlarından arınmamış biri olarak bulundum. Çalıştığım kişiler, bulunduğum ortamlar hep işim etrafında şekillendi. Yine de Brüksel’in o kozmopolit yapısını ben çok sevmiştim. Çoğu kişi sevmez, “ne var ki Brüksel’de sanki” derler. Belki Ankara’ya benzettiğimden, belki o çok kültürlü yapısından dolayı ben aksine o şehri çok sevdim. Brüksel’de aslında herkes bir nevi yabancı çünkü, insanların bir yerden bir yere geçerken uğradığı bir yer ya da geçici olarak atandıkları, bulundukları bir şehir…  

Tüm bunlar, orada geçirdiğim zamanımın hep neşe içinde geçtiği anlamına gelmiyor tabii. İnsanın yabancı bir şehirde kendiyle baş başa kalması acayip bir deneyimmiş. Hayatın karmaşası içinde belki de çoğu zaman üzerine durup düşünme fırsatı bulamadığın her şey her an aklına üşüşüyormuş. Ruh haline göre insanı aşağı da çekebiliyor bu düşünceler... Pandemi zamanı eve kapandığımız o dönemde Brüksel’de olmam ne yazık ki moralimi çok bozdu. Romanda da zaten hastalık hastası olmaya başlayan bir kadının kendini iyileştirme çabasıyla başlıyor her şey. Gerçekten ciğerlerin mi ağrıyor yoksa içinin sıkıntısı mı boğuyor, anlayamıyorsun. Ben de tam anlamıyla böyle bir dönem geçirdim.

Bir yazarın gözünden göçmenlik: Almula Türedi ile huzursuz ruhlar şenliği - Resim : 2
Almula Türedi

Ana karakterin içinde yaşadığı kültürel yabancılaşma ve kimlik arayışı, göçmenlerin ortak bir duygusu. Sizce bir insanın ait hissetmemesi mi daha zor, yoksa ait olduğu yeri geride bırakması mı? Türk göçmenler açısından bu deneyimin farklı yönleri de var mı sizce?

Kitapta da Aslı’nın ziyaret ettiği ve benim de sevdiğim bir müze var Brüksel’de: Belvue Müzesi. Belçika’nın tarihini anlatıyor. Mesela orada göçmenler için ayrılmış bir köşe var, göçmenlerin bu ülkenin gelişimine sundukları katkıyı bir nevi onurlandırmak için onlara bir alan ayırmışlar. Sadece Türkler yok tabii, başka ülkelerden gelen göçmenlerin de yanlarında getirdikleri eşyaları, ailelerine yazdıkları mektupları, fotoğrafları koymuşlar. İnsanın yeni geldiği bir yerde kendi benliğini korumak adına sıkı sıkıya sarıldığı eşyaları var. Türk göçmenlerin çoğu okuma yazma bilmedikleri için seslerini kaydettikleri kasetçalarlar var ya da ülkesinden bir iz, bir tat yakalamak için semaver getirmiş. İşin kötüsü bu ilk giden işçilerimiz nasılsa döneceğiz düşüncesiyle Belçika’nın dilini öğrenme gayretine bile girmemişler. Yabancılıklarını kendileri de katlamışlar. Sanırım en zoru da bu. Geçici olarak bulunduğunu düşündüğü bir yerde eğreti oturan misafir gibi her an kalkıp gideceğini düşünmek, ama bu hiçbir zaman olmayınca da uzundur oturduğu yerde uyuşuk bir yabancılık çekmek... Sonunda iki tarafa da ait olamamak... Çünkü bir gün döneceklerinin hesabını yaptığı ülke de yerinde durmuyor, her an ve her şey değişiyor. Sonunda ilerleme kaydedememiş tek grup olarak gurbetçiler, tatillerde gördükleri memleketlerine de ait olamıyorlar.

Hatta romanınızda da sözünü ettiğiniz gibi, memleketlerinin Avrupa Birliği üyesi olmasına bile karşı çıkıyorlar. Huzursuz Ruhlar Şenliği, yalnızca göçmenlik üzerine değil, aynı zamanda bir kendini keşif hikâyesi. Bu novellada da kendine yazılan mektuplar üzerinden bize ulaşıyor. Kitabı yazarken sizi en çok zorlayan veya en çok dönüştüren anlar neler oldu?

Uluslararası Edebiyat Evi Passa Porta beni Haziran ayında Brüksel’e davet etmişti. Kaldığım sürece çalışmam için bir ev tahsis ettiler, sık sık Türk mahallesine gidip insanlarla konuşma şansım oldu. Brüksel zaten yaşadığım bir şehirdi ama tabii görev yaptığım sırada böyle bir şey yapamazdım. Bu sefer “yazar” etiketiyle insanlarla konuşma şansım oldu. Çok acıklı hikâyeler de duydum, daha önce hiç aklıma gelmeyen arada kalmış insanların öyküleri var orda. Başta konuşma isteği gösterip sonra korkup çekinen bir kadın arkadaş oldu mesela. Beni gazeteci sandı sanırım. Bu süreçte, orada yaşayan kız çocukların erkeklere nazaran daha fazla okula gitme ve başarma azmi olduğunu öğrendim.

İnsanları dışarıdan görünüşlerinden yürüttüğümüz tahminlerle sınıflandırmak kolay. Ben şahsen bu konuda kolaycı bir insan olduğumu fark ettim. Yazdıklarımı eğip bükmek durumunda kaldım. Kimse bulunduğu noktaya zevkinden gelmiyor. İnsanları yargılarken biraz daha insaflı olmak gerektiğini anladım. 

Onun dışında Brüksel’de kaldığım süre içinde Passa Porta, beni “Türk yazar” diyerek kendi okur çevresine tanıttı ve kaldığım evde bir gün Belçikalı ve başka ülkelerden okurlar gelip kitabımın ilk sayfalarını dinlediler. Kitabım Türkçe elbette o yüzden yazdığım ilk birkaç sayfayı İngilizceye çevirdik ve ben o ilk üç sayfayı İngilizce olarak ziyaretçilere okudum. Ziyaretçilerden biri de yaşlıca bir İtalyan hanımefendiydi, sunumum bittikten sonra “Bir an evvel kitabın basılmasını isterim, çok ilgimi çekti”, dedi. Ben de beğenmesine çok sevindim elbette. Kadın devamında da, “Türkiye sonuçta Avrupa olmadığı için, burada yaşarken neler hissettiğinizi çok merak ediyorum”, dedi heyecanla. Fark etmeden neşe içinde benim bir damarıma bastı ve ben her ne kadar o esnada o kadın konuk da olsa kaşımı gözümü zor zapt ettim. Herkes gittikten sonra düşündüm ki ara ara da olsa Aslı gerçekten benmişim.

Bir yazarın gözünden göçmenlik: Almula Türedi ile huzursuz ruhlar şenliği - Resim : 3Haklısınız. Ben de okurken aynı şeyi düşündüm. Aslı, hepimizden parçalar barındıran, çok katmanlı bir ana karakter. Onun iç sesiyle kendi anlatımınız arasında nasıl bir denge kurdunuz?

Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş Şiiri malum hepimizin bildiği bir şiir. Belki bu şiirin de etkisiyle otuz beş yaş bir şeylerin dönüm noktası gibi düşünülür hep. Aslı da yolu yarıladığını düşünen, düşünmese de çevresi tarafından hissettirilen bir kadın. “Bir şeylere geç mi kaldım acaba?”, sorusu sinsi bir şekilde ara ara aklının yüzeyine çıkıyor. Halbuki yaşarken üzerine belki fazla düşünmüyor. Ama yeni insanlarla tanıştığı bir ortamda ya da eski arkadaşlarla karşılaştığında bile hemen sorulmuyor mu bu özellikle kadınlara: Eee daha daha neler yaptın? (Neden evlenmedin? Neden çocuğun yok?) Açıkça sorulmasa bile satır aralarında var bu sorgulayış. Aslı böyle ilkel sorgulamalara karşın kendi hayatını anlamlandırma peşinde. Onu çok katmanlı yapan da bu zaten. Aslı’nın karakterini ve bu karakterin çevresinde hislerini şekillendirirken kendi sesimin fazla çıktığını fark ettim. O zaman kendime telkinde bulundum: Benzerlik var ama sen Aslı değilsin, diye. Mesela yazarken kendimi kaptırıp sayfalar sayfalar doldururken aslında Almula olarak benim baskın çıktığımı fark edip ilerleyen sayfalarda Aslı’nın benden bambaşka yanlarına yöneldim.

Ana karakterin bu yöndeki deneyimleri ışığında, göçmen ve kadın olmak, kişiye ilave bir kırılganlık yüklüyor mu sizce?

Kesinlikle! Sosyal bilimler literatüründe yer alan “çoklu ayrımcılık” denen ifadeye benzer şekilde bu durumu “çoklu kırılganlık” olarak ifade edebilirim. Kimliklerin birden fazla katmanı var ve yabancı bir iklimde kadın olmak belki de en zoru. Ben bu zorluğa bir de eğitim seviyesini ekleyeyim. Eğitimsiz olmanın yüklediği zorluklar ayrıyken eğitimli olmanın ve bir nevi her şeyin farkında olmanın getirdiği fazladan bir külfet de var. Diyorsun ki “ben de bunları biliyorum, ben de yapabilirim”… Ama işte günün sonunda insanın elini kolunu bağlayan kültürel prangaları var. Bunu açıkça kimse söylemese de orada duruyorlar, çünkü yıllardır yaşadığın kendi memleketinde ilmek ilmek işlenmiş bunlar. Mesela yine Belçika’da duyduğum hikâyelerden biri bu. Bir şekilde Belçika’da yükseköğrenim almış, diller öğrenmiş, başarmış üçüncü kuşak Belçika vatandaşı Türk kızlarının isteseler bile yabancı biriyle evlenememeleri... Bu kızların aileleri ancak Türk ya da Müslüman damat kabul ediyorlarmış, ancak bu kızlar, mahallelerindeki erkeklerden farklı olarak eğitimlerine genelde yüksek aşamaya kadar geliyorlarmış. Her ne kadar aynı yerden gelseler de eğitim öğretimin farklılaştırdığı insanlar bunlar. Hikâyenin ne yazık ki genelde ne şekilde biteceği belli. Bu kızların yaşadıkları ilave zorluklardan sadece biri bu.

Kitabınızın okuyucuda nasıl bir etki bırakmasını umuyorsunuz? Göçmenlik, kimlik ve aidiyet konularında toplumsal bir farkındalık yaratmayı hedefliyor musunuz?

Brüksel’de görüştüğüm ve fikrini aldığım Belçika vatandaşı bir Türk kadın bana aynen şunları söylemişti: “Artık biri de bizi yazsın”. Benim elbette gurbette zorluklar yaşayan vatandaşlarımıza yönelik bir farkındalık yaratmak gibi büyük bir hedefim yok, olamaz da. Ama Türkiye’den yakın zamanda ayrılıp yurtdışında yaşamaya yeni başlamış ve sayısı giderek artan yeni bir kitle var. Bunlar kendilerini Avrupalı gibi hissediyor, ama tam olarak öyle de olmadıklarını iliklerine kadar hissediyorlar. Sürekli ülke gündemini konuşuyorlar, gitseler de tam gitmiş değiller. Gitmek kolay değil, belki 1960’lı yıllarda “bir gün nasılsa döneceğiz” diyerek eğreti yaşamaya alışmış gurbetçilerimizle benzer bir ruh durumu içindeler şu anda. Ben de kimsenin yaşadığının kolay olmadığını, gitmenin bazen kalmaktan daha çok zorluk içerdiğini belki bir nebze hissettirebildim bu kitapla…

Edebiyatta göçmenlik ve aidiyet meselelerini ele alan pek çok eser var. Sizi bu temayı işlemede motive eden neydi? Sizi etkileyen yazarlar veya kitaplar oldu mu?

Beni en çok etkileyen eserlerden biri Demir Özlü-Ferit Edgü mektuplaşmalarının kitaplaştırıldığı “Öz Yurdunda Yabancı Olmak”. Bu iki yazarın yaptıkları karşılaştırmalar, hislerinin benzerliği oldukça çarpıcıydı. 1950’li yıllarda yaptıkları gözlemin yer yer hâlâ geçerli olduğunu görmek de çok öğretici.

Bir de Belçika’ya yüksek lisans yapmaya giderken çok sevdiğim bir arkadaşım bana “Türk Promethe’ler: Cumhuriyet'in Öğrencileri Avrupa'da” adlı kitabı hediye etmişti. Cumhuriyetin ilk yıllarında Avrupa’ya eğitime gönderilen öğrencilere Atatürk’ün “Sizi bir kıvılcım olarak gönderiyorum, volkan olup dönünüz!” dediği söyleniyor. Bence bizim beyaz yakalı sınıfın üzerine yüklenen tarihi bir misyon bu: Çağdaş bir eğitimle birlikte ülkenin kalkınması…  Kitapta Aslı da Belçika’da girdiği iş mülakatında kazanıp kazanmamaktan çok bu misyonu ve ülkesinin temsilinin yükünü hissediyor aslında. Mülakatta “acaba kendimi ve ülkemi utandıracak bir şey dedim mi?” korkusu… Bizim eğitimli sınıfın, bugün her ne kadar üzerine karabasan gibi çöken gündemden kaçmak için yurtdışına gitse de, içten içe bir gün geri dönüp birikimlerini ülkeleri için kullanma isteğiyle yanıp tutuştuklarını düşünüyorum. Ne de olsa onların kıvılcımları da Türkiye’de atıldı.


Menekşe Tokyay Kimdir?

Uluslararası ilişkiler alanında Galatasaray Üniversitesi'nde lisans, Avrupa Birliği bölgesel politikaları alanında Belçika Katolik Louvain Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan ve Avrupa Birliği siyaseti alanında Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü'nden doktora derecesi olan Tokyay, 2010 yılından beri ulusal ve uluslararası haber ajansları için röportaj ve analizler yaptı. Uzmanlık alanları arasında AB siyaseti, Orta Doğu, çocuk hakları ve sosyal politikalar yer almaktadır. Kendisi Fransızca ve İngilizceden birçok kitabı Türkçeye kazandırdı. Aynı zamanda aylık klasik müzik dergisi Andante’de köşe yazarı olan Tokyay, bir yandan da sanat alanında önde gelen isimlerle ve müzik alanında üstün yetenekli çocuk ve gençlerle ses getiren söyleşi dizileri gerçekleştirdi.