Bir Ankara hikayesi: Batı liginden Ortadoğu’ya

Avrupa Konseyi’nin ve OECD’nin kurucu üyesi, NATO’nun önemli kanat ülkesi, AB’nin bir zamanlar katılım adayı, anlı şanlı G20 üyesi Türkiye, Ortadoğu diktatörlükleri ligine düştü.

Google Haberlere Abone ol

Ankara yabancı diplomatlar için dünya üzerindeki en heyecan verici görev yerlerinden biridir. Oysa Ankara’nın batı merkezleriyle karşılaştırıldığında yabancı konuklara sunabileceği pek az kültürel ve sosyal olanağa sahip olduğu bilinir. Ne geniş parkları ne herkese açık spor tesisleri ne kitleleri mıknatıs gibi çeken müzeleri, ne de canlı bir sanat ve kültür ortamı vardır. Kaliteli eğitim kurumlarıysa iktidarın elinde şu sıralar iyice sıradanlaştı. Ankara’nın yaşam standartları gelişmiş ülkelerin merkezleriyle karşılaştırıldığında son derece geridir. Son yirmi yılda AKP’li belediyenin sayesinde Ankara iyice betonlaştı, çoraklaştı. Bırakın opera ve bale gibi kültür merkezlerini, bu kentte yürünecek doğru dürüst bir kaldırım, rahatça oturulacak küçük bir yeşil alan bile bulmak zordur. Ankara sakinlerine hafta sonu eğlencesi olarak nevzuhur AVM’leri sunmaktan öteye gidemiyor artık.

Bunları yazarken bazılarının bana Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni işaret ettiğini görür gibi oluyorum. Bu müze barındırdığı muhteşem eserleri ve Anadolu’nun arkeolojik zenginliğini gerçekten temsil ediyor mu sizce? Atina’daki Akropol Müzesi’ni gezmiş olanlar neyi kastettiğimi çok iyi anlayacaklardır. Dünya liderleri arasına girme iddiasındaki bu ülkenin beş milyon nüfuslu başkentine bir-iki vasat müze kimi tatmin eder?

Ama bu bir arz ve talep meselesi. İnsanlar müze yerine AVM’leri tercih ederlerse, bisiklet yolu yerine hız yapabilecekleri çok şeritli yollar isterlerse, kaldırımları yayaları engelleyecek şekilde otopark olarak kullanırlarsa, yeşil alanları spor için değil mangal partileri için doldururlarsa, sahip olabilecekleri kentler de kendilerine benzer.

Kültürel dünyaları ibrik ve keçi heykellerinden, taklit saat kuleleri ve taklardan, hayal dünyaları plastik dinozorlardan öteye gidemeyen, heykellere tüküren ve ucube yaftası yapıştıranların çağdaş kentler yaratmaları mümkün değil.

Oysa Mustafa Kemal Ankara’yı başkent olarak kurarken her halde çok farklı bir kent hayal ediyordu. Ankara’nın bugünkü hali, bırakın yabancıları, biz yerlileri dahi cezbetmiyor. Sadece Ankara’ya haksızlık yapmayalım, İstanbul’un da çok farklı bir durumu yok aslında. Ama en çok hırpalanan, çoraklaşan kentlerin başında Ankara geliyor. ODTÜ ve Mülkiye kökenli olan eşim ve ben, bu kente çok şey borçlu olmamıza rağmen, emeklilikte biraz daha rahat etmek için hatıralarımızı geride bırakarak Ankara’dan ayrıldık.
Umarım Mansur Yavaş, Gökçek döneminde iyice yaşanmaz hale gelen Ankara’yı içine düştüğü perişan durumdan kurtarır.

Ama tüm dezavantajlarına rağmen başlangıçta belirttiğim üzere, Ankara yabancı diplomatlar için heyecan vericidir. Zira, Türkiye bitmek bilmeyen iç krizleriyle, çevresindeki uluslararası çatışmalarla bir diplomasi laboratuvarıdır. Yabancı diplomatlar sorunlar yumağı olan ülkelerde mesleki yeteneklerini geliştirip, kariyer merdivenlerini hızla tırmanmak isterler. Türkiye bu bakımdan biçilmiş bir kaftandır.

Suriye, Irak, Arap-İsrail, İran, Azeri-Ermeni, Karadeniz, Ukrayna, Gürcistan ve Balkan krizlerini izlemek için Ankara’dan daha elverişli bir merkez bulmak zordur. Taraf olduğumuz Kıbrıs, Ege, Doğu Akdeniz, Türkiye-Yunanistan sorunları, Suriye, Irak ve Libya’ya müdahalelerimiz, Afganistan’la ilgimiz, İsrail ve Mısır’la çatışmalarımızı da eklerseniz, Ankara’daki diplomatların başını kaşıyacak zamanı yoktur.

Listeye bir de Türkiye’nin kendi meselelerini eklemek lazım. Kürt sorunu bunların başında geliyor. Göçmen sorunu, insan hakları meseleleri, Türkiye’nin mevcut iktidar döneminde hız kazanan eksen kayması, başta AB olmak üzere batı kurumlarıyla ve batılı ülkelerle bitmez tükenmez kavgaları diplomatların sırtlamak durumunda oldukları iş yükünü hayli ağırlaştırır.

Son günlerde olanlara bakın: On büyükelçinin AiHM kararını hatırlatarak Osman Kavala’nın serbest bırakılmasını istemeleri, diplomasi tarihimizin en büyük krizlerinden birini tetikledi. Sayın Cumhurbaşkanımız büyükelçilerin içişlerimize müdahale ettikleri gerekçesiyle istenmeyen adam ilan edilmeleri talimatını verdiğini kamuoyuna duyurdu ama büyükelçiler gönderilmediler.
Büyükelçilerin diplomatik ilişkililer hakkındaki 1961 BM Viyana Konvansiyonu’nun 41'inci maddesine riayet ettiklerine ilişkin açıklamaları bir özür olarak kamuoyuna takdim edilerek konu kapatıldı. Oysa büyükelçiler ve arkalarındaki devletler tutumlarından geri adım atmamışlardı. Diplomatik bir ifade kullanarak Osman Kavala açıklamasını yaparken de "41'inci maddeye uygun hareket ettik" diyorlardı aslında. Günümüz dünyasında insan hakları iç işleri sayılmıyor. Bunu Dışişlerine yeni giren aday meslek memurları dahi bilirler.

Büyükelçiler krizi sürerken Cumhurbaşkanının Roma’daki G20 zirvesine gidip gitmeyeceği, giderse başta ABD Başkanı olmak üzere, büyükelçilerini sınır dışı ettiği liderlerle nasıl konuşacağı tartışılıyordu. 41'inci madde formülü Erdoğan-Biden görüşmesine olanak tanıdı. Havuz medyası bu kez görüşmenin bir saat kadar sürmesini bir zafer gibi kamuoyuna sundu. ABD kaynakları insan hakları konusunun da gündeme geldiğini söylüyor. Bu konu bizim kayıtlarda geçmiyor. Bizim havuzcular, S-400’lerle ABD’nin YPG’ye desteğinin ele alınacağı bir mekanizmanın kurulacağından söz ediyorlar. ABD açıklamasında böyle bir şey yok. Bizim tarafın unuttuğu veya görmezden geldiği husus, S-400’ler konusunda ABD Başkanı’nın CAATSA yasası ile yükümlülük altında olduğu. Bizim kendinden menkul başkanlık sisteminde Cumhurbaşkanı TBMM’nin iradesini yok sayabilir ama ABD’de bu olamaz. ABD Başkanı CAATSA yasasını yabancı bir devletle pazarlık konusu yapamaz. Güçler ayrılığı esasına göre işleyen demokrasi böyle bir şey işte.

F-16 konusu da güçler ayrılığı kuralı göz ardı edilirse anlaşılmaz. ABD Başkanı’nın gözlerimizin içine olumlu bakması Kongre’nin Türkiye’ye F-16 satışını onaylayacağı anlamına gelmiyor. Kongre’de hava son derece olumsuzken bu duaya amin denmesini beklemek gerçekçi değil. Uzun zamandır ABD Kongresi’nde dostumuz bulunmuyor. En son 41 Kongre üyesi F-16 satışının yapılmaması konusunda bir mektup yayınladı. Kaldı ki, F-16 satışı gerçekleşse de 1980’lerin teknolojisiyle üretilen bu uçaklar Türkiye’nin savunmasına ilaç olmaz.

Son bir hafta içinde bunlar yetmezmiş gibi bir de İngiltere ile konvoy krizi yaşadık. Sayın Cumhurbaşkanımız, İngiltere’ye ABD Başkanı ile aynı miktarda araç götürmesine izin verilmediği gerekçesiyle Glasgow’daki BM İklim Zirvesi’ne (COP 26) katılmaktan son anda vaz geçti. Belki de Biden’la Roma’da görüştükten sonra sıkıcı konuların müzakere edileceği Glasgow’a gitmek istememiştir. Oysa Glasgow’da sıradan meseleler değil dünyanın geleceği konuşuluyor. Yeni nesiler için çok önemli olan bu zirveye katılmamamız, dünya medyasında katılmamızdan daha büyük bir haber konusu yapıldı. BBC zirveye katılmayan liderler arasında Xi Jinping (Çin), Putin (Rusya) ve Bolsanaro’nun (Brezilya) yanı sıra sık sık Erdoğan’ın da ismini andı. Birçok ülke COP 26’da karbon salınımlarını kısıtlama, kömür santrallerini kapatma taahhüdünde bulunarak manşet olurken, biz konvoy kriziyle ince İngiliz mizahi yorumlarının konusu olduk.

Uluslararası alanda yalnızlaşmamıza, meçhule doğru hızla savrulmamıza ilişkin son darbe bugün geldi. Biden’ın iktidarının ilk yılında gerçekleştireceği dış politika atılımlarının en önemlilerinden biri olarak duyurduğu Dünya Demokrasi Zirvesi’nin davetli ülkeleri listesinde Türkiye yer almıyor. İşte iki yüz yıldır sürdürülen çağdaşlaşma serencamımızın özeti. Avrupa Konseyi’nin ve OECD’nin kurucu üyesi, NATO’nun önemli kanat ülkesi, AB’nin bir zamanlar katılım adayı, anlı şanlı G20 üyesi Türkiye, Ortadoğu diktatörlükleri ligine düştü. Cumhurun başkanı kendisini Taliban’a inanç bakımından daha yakın görür, değerler ve kültür bakımından batıyla çatışırsa, ülkede insan hakları, söz ve ifade özgürlüğü yok edilmeye çalışılırsa varacağımız yer burası.

Ankara ne kadar çoraklaştıysa, dış dünyadaki yerimiz de aynı şekilde çoraklaştı. Ama hiç birimizin Ankara’yı terk etmek gibi, Türkiye’yi terk etme lüksümüz yok. Ülkemizi girdiği bu girdaptan el birliğiyle çıkaracağız.

(*) Emekli Büyükelçi