Bir savaş, üç kuşak: Savaş Meydanları

Jean Rouaud'nun ilk romanı 'Savaş Meydanları' İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Ölüm ve savaş temalarını romanın geneline yayılan yağmur ve kış motifleriyle daha da çarpıcı kılmayı başaran yazar, keskin şiirsel anlatımıyla okura bambaşka bir pencere açıyor.

Google Haberlere Abone ol

Senanur Sözen

Jean Rouaud, 1990 yılında yayımlanan ilk romanı 'Savaş Meydanları' ile Prix Goncourt’u kazanmış, yetenekli bir romancı… Nitekim bu yeteneğini sonraki eserlerinde de konuşturan Fransız yazar, aile anılarına dayanan hikâyenin devam kitaplarını da kaleme aldı. Türkiye’de Şirin Etik’in çevirisini üstlendiği 'Savaş Meydanları' ise İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Yazar romanında, trajik bir aile hikâyesini ve savaşın kuşaklar boyunca bitmek bilmeyen etkisini, yağmurun, rüzgârın ve kışın hüküm sürdüğü bir mekân aracılığıyla yarattığı kasvetli ve aynı zamanda şiirsel bir anlatımla okura sunuyor.

Orta sınıf bir ailenin üçüncü kuşağına mensup olan anlatıcımız, bizleri kuşaktan kuşağa bir yolculuğa çıkarıyor. Sayfalar ilerledikçe savaşın her karakterin yaşamına doğrudan veya dolaylı olarak dokunduğunu görüyoruz. Anlatıcının anneannesi ve dedesi olan Burgaud çiftinin yaşamından kesitlerle başlayan roman, baba tarafından akrabaların da anlatıya katılmasıyla devam ediyor. Anlatıcının erken yaşta ölen babası Joseph’i, inatçı Marie Hala’sını ve büyükbabası Pierre’i bir bir tanıyoruz; onların ölümlerinin hemen ardından hatırlanan olaylarla bir muğlaklık yaratılıyor ve biz, bu hikâyelerin detayları hakkında meraklanmaya başlıyoruz.

Savaş Meydanları, Jean Rouaud, Çevirmen: Şirin Etik, 154 syf., İletişim Yayıncılık, 2021.

Aile büyüklerinin matrak ve kimi zaman tuhaf da olabilen hallerinin ölüm, savaş ve aile konularını irdelemeye zemin hazırladığının açığa çıkmasıyla işler trajik bir hal almaya başlıyor. Büyük Savaş, beş kardeşten Joseph ve Emile’i; İspanyol gribi ise kız kardeşleri Eulaile’i hayattan koparıyor. Hayatta kalmanın başarı sayıldığı o dönemde Pierre ve Marie kardeşler için geride kalan olmak hiç kolay olmuyor. Büyükanne Aline ile evlenen Pierre’in yaşamı benzer kederlerin tekrarıyla dolu; Joseph’e kadarki bütün çocukları ölü doğuyor. Pierre, ilk sağ doğan çocuklarına savaşta hayatını kaybeden kardeşinin adını veriyor. Marie Hala’nın ise yirmi altı yaşında, kardeşi Joseph’in ölümünün hemen ardından zor bir yaşam sürmeye başladığını okuyoruz. Kendini münzevi hayatı yaşamaya adayan Marie Hala, öğretmenlik yapıp kasabada dini mecmualar dağıtıyor, bahçesine aile bireyleri için çeşitli aziz heykelcikleri yerleştiriyor.

Baba Joseph’in beklenmedik ölümünün ardından Aziz Joseph heykelciği işlevini yitirip bahçe duvarına dönük yerini alıyor. Bu kayıp, aileye bir terk edilmişlik hissi getiriyor ve evde işler sarpa sarmaya başlıyor. Kuşaklararası bir bahtsızlığın içine yavaş yavaş girmeye başlıyoruz. Yeğeni Joseph’in ölümünü kabullenemeyen Marie Hala, deyim yerindeyse aklını kaybediyor; bu ölümü savaşta kaybettiği kardeşininkiyle karıştırıyor. Anlatıcımız da bu detayı ilk defa kendisinden dinliyor ve şöyle diyor: “Bizse onu, dudaklarından yalnızca doğrular dökülen bir kâhin gibi görmeye başlamıştık. Geçmişi yorumlayan yanılmaz kahve telvemizdi o bizim.” Yalnızca anlatıcıyı değil, okuru da trajediyle tanıştıran karakter Marie Hala sayesinde yazarın yarattığı gizem az da olsa aralanmaya başlıyor.

Diğer yandan, Pierre’in 1929 kışında Commercy’e yaptığı yolculuğu yine bir geçmişe dönüşle öğreniyoruz. Emile’in ölüm haberinden on iki yıl sonra silah arkadaşı onu bir okaliptüs ağacının altına gömdüğüne dair bir mektup yolluyor. Bu mektup, “Belki ölmemiştir de geri döner” umudunun sonu oluyor. Pierre, kardeşinin çürümüş bedeninin arasından kemiklerini almak için yola çıkıyor. Eserdeki en etkileyici kısım belki de bu, çünkü yalnızca bu kısım bile bir savaşın bıraktığı tahribatı idrak etmemize yardımcı oluyor. Pierre, kardeşinin kemiklerini donmuş ağaç kökünden çıkarıp bir kurabiye kutusu içerisinde eve getiriyor.

Savaşları, ona dâhil olan ulusları içinde bıraktığı yıkımla, antlaşmalarla, hatta teknolojik gelişmelerle hatırlarız. Tarih derslerinde yaklaşık ölü sayılarını okur geçeriz. Zehirli gazların ilk kez 1. Dünya Savaşı’nda kullanıldığını öğreniriz fakat Fransa’nın bir kasabasında kardeşinin ciğerlerindeki hırıltıyı kendisine yüklemesi için Tanrı’ya yakaran Marie adında bir kadın olduğunu düşünmeyiz. Rouaud, bu eseriyle bizleri tam da bu noktaya getiriyor. Ölüm ve savaş temalarını romanın geneline yayılan yağmur ve kış motifleriyle daha da çarpıcı kılmayı başaran yazar, keskin şiirsel anlatımıyla bizlere bambaşka bir pencere açıyor.