Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal: Şiddetin kanıtları insanın kendisinde

Şiddetin izleri ne kadar eskiye tarihlendirilebilir? Yerleşik yaşama geçişle beraber şiddet arttı mı? Uzak geçmişteki akrabalarımızın yaraları bize neler anlatıyor? Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal, arkeolojik buluntularla şiddetin ipuçlarını nasıl izlediklerini anlattı.

Google Haberlere Abone ol

İZMİR - Bir iktidar aracı olarak insanlık tarihi boyunca hükmünü sürdüren şiddet, toplumsal hayatta her alanda karşımıza çıkıyor. Birisinin diğerine bağırması, onu yaşam alanından kovması, ‘öteki’ne yapılan sözlü ya da fiziksel baskıların her biri şiddeti içeriyor. Ancak bu söyleşimizin konusu savaş ve katliamların insanda bıraktığı yaralanma izleri.

Peki, geçmişte insanlar şiddeti nasıl algılıyordu? Bu kadim sorun yaşadığımız dünyada hep var mıydı? Şiddet olgusunun tarih öncesindeki kanıtları üzerine konuştuğumuz Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal, uzun süredir insan kalıntıları üzerine yaptığı çalışmalardan yola çıkarak elde ettiği verileri paylaştı.

'CANLILARDA ŞİDDET BEKLENENDEN DAHA FAZLA'

Öncelikle şiddetin tanımıyla başlayalım…

Şiddet, başka bir bireye, gruba, insanın kendisine ya da başka canlıya uygulanan baskılardır. Psikolojik baskıların insanda nasıl iz bıraktığını doğrudan fiziksel olarak göremiyoruz. Bizim burada bahsedeceğimiz şiddet ağırlıklı olarak fiziksel şiddet olacak.

Şiddetin kökeni konusunda çok derin tartışmalar var. Tabii bu tartışmalar sadece insan veya insana ilişkin kalıntılar üzerinden yapılmıyor. Aynı zamanda etoloji dediğimiz hayvan davranışları üzerinden yapılan çalışmalarla sürdürülüyor. Bu çalışmaların sonucunda bize en yakın olan primatlardan, diğer canlılara kadar birçok canlı grubunda, grubun içinde kendi üyelerine uyguladığı şiddetin var olduğu gösterildi. Buradan yola çıkarak da canlılarda şiddetin beklenenden daha fazla olduğu anlaşıldı.

‘12 BİN YILDAN ESKİ OLAN İNSAN KALINTILARI TÜRKİYE’DE DE AZ’

İnsanın insana uyguladığı şiddetin en eski izlerine dair neler söyleyebilirsiniz?

İnsanların uzak geçmişinde yer alan ataları hareketli, göçer topluluklar olduğundan ölülerini gömdüklerine ilişkin bir iz yok. Bu nedenle doğal yollarla fosilleşen ve araştırmalarda ele geçen fosillerin sayısı son derece sınırlı. Bunların önemli bir kısmı da özellikle daha iyi korunan, daha iyi fosilleşmiş olanlar, kafatası ve çene kemiklerinden oluşuyor. Şiddete maruz kalmış ya da kafatasında şiddetin izlerinin gözlendiği örnek sayısı da oldukça sınırlı. Az sayıda örnek üzerinden şiddetin varlığını söylemek ve güvenilir bir şekilde frekans verebilmek imkansız gibi. Yani elimizdeki az sayıda fosilden yola çıkarak 2.5-3 milyon yıllık insanlık tarihinde şiddet davranışını her yönüyle açıklamak zor.

Bununla birlikte diğer insan türleriyle kıyaslandığında Neandertallerdeki yaralanmaların yoğun olmasından yola çıkarak onların, Homo Sapiensler tarafından şiddete maruz bırakıldıkları ve yok edildiklerine dair yorumlar var. Bu görüş Homo Sapiens merkezli bir yaklaşımın yansıması gibidir. Neandertallerdeki yaralanmaların kazalardan mı yoksa kavgalardan mı kaynaklandığı, yaralanmaların şiddetle ilişkisi ve sıklığı bugünkü verilerle belirsizliğini koruyor.

12 bin yıldan daha eski olan insan kalıntıları dünyada olduğu gibi Türkiye’de de az. Pınarbaşı’ndan dört iskelet ve Antalya’daki Beldibi ve Belbaşı mağaralarından ele geçen birkaç kemik parçası dışında Mezolitik/Epipaleolitik insanları hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Kavgaya dayalı yaralanmaların olup olmadığına ilişkin toplum düzeyinde şiddetin izlerini araştırabileceğimiz yeterli sayıdaki örnekler, ölülerin yerleşimle ilişkili alanlara gömüldüğü avcı-toplayıcı ve sonraları besin üretimine geçen yerleşik toplumlarla birlikte ortaya çıkıyor.

‘ARKEOLOJİK ANLAMDA KANITLAR SİLAHLARLA BAĞLANTILI’

Peki, şiddete dair arkeolojik veriler neler olabilir?

Arkeoloji, materyal kültürden yola çıkarak geçmişi aydınlatmaya çalışıyor. Arkeologların elinde oldukça fazla materyal kültür kalıntıları bulunuyor. Bunlar arasında silahlar, surlar, hendekler, insansız bölgelerin varlığı, büyük yangın tabakaları gibi veriler kavga, savaş gibi durumların mevcudiyetini tartışmada en sık kullanılan veri alanları. Silahların mevcudiyetinden yola çıkarak şiddetin de bu popülasyonlarda yaygın olduğunu düşünebiliriz. Tabii ok uçları gibi arkeolojik nesneler de kavgada olduğu gibi avlanmada da kullanılmış olabilir. Yani İsviçre çakısı gibi çok amaçlı aletlerin hangi amaçla kullanıldığını belirlemek biraz zor. Dolayısıyla yerleşik yaşama geçene kadar arkeolojik anlamda kanıtlar daha çok silahlarla bağlantılı. Ancak silahların sıklığı, stresin artışına ilişkin ipucu oluşturmakla birlikte, bunların şiddet amaçlı kullanıldığının kanıtlarını silahlardan edinmek olanaklı değil. Arkeolojik veriler şiddet ve bunun oluş biçimi hakkında sadece dolaylı bilgiler sağlar.

Yerleşik yaşama geçişle birlikte arkeolojide şiddetin mevcudiyetini tartışacak veriler oldukça artış gösteriyor. Silahlardaki teknolojinin gelişimi ya da sayılarındaki artış şiddetin olabileceğine ilişkin ipuçları sağlıyor. Yine arkeolojik kanıtlar arasında bu dönemde oval biçimli sapan taşları var. Özellikle Geç Neolitik’te Anadolu’da sapan taşlarının çok yaygın olması, stresin var olduğuna ve bunun da şiddetle çözümlendiğine ilişkin ipuçları olarak değerlendiriliyor. Bir yerleşimin özellikle yangın gibi nedenlerle terk edilmesi, arkasında şiddetin olduğunu gösteriyor. Surların inşasının da genellikle dışarıdan gelen tehditlerle ilişkisi bilinir. Bunları en temel kanıtlar olarak sayabiliriz. Ancak arkeolojik yani dolaylı verilerle bunları çözmek mümkün değil. Şiddeti anlamak istiyorsak öncelikle şiddete maruz kalan ya da şiddeti uygulayan bireylere doğrudan yönelmemiz gerekiyor.

‘ŞİDDETİN İZLERİNİ GÖSTEREN EN ÖNEMLİ KANIT İSKELET KALINTILARI’

.

Yani şiddetin doğrudan kanıtlarını veren insanın kendisine…

Evet, şiddetin izlerini doğrudan gösteren kanıtlardan bir diğerini, belki de en önemlisini iskelet kalıntıları oluşturuyor. Çünkü şiddeti yaratan ve ona maruz kalan özne insan. Dolayısıyla biz şiddeti uygulayan ya da maruz kalan bedeni ayrıntılı olarak analiz edersek şiddetin daha doğrudan kanıtlarını bulabiliriz. Bunların en önemlileri kemiklerdeki yara izleridir.

Yaraların biçimi, iyileşme durumu, topluluktaki sıklığı, iskeletteki dağılımı gibi birçok açıdan detaylı bir şekilde analizi; bize onlara neden olan durumlar hakkında önemli ve doğrudan bilgiler sağlar. İyileşmemiş yara izleri, şiddetin izlerini gösteren bulgulardan birisi. Bu tür yaralanmaların önemli bir kısmı kavga, savaş ve katliam gibi durumlarla ilgilidir. Kaza sonucu ölen insan sayısı çok fazla değildir. Yaşam biçimine göre daha az sıklıkta ve yara rastgeledir. Bu yaralar, ölüm esnasında kalan zaman dilimini gösterir. İyileşmemiş yaraların sıklığı, biçimi ve dağılımı şiddetin oluş biçimi hakkında önemli bilgi kaynağıdır.

Tabii her şiddet ya da kaza sonucu oluşan yara ölümle sonuçlanmaz, iyileşir. Savaşa girersiniz, kolunuz bacağınız kesilir ama hayatta kalırsınız. İşte o zaman iyileşmiş yaranız vardır. Ancak eğer yaranın silahlardan kaynaklandığının açık emareleri yoksa neden kaynaklandığını söyleyemeyiz. Ama bir balta kesisi izi varsa, bunu şiddetin göstergesi olarak düşünebiliriz. Ya da ölümle sonuçlanmış kafadaki bir kesi izini şiddetin bir parçası olarak tanımlayabiliriz.

Yaralanmaların toplumdaki sıklığı da önemli. Kaza ile olan yaralanmalar genellikle düşük sıklıkta ve iskelet üzerinde spesifik izler bırakır. Ama sıklık yüksekse, şiddete dair önemli bir gösterge olabilir. Yaralanmaların birey üzerindeki dağılımı yaralanmalara neden olan şiddetin biçimi hakkında bilgi verir. Örneğin iskelette sol tarafta karşılaşılan yaralar, sağ eli baskın olan bireylerle yüz yüze, göğüs göğüse mücadele ettiklerinin kanıtı olarak kullanılır. Nitekim kılıç, sopa, topuz, asa başı gibi silahların kullanıldığı savaşlarda yer alan bireylerde sol taraftaki yaralar her zaman sağ taraftakinden daha fazladır. Ok ve çift elle tutulan silahların izleri ise daha rastgele gibidir. Yani biz arkeolojik verilerle birlikte iskeleti doğru bir şekilde okursak, yaralanmaların ne kadarının şiddetten kaynaklandığını yüksek bir doğrulukla saptayabiliriz.

‘YARALANMALARIN TEDAVİSİ ŞİDDETİN BİR PARÇASI’

.

Mezarlarda yaptığınız incelemelerde karşılaştığınız şiddetin ya da iyileştirme çabalarının izlerinden bahseder misiniz? Yaralanmaların tedavisini de şiddetin bir parçası olarak düşünebilir miyiz?

Özellikle yaralanmaların çok yoğun olduğu toplumlarda aynı zamanda tedavi etmeye çabaladıklarını biliyoruz. Bu çabaları, şiddetin yaygın olduğu toplumlarda daha fazla görüyoruz. Örneğin İkiztepe’de 700 iskelet inceledik. Erkeklerin yüzde 43’ünde yaralanmalar var. Ve yara izleri İkiztepe’den ele geçen silahlarla tamamen örtüşüyor. Yani mızrakları, yara izine oturttuğunuzda tam denk geliyor. Yara izine sahip olanlardan 17’si aldığı silah darbeleriyle ölmüş. Ancak, aldığı darbelerden sonra iyileşenler oldukça yüksek sıklıkta.

Yaralılar arasında 5 bireyde ‘trepanasyon’, adı verilen cerrahi müdahalelerin izleri mevcut. Trepenasyon, yaşayan şahıslara uygulanır, beyine ve beyin zarına zarar vermeksizin kafatasından yuvarlak, kare, üçgen ya da oval bir parça çıkartılır. Kafatası delinir. İkiztepe’de dört şahıstaki cerrahi müdahale, kafatasından alınan yaralanmalarla ilişkili. Yani bu bireylerde yaranın etrafı kesilerek müdahale edilmeye, bireyler yaşatılmaya çalışılmış. Bu da bize İkiztepe’deki yaralanmaların hem savaştan kaynaklandığını hem de bu şiddetin sonucundaki bazı yaralanmaların iyileştirilmeye çalışıldığını gösteriyor. Dolayısıyla her zaman şiddetle ilişkili olmasa da yaralanmaların tedavisini de şiddetin bir parçası olarak düşünebiliriz.

‘YERLEŞİK AVCI-TOPLAYICILARDA DAHA FAZLA YARA İZİ VAR’

Erken insan topluluklarında şiddetin arttığı ya da azaldığı dönemler var mı? Mesela tarıma geçişle beraber şiddet artmış mıdır?

Yerleşik yaşam, tarım, özel mülkiyet, artı ürün gibi kavramlarla birleştirilerek tarım toplumlarında şiddetin arttığını öneren araştırmacılar var. Bununla birlikte, Anadolu üzerine yaptığım araştırmalarda tarıma geçişle beraber şiddetin arttığını gösteren verilere ulaşamadım. Hatta insanlar daha çok tarım ve tahıl ürünlerine yoğunlaşmak zorunda kaldığından kavgalardan kaynaklı yaralanmalar azalırken, kazalardan kaynaklanan yaralanmaların arttığı görünüyor. Dolayısıyla yerleşik avcı-toplayıcılarda, tarımcılara oranla daha fazla yara izleri var.

Bunlardan ne kadarının kazalardan, ne kadarının grup içi ve gruplar arası kavga ya da savaşlarla ilişkili şiddete, ne kadarının ise törenlerden kaynaklandığını belirlemek de olanaklı değil. Ancak bilinen o ki, Erken Neolitik topluluklarında yaralar var ve bunların çoğu iyileşmiş. Ölümle sonuçlanan az sayıda yara izleri var. Kırık parmaklar ve kaburgalar, kafatasındaki depresyon yaraları en yaygın olanları…

Şu ana kadar yaptığım gözlemlere göre, Kalkolitik Dönem’in sonlarında Anadolu’da merkezi otorite teşkil edilene kadar organize olmuş bir şiddetin, yani savaş ve katliamın izleri yok. Şeflik sistemi ortaya çıkıp bir yönetici sınıfı ve dikey bir hiyerarşinin, yani sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla stres ve dolayısıyla şiddet artıyor. Üretim-dağıtım-tüketim ilişkilerinin birileri tarafından kontrol edilmesi, bu üretimde aktif olanların yeterince pay alamaması da strese neden oluyor. Güçlü zayıfladığı zaman, otorite bozulmaya başladığında, toplum içerisinde biriken şiddet, savaş ve kavgalar şeklinde tezahür ediyor.

‘ÖLÜLER AÇIKTA BIRAKILARAK KURDA-KUŞA YEM EDİLİYOR’

Kalkolitik Dönem’le birlikte organize bir şiddetten bahsettiniz. Peki, bu dönemde şiddet ile iktidarın varlığı arasındaki ilişkisi nasıl?

Metalurji, uzak mesafeli göçler, sınıflı toplumlar, savunma sistemleri, savaşlar, ticaret, siyasal sınırlar, etnik gruplar gibi günümüzde tartışılan birçok olgu Geç Kalkolitik ve Erken Tunç Çağı’nda köken almış gibidir. Bu dönemde İkiztepe, Arslantepe, Bademağacı, Karataş, Demircihöyük, Titriş Höyük, Laodikeia, Küllüoba gibi birçok yerleşmede savaş ve katliam gibi organize şiddetin izleri mevcut. Yaralanmaların çok yoğun ve bu yaraların çoğunun silahla ilişkili olması, toplu mezarlar, bazı iskeletlerde hayvanların ısırık izlerinin olması, birçok yerleşmede karşımıza çıkan bir savunma sistemlerinin bulunması, büyük yangınlar ve yerleşmelerin terk edilmesi organize şiddetin belirli bir zaman diliminde karşılaştıkları bir durum olduğunu gösteriyor.

Örneğin Arslantepe’de merkezi otorite oluşturulmuş, saray ve tapınaklar etrafında kümelenmişti. Toplumun içerisinde de yöneticiler ve halkın belirgin bir şekilde ayrıldığı sınıflı bir toplum yapısı söz konusu. Arkeolojik veriler sınıflı toplumun açık izlerine sahip. Arslantepe’de merkezi otoritenin zayıflamasıyla birlikte şiddetin arttığını, organize olduğunun kanıtları var. Özellikle Geç Kalkolitik’in sonu, Erken Tunç Çağı’nın başlarında (M.Ö. 3200-3000) bu yerleşmede çok ciddi şeyler yaşanıyor. Ekonomik sistemin çöküşü halk arasında ciddi bir gerginlik yaratıyor ve saray yıkılıyor, çok sayıda insan çocuk, kadın, erkek öldürülüyor, Mezopotamya etkili topluluklar yerlerini, Güney Kafkasya etkili pastoral gruplara terk ediyor ya da onlarla birlikte yaşıyor. Ölüler açıkta bırakılarak kurda-kuşa yem ediliyor. Merkezi otorite, yıkılan saray, açıkta bırakılan ölüler ve bunların üzerine inşa edilen küçük kulübeler iktidarın el değiştirmesinin kanıtlarını sağlıyor.

‘SURİYE’DE 10 MİLYON İNSAN YERİNDEN OLDU’

Günümüz ile eski toplumlarda karşılaşılan şiddet arasında ne gibi bir fark var?

Günümüzde şiddet hem ölçeğini artırdı hem de küresel boyut kazandı. Günümüzde, birbirleriyle hiçbir ilişkisi ya da çıkar çatışması olmayan bireyler, liderlerin belirlediği çıkar çatışmasıyla ortaya çıkan bir sorunun ya da bir ürünün parçası haline geliyorlar. Ya da o şiddetin içerisinde bir şekilde yer alıyorlar. Vatandaşlık ya da hukukla daha önce birbirleriyle kültürel bağlarla bağlanan kişiler, sorunun bir parçası olmasalar bile savaşın veya şiddetin bir parçası haline dönüşmek zorunda kalıyor.

Kaldı ki geçmişteki savaşların ölümlere ve yaralanmalara etkisi de çok büyük değildi. Nüfus büyük olmadığı gibi uzak mesafeli ilişkiler de görece sınırlı idi. Göğüs göğüse çarpışma gerekmiyor artık. Uzaktan ateşlenen çeşitli nitelikli silahlar yüz yüze gelmeden, tanımadığınız büyük kitleleri öldürüyor. Bazen küresel ölçek kazanan savaşlar, çok büyük kitleleri doğrudan ya da dolaylı olarak etkiliyor. Suriye’de yaklaşık 10 milyon insan yerinden oldu, 4 milyonu aşkın insan Türkiye’ye geldi, yaklaşık 1 milyon insanın Avrupa’ya gittiği belirtiliyor. Savaşın biçimi farklı olsa da etkisi daha da büyük ve o savaşa dahil olmayan kişileri de topyekun etkiliyor.

‘TÜRKİYE SURİYE’DE NE İÇİN VAR?’

Peki, sizce tarihten günümüze organize şiddetin en önemli nedenleri neler?

Şu anda ABD neden Suriye’ye ya da Irak’a giriyor? Kaynakları kontrol altına almak ya da orada hegemonyasını kurup Ortadoğu’yu dizayn etmek için. Türkiye neden Libya’da bulunuyor? Çünkü Akdeniz’deki hegemonyasını kurmak ve kendi haklarını koruma arzusu. Dolayısıyla buradaki temel mantık sıraladığımız ve sayılarını artıracağımız nedenler. Bunlar zaman içerisinde değişip, dönüşebilir. Kaynakların, bölgenin kontrol altına alınması, küresel üretim-tüketim ilişkilerinin, metanın kontrol altına alınması çabaları organize şiddetin en önemli nedenleri olarak görünüyor. Günümüzde sorsanız ‘Biz savaşçı bir toplum değiliz, saldırgan değiliz, kendi ülkemizi koruyoruz’ savı öne sürülür. Peki, komşu ülke toprağında ne için varsın? Bunu açıklayabilir misiniz?

‘HERKES KENDİ ÖTEKİSİNİN UĞRADIĞI ŞİDDETİ NORMALLEŞTİRİYOR’

Son olarak, tarih boyunca şiddetin meşrulaştırılması konusunda neler söylemek istersiniz?

“Ne olduğu önemli değil, bunları nasıl yorumladığın önemli” sözü üzerinden değerlendirirsek, aslında insanlığın yaşadıklarını nasıl algıladığıyla ilgilidir. Türkiye’de, son 50 yıl içerisinde çok sayıda kadın, farklı gruplardan Alevi, Kürt, Türk, milliyetçi, sosyalist öldürüldü. Ve birçok insan ötekinin ölümünü normal addetti. Niye normal addetti? Çünkü ölenler bizim ötekimizdi!

‘George Floyd Müslüman olduğu için Beyazlar eziyet edip öldürdü’ diye tepki gösteren kimi muhafazakar, gelenekçi insanlarımız, Türkiye’de bu tür durumların olmadığına inanıyor. Esasında yapılanlar göz önüne alındığında George Floyd’un ölüm biçimi gerçekten insanın içini acıtıyor. Duygu doğru, yapılan hiç kuşkusuz ki insanlık dışı. Ama Türkiye’de farklı nedenlerle benzer şekilde katledilen kadınlar, yazarlar, farklı etnik gruplardan insanlar pek göze çarpmıyor. Ama bu insanlara yapılanlara da dünyanın diğer yerlerinden, bizim George Floyd’a bakışımızla bakılıyor!

Aslında herkes kendi ötekisinin uğradığı şiddeti normalleştirirken, başkasının ötekisinin uğradığı şiddeti ise anormal olarak yorumluyor, vahşet olarak değerlendiriyor. Ötekilerin şiddete maruz kalması ya da öldürülmesi, ister grup içi şiddetin bir parçası, ister sevmediğin bir kişinin ölmesi, ister toplumsal anlamda daha büyük bir grup olsun her zaman kolay içselleştirilebilir bir yapıda. Bu düşünce, aslında şiddetin meşrulaştırılmış bir hali gibi de düşünebiliriz.