YAZARLAR

Bir topraksızlaşma öyküsü

"Alcarràs"ı izlerken yönetmenin hikâyeyi bağladığı noktaların çarpıcılığı bizim sinemamızdaki kimi sıkıntıları hatırlattı bana. Ama burada sorunu sadece sinemacılarda görmemek gerek. Tarihi, siyaseti, kültürü ve ekonomiyi kopuk kopuk algılayan bir ülkenin sinemacıları onlar da. Belki de tam da bu yüzden "geçmişten ders almıyoruz" ezberlerini tekrar duymak zorunda kalıyoruz. Artık sadece bugüne bakarak olayların kavranamayacağının farkında olan hikâyeler anlatmaya başlamalıyız.

Katalan sinemasının son dönemdeki en yetenekli isimlerinden Carla Simon, ilk uzun metraj filmi "93 Yazı"nda yüreklere oturan bir büyüme hikâyesi anlatıyordu. Anne babasını kaybetmiş küçük bir çocuğun, kentten ayrılıp bir köy evinde dayısı, yengesi ve onların çocuklarıyla başlayacak yeni hayatının ilk günlerine davet ediyordu bizi yönetmen. Simon, yalnızca bir çocuğun hikâyesini değil, arka planda da ülkenin değişen çehresini koyuyordu kadrajın içine.

Geçen yıl Berlin’de Altın Ayı kazanan yeni filmi "Alcarràs"ta maharetlerini daha da büyütüyor yönetmen. Barselona’ya arabayla iki saatlik mesafedeki, filme adını veren Alcarràs kasabasındayız. Solé ailesinin yıllardır işlettiği çiftliğe konuk oluyoruz. Satmak için şeftali, kendileri için türlü türlü meyve sebze yetiştiren Solé ailesinin başında büyük bir sorun var. Arazilerine göz konulmuş durumda. Onlarca yıldır bu araziyi işletiyor olmalarına rağmen ortada bir sözleşme olmadığı için hasat sonunda devretmeleri istenmiş.

Film boyunca, vaktiyle bir sözleşme yapmadığı için mahcubiyetini hissedeceğimiz ama eskiden işlerin güven üzerine kurulu olduğunu düşündüğü için buna ihtiyaç duymadığını öğrendiğimiz Rogelio bize rehberlik ediyor geçmiş konusunda. Rogelio’nun ailesi, toprak sahibi aileyi saklamış iç savaş sırasında. Onlar da toprağı işlemelerine izin vermişler. Bu on yıllardır devam etmiş. Ama toprağın son kuşak sahibi araziye güneş panelleri kurarak daha karlı bir yatırıma dönüştürmek istiyor araziyi. Bu önemli. Çünkü inşaat gibi hepimizin hemen karşı çıkacağı bir yatırımı değil, 'doğa dostu', 'çevreci', ‘düşük maliyetli’ güneş panellerini tercih ediyor yönetmen. En nihayetinde tarım arazisinin daha karlı bir alana feda edilmesi mesele! Bunun çevrenin ve bizim dostumuz olmasının bir önemi yok. Piyasa bütün dostlukları kendisine bağlar bir şekilde!

Carla Simon, bu yeni durumun Solé ailesinde yarattığı sarsıntıyı ustaca işliyor. Aile bireylerinin yeni duruma adapte olmaları, uyum sağlamaları zorlu bir sürecin kapılarını aralıyor. Bu süreç boyunca kavgalar, küslükler eksik olmuyor masadan. Yönetmen tıpkı "93 Yazı"nda olduğu gibi burada da kamerayı yakın tutuyor karakterlerine. Ailenin içine kadar davet ediyor bizi. Çağdaş Romanya sinemasından ödünç aldığı bu estetiği ustaca kullanıyor Simon. Bizi de ailenin türlü duygularının birer parçası yapmayı başarıyor. Riskli bir tercih öte yandan bu. Çünkü mesafeyi ortadan kaldırma iddiasının altına girdiğinizde kontrol etmeniz de giderek güçleşebilir. Dolayısıyla seyirci sizin istemediğiniz yönlere gidebilir ya da başka türlü manipüle olabilir. Tarih bu tür riskler alıp filmi hiç düşünmediği, aklından geçirmediği yorumlar alan yönetmenlerle dolu. Ama bu riskleri ustalıkla göğüslüyor Katalan yönetmen. Üstelik tıpkı "93 Yazı"nda olduğu gibi burada da çocuk oyuncu kullanımında şapka çıkartacak bir verim alıyor. Bütün bu kakofoni içinde çocukların varlığı sağaltıcı bir etki yaratıyor.

Kamerayı baştan sona olayların merkezine yerleştirmiyor Carla Simon öte yandan. Yeri geldiğinde ihtiyacı olduğu kadar geri çekilip 'büyük resmi' görmemize olanak yaratıyor. Hem İspanya’nın yaşadığı neoliberal dönüşümün çiftçiler üzerinde yarattığı tahribatı görmemizi sağlıyor hem de doğadaki yıkımın görsel dünyasını da inşa ediyor.

"Alcarràs"ı izlerken ve üzerine düşünürken yönetmenin kurduğu yapının, hikâyeyi getirip bağladığı noktaların çarpıcılığı bizim sinemamızdaki kimi sıkıntıları hatırlattı bana. Basit bir rant hikâyesini, yaklaşık 90 yıl önceki iç savaştan alıp küçük bağlantılarla bugünlere kadar taşıma becerisi, böylesi bir tarihsellik kavrayışı oldukça dikkat çekici. Bizim çağdaş sinemamızda anlatılan hikâyenin tarihselliğine, geçmiş ile bugün arasındaki illiyet bağına rastlamak neredeyse imkansız. Her şey bugüne dair, bugünde başlıyor ve orada bitiyor. Evveli ve ahiri yok! Ama burada sorunu sadece sinemacılarda görmemek gerek belki. Tarihi, siyaseti, kültürü ve ekonomiyi birbiriyle bağlantılı ve birbirinin içinden doğan süreçler olarak değil de kopuk kopuk algılayan, gören ve gösteren bir ülkenin sinemacıları onlar da nihayetinde. Belki de tam da bu yüzden "geçmişten ders almıyoruz", "çabuk unutuyoruz" ezberlerini tekrar duymak zorunda kalıyoruz. Artık sadece bugüne bakarak olayların kavranamayacağının farkında olan hikâyeler anlatmaya başlamalıyız.