YAZARLAR

Bir saltanat sonu ortamı

Muhalefetin hem köhne taşrasallığından silkinip dışa açılması hem kafa kafaya verip beş-altı satır olsun iktidara geldiğinde dış politika alanında ne yapacağını alt alta yazması, paylaşması gerekiyor.

Düşünün ülkenin 128 milyar dolarının nasıl ve ne gerekçeyle satıldığı sorulamıyor. Sorulan basit sorulara farklı sözcüler çıkıp farklı yanıtlar uyduruyor. Hiç biri de ikna edici değil. Tüm dünya, özellikle gelişmiş ülkeler, ama az gelişmiş ülkeler de, iyi-kötü aşı kampanyalarıyla, aşı tedarikiyle uğraşıyor. Bizde ne aşılamanın ne hız ve kapsamda ilerlediği, ne nereden hangi marka aşının hangi miktarda alındığı yahut hangi vade için anlaşma yapıldığı belli. Doluluk oranı açısından hastanelerin durumu da ortada. Muhalefeti, eleştiriyi, hatta giderek siyaseti yasaklayan uygulamalar yaygınlaşarak sürüyor. Ve biz dış politika üzerine, atılan birbirinden kopuk tutarsız adımların toplamda bütüncül bir dış politika olduğu varsayımından yola çıkarak, söz söylüyoruz.

Sloganlar doktrin oluyor, duruma göre değişen politikalar ise tez. Laf ebeliğine sözcülük diyoruz; diplomasiyi halkla ilişkiler, tanıtım etkinliği sanıyoruz. Hiçbir hata itiraf edilmiyor, hesabı da verilmiyor. Bu dönem bir toparlanma, yara sarma, temkin, belki aktif dinlenme denilebilecek bir duruma da eşdeğer değil. Zira durduk yere Montrö tartışması açılıyor. S-400 konusu olduğu yerde duruyor. NATO’da, üstelik tam Rusya ile gerilim yükselmişken, veto gücüyle ortak savunma stratejisine taş konulmaya kalkışılıyor. AB üyeliği yönünde hiçbir ikna edici, gerçekten yapıcı adım atılmıyor. KKTC ile bile gerilim yaratılıyor. Diplomasi denilen, epeydir Türkçe bilmeyen turiste öyle yapılırsa anlayacağı zannıyla bağırarak yol tarif etmeyi andırıyor. 

Türkiye çıkmaza girdi, olduğu yerde sayıyor diye diğer ülkeler de boş durmuyor doğal olarak. Yunanistan Dışişleri Bakanı Dendias, Ankara’da kendi ülkesinin AB üyesi, Türkiye’nin ise aday olduğu asimetrisine dayandı. İsrail’le geniş kapsamlı bir savunma anlaşması yaptı. Mısır ziyaretinde ortak çıkarlar ve eşgüdüm vurgusu yapıldı. Yunanistan ve İtalya başbakanları Libya’yı ziyaret etti, Cezayir başbakanı yolda. Yeni Libya başbakanının ise buraya gelmesinden ziyade, buraya gelirken yolda nerelere uğradığı haber değeri taşıdı. İsrail ile Suudi Arabistan’ın gizli görüşmeler yürüttüğü ortaya çıktı. Yine Suudi Arabistan’ın İran’la da Irak Başbakanı Kazımi’nin arabuluculuğuyla temasa girdiği öğrenildi. O arada Rusya, Türkiye’ye uçak seferlerini askıya aldı.

Ankara, Mısır’la yavaştan arayı düzeltme çabasında. Bunun karşılığı, Libya’dan çekilmek, İstanbul’u uluslararası merkeze dönüştüren Müslüman Kardeşler’e desteği kesmek, ayrıca deniz yetki alanlarını belirlemek ve Doğu Akdeniz’de araştırma faaliyeti yürütmek gibi tek yanlı girişimlerden vazgeçmek. İsrail’e de karşılıklı büyükelçi atama açılımı yapıldı. Birer cepheye indirgenen Suriye ve Irak dosyalarında ses de yok, hareket de. Kıbrıs görüşmeleri için Cenevre’ye gidilecek; AB üyeliği hedefse bağlılığın sürmesi gereken BM parametreleri yerine ucunun KKTC’nin vilayetleşmesine çıkacağını herkesin gördüğü bir yöntem, alternatif çözüm önerisi adı altında pazarlanmaya kalkışılacak. Ukrayna’da Rusya ile ABD, NATO hatta Batı arasında seçim yapmak zorunluluğu acilleşiyor ve keskinleşiyor.  

Laubalilik, vurdumduymazlık, pişkinlik, kibir, hesapvermezlik, sorumsuzluk ve bunlar gibi pek çok nitelemeden söz edilebilir içinde bulunduğumuz savrulmaya ilişkin. Bu kerameti kendinden menkul büyük devlet olma, oyunkuruculuk iddiasının oyunun dışında kalınınca sessizce sonuna gelindi. Geldiğimiz yerde eldeki hayrattan da olduk bir bakıma. Söyleyegeldiğimiz sadeleşmenin, temel tezlere geri dönmenin, üyesi olunan ittifaklara ve imza atılan uluslararası anlaşmalara yaslanmanın, AB adaylığı pusulasını masaya koymanın zamanı. Diplomasiden siyasete ekmek çıkmayacağı herhalde belli oldu. İşgüzarlığın, aktivizm olmadığı da anlaşıldı. “Ben tek, siz hepiniz” yaklaşımıyla yol alınamayacağı görüldü. Dış politikada, iki anlamıyla da, tasarruf dönemine girildi.

Bunların hepsi akılcı seçenek olduğundan siyasal iradeyle benimsenerek değil, zorunluluktan kaynaklandı. “Nerede, ne zaman, nasıl biter”, “anlamsızlık ne biçimde sona erer” diye sorup duruyorduk. “Gittiği yere kadar” ve “para bitinceye, kasa boşalıncaya dek” yanıtını bulabiliyorduk. Herhalde itiraf etmesek de oraya geldik, yani topyekûn iflâsın eşiğine. Kamuoyu yoklamalarında muhalefetin öne çıkması da, Erdoğan’ın alışılmadık suskunluğu da sanırım aynı bütünün parçaları. “Ambiance fin de règne” denilen bu olsa gerek: “Bir hüküm sürme, saltanat döneminin sonu ortamı”.

Muhalefetin tutumu da bu dönemin nasılsa kendiliğinden, zoraki kapanmakta olduğu, öyleyse çöküşe de dönüşen kapanışın izlenmesiyle yetinmenin yeterli olacağı izlenimi veriyor. Levent Gültekin de yine yazdı aynı tartışmayı. Kuşkusuz tam olarak emin olamıyorum ancak meselenin ne olan biteni bulabileceğimiz en iğneleyici, en alaycı eleştirel sözcüklerle betimlemek; ne gelecek seçime hazırlanmak olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Güncel yönetim, savrularak sürüklenerek o kaçınılmaz son durağa yaklaşıyor. Yakıcı olan konu sonra ne olacağı. Muhalefet gerek kadro, gerek politikalar bakımından hemen yönetmeye hazır mı? Nasılsa yeni yönetime uluslararası bir kredi açılacağı, bu iyimserlik rüzgârıyla şişecek yelkenlerin bizi epey bir süre nasılsa götüreceği savı geçerli mi gerçekten?

Başka deyişle, Türkiye’deki saltanat sonu ortamı, dünyadaki yeni bir çağ başlangıcıyla örtüşüyor. Muhalefetin Çin, Rusya ve bize laiklik ilkesini kapsayacak şekilde de dokunan İslâmcılık küresel sınamalarına karşı derli toplu bir beyaz kağıdı, yol haritası var mı, bilemiyoruz. Çok kullanılan benzetmeyle bu fay hatlarının tam kesişme noktasındayız. Gündelik dosyalardan geniş tanımıyla, Libya, Mısır, İsrail, Suriye, Kıbrıs ve Yunanistan’ı içeren Doğu Akdeniz konusu AB ile ilişkilerin parçası. Ukrayna gerilimiyse, ABD ile ilişkilerin. Kanal İstanbul garabetinin finansmanı da dahil olmak üzere Çin’le ilişkiler de öyle. Bu meydan okumalar karşısında takınılacak dış politika tutumu ulusal kimliğin yeniden keşfi, inşası ve imarı anlamına da gelecek. Özetle, kaygılanmak için yeterli nedenler fazlasıyla var.

Muhalefetin hem köhne taşrasallığından silkinip dışa açılması, hem kafa kafaya verip beş-altı satır olsun iktidara geldiğinde dış politika alanında ne yapacağını alt alta yazması, paylaşması gerekiyor bence. Biz kafamızı kaldırıp önümüze bakamıyoruz diye dünya dönmekten vazgeçmiyor. Gelecek başkanlık seçimini, devasa bir büyükşehir belediye başkanlığıyla karıştırmamak gerektiğini biraz da bu nedenlerden dolayı, kendi izlediğim dış politika konuları bağlamında ileri sürüyorum.   


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.