Saatler 'Kıyamet Günü'ne mi ilerliyor?

İnsanlık ve yerküre hakkındaki olumsuz haberler Kıyamet Günü’ne yaklaştığımızı düşündürüyor; ancak bazıları geçmişte olduğundan daha barışçıl olduğumuzu öne sürüyor. Bu çelişkiyi nasıl çözebiliriz?

Google Haberlere Abone ol

Dean Falk *

Her yılın ocak ayında, Atom Bilimi Dergisi’nin ‘Bilim ve Güvenlik Kurulu’, insanlığın kendi kendini yok etme ihtimali üzerinde tahminler yürütüyor. Bunu, kıyametin kopacağı “gece yarısını” temsil eden varsayımsal bir “Kıyamet Günü Saati’ni” ayarlayarak yapıyorlar. 2017’de saat, gece yarısına iki buçuk dakikada, korku verici bir noktadaydı; bu ay, kısacası kıyamete birkaç dakika mesafedeki yelkovanın pozisyonunu açıkça gördük. Peki, bu durum paniğe kapılmamızı gerektiriyor mu? Ve öyleyse, yok oluşunu kendi elleriyle hazırlayan insanlığı neden ve nasıl kurtarabiliriz?

İlk başta, 1947’de, Kıyamet Günü Saati’nin gece yarısına yedi dakika mesafede olduğu belirlendi. O tarihten sonra, dakika ibresi hem Amerika Birleşik Devletleri hem de Sovyetler Birliği tarafından hidrojen bombası testlerinin yapılmasının ardından, 1953’te gece yarısına iki dakika kalacak biçimde ilerlemiş ve 1991’de Soğuk Savaş’ın bitişiyle gece yarısına 17 dakika kalacak biçimde geri alınmıştı. Ocak 2017’de Atom Bilimi Dergisi saati sadece 30 saniye ilerletti; iki yıldır 3 dakika mesafede olan yelkovan, gece yarısına iki buçuk dakika kalacak şekilde ayarlandı. “Donald Trump’ın sadece birkaç gün sonra ABD Başkanı olacağı açıklaması yayınlandığı için” bu benzeri görülmemiş hareketin kararını yalnızca bir dakika içinde almışlardı.

Kurul 2017’de saati ileri almadan önce 15’i Nobel ödüllü bir grup insandan oluşan destekçileriyle görüşmüştü; ancak herkes derginin kasvetli görüşü üzerinde mutabık değildi. Microsoft’un kurucu ortağı Bill Gates, saatin yeniden ayarlanmasından dört ay sonra, 2011’de yayınlanan “İnsan Doğasının İyilik Melekleri: Şiddeti Neden Reddettiler?” kitabının yazarı Psikolog Steven Pinker’dan “bu, insanlık tarihinde yaşanan en huzurlu zaman dilimi” cümlesini alıntılayarak, üniversiteden yeni mezun olan gençlere bir tweet gönderdi. Gates’in tweet’inin ardından, pek de sürpriz olmayan bir biçimde, Pinker’ın kitabı Amazon’un çok satanlar listesinin en üst sırasına yükseldi.

AYNI FİKİRDE DEĞİLİZ

Meslektaşım Charles Hildebolt ve ben, insanların temelde nasıl ve neden böylesine farklı sonuçlara ulaştıklarını anlamak istedik. Pinker’ın kitabını okumaya başladık. Evrimci antropologlar olarak, bilhassa “avcı-toplayıcı atalarımızın hikayesi kötü başladı ve ... uygarlığın ustaları bizi soylu bir istikâmete doğru yönlendirdi” iddiası üzerinde durduk. Pinker’ın iddiasına göre, özellikle de devletlerin kontrolü altında yaşayan (kabaca “medeni toplumlar” biçiminde tanımlanmış) insanların, tanınmış kültürel antropolog Margaret Mead'in üzerinde çalıştığı Yeni Gine toplulukları gibi daha küçük ve geleneksel toplumlarda yaşayan insanlara kıyasla daha barışçıl durumdalar. Pinker’ın söylediği kadarıyla, devletler dahilinde yaşayan toplumlar akıl, ahlak, empati ve kendini kontrol gibi “iyilik melekleri”nden daha fazla etkilenmiş.

Pinker’ın barok (süslemeli) grafiğiyle dayandığı temel bulgu, nüfusun daha büyük yüzdesini oluşturan devletli toplumların devletsiz toplumlara kıyasla, savaş sebebiyle yılda bir kez ölüme maruz kaldığını gösteriyordu. Bir kişinin savaş mağduru olma ihtimalini yansıtması nedeniyle bu oranı temel almak kesin bir anlam içerebilir. Öte yandan, sadece bu orana bakmak aptalcadır; çünkü nüfus üzerindeki etkilerin gerçek boyutunu görmezden gelir. Bizse, daha önceki biyolojik-antropoloji araştırmamızdan öğrendiğimiz kadarıyla, oranlara ve mutlak sayılara bakılması gerektiğini biliyorduk.

Biyoloji alanından iyi bilinen bir örneği ele alalım: İnsanların kafaları genellikle vücutlarının belirli bir yüzdesini oluşturur. Bu oran olağandışı derecede büyük veya küçükse, bir hastalık belirtisi olabilir. Ancak, aynı zamanda bir kişinin yaşını da göz önünde bulundurmanız gerekir; çünkü bebekler, vücutlarına kıyasla daha büyük bir başa sahiptir. Bir lise öğrencisinin vücudu üzerinde aşırı derecede büyük görünen bir kafa (oranı), bir kreş öğrencisinin çok daha küçük vücudunda normal görünür. Duruma ilişkin tam bir görünüm elde etmek için kafa ve gerçek vücut boyutunun oranlarına bakmanız gerekir.

Hildebolt ve ben grafikler ve sayılardan daha fazla sevdiğimiz bir şey olmadığından, Pinker’ın haritasının derinliklerine inmeye karar verdik; ilk insan atalarına bir örnek olarak kullandığı devletsiz toplumların gerçekten de modern “uygar” toplumlardan daha şiddetli olup olmadığını incelemeye başladık. Konuyu bilmeyenler için; Pinker’ın araştırma yaptığı bölgelerde, savaş kaynaklı ölümlere ilişkin ayrıntılar ve bir miktar daha bilgi topladık. Birinci Dünya Savaşı’na katılan 11 ülkedeki şempanzelerin (en yakın evrimsel “kuzenlerimizden” biridir), ayrıca yine Birinci Dünya Savaşı’na katılan 19 ülkenin (“devletler”) ve II. Dünya Savaşı’na katılan 22 ülkenin savaş kaynaklı ölüm oranlarını inceledik.

YOĞUN NÜFUSLU TOPLUMLARDA SAVAŞ DAHA YIKICI

Pinker, devletli toplumlara kıyasla nüfuslarının büyük bölümünü genelde savaş alanında yitiren devletsiz toplumlar meselesinde haklıydı. Öte yandan, şaşkınlık verici biçimde, savaş kaynaklı ölümlerin yüzdesinin hem şempanze hem de insanlar için devletli ya da devletsiz olma durumuna göre değil, nüfus büyüklüğüne göre değiştiğini bulduk. Örneğin, 1955 yılında 300 kişiden oluşan bir Yeni Gine kabilesinin, yılda yaklaşık yüzde 8’i savaş nedeniyle ölürken, Fiji’de 1860’larda yaşayan bir devletsiz toplulukta savaş kaynaklı ölümler yıllık yüzde 1 oranındaydı. Bunlar tabi ki sadece sınırlı örnekler ve oranların bazı istisnaları var; insanlık tarihi karmaşık ve yalnızca birkaç topluluğu kıyaslayarak genel bir eğilime ulaşmak mümkün değil. Yine de istatistiksel açıdan bakıldığında, ne tür bir toplum olursa olsun (devletli ya da devletsiz), tarihsel kayıtlar, küçük nüfuslar dahilindeki savaşlarda ölen insanların daha büyük oranlara sahip olması hususunda çarpıcı bir eğilim ortaya koyuyor.

Dahası, belirli bir toplumda meydana gelen bir çatışma esnasında ölenlerin sayısı, bu insanların şiddet yanlısı olduğunu düşündürürken ne denli savunmasız olduklarına hiç değinmiyor. Neticede, belirli bir toplumun ne kadar insan öldürdüğüne dair hiçbir şey bilmiyoruz; yalnızca verdikleri kayıplar nedeniyle ne kadar acı çektiğini biliyoruz.

Buna karşın, bu gerçekler bizi sezgisel bir sonuca götürüyor: Şempanzeler ve her türden toplumda yaşayan insanlar için, sayılarda bir güvence bulunur. Primotologlar (insansı hayvanları inceleyen bilim insanları), neden “yalnız bir babunun, ölü bir babun” olduğunu ve geceleri karanlık bir sokakta yalnız başına yürümekten kaçınmanın neden akıllıca bir davranış olduğunu sorguluyorlar. Pinker, devletsiz toplumların daha fazla şiddet eğilimli olduğu sonucuna vardı. Bizimse farklı bir yorumumuz var: Şiddete karşı daha savunmasızdılar, çünkü sayıları azdı.

Benzerliklerine rağmen, şempanzelerdeki ve insanlardaki savaş ve kıyamet senaryosu üzerinde etkileri olabilecek önemli farklılıklar söz konusu. Nüfusun büyüklüğü arttıkça, savaş kaynaklı ölümlerin yüzdesi azalırken bile yıl bazında “savaş kaynaklı ölümlerin” sayısı artıyor. Ancak büyük toplumlarda görülen daha büyük kayıplara doğru yönelen bu eğilim şempanzelerde mevcut değil.

Bunun temelinde bazı sosyo-kültürel nedenlerin yattığını düşünüyoruz: Silah teknolojisini ve askeri stratejilerini ilerleten daha büyük toplumlar, örneğin en aşırı savaş çeşitliliğindeki daha büyük kayıpları hesaba katan stratejik uzman grupları oluşturuyorlar. Bu türden bir ölçeklendirme, diğer sosyal eğilimlerde de geçerli: Daha büyük toplumlar, ürettikleri mucitlerin sayısına ve kayıt altına aldıkları patentlere paralel olarak daha fazla “patlama/isyan” yaşarlar. Artan bu “kazanımlar”, yalnızca şempanzeler bazında yaşanmaz.

DURUM KÖTÜYE GİDİYOR

Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, mevcut küresel nüfus eğilimleri hiç de iç açıcı değil. Ülkeler ve şehirler gittikçe büyüyor, bu da teorik olarak genele yayılan savaş kayıplarını (yüzdeler daha küçük görünse bile) artırıyor. Ancak daha da endişe verici olan, bilhassa tarihsel açıdan istikrarsız olan coğrafyalardaki nüfus artışının hızla katlandığı gerçeği. Amerika’nın Kuzey Kore ile olan gergin ilişkilerine dair günlük haberler ve yorumlar (yalnızca bir örnek olarak), Trump ve Kim Jong’un üçüncü dünya savaşını çıkarma serbestisine karşı savunmasız olmalarıyla birlikte, bu durumu makul görüyorlar. Hildebolt ve ben, bu ay itibariyle Kıyamet Günü Saati, gece yarısına ve dolayısıyla Homo-sapiens’in bugüne kadarki yok olma ihtimaline şu ana dek olduğundan en az bir dakika daha yakınsa, şaşırmayacağız.

Elbette, dünya barışına ulaşmanın yolları oldukça karmaşık. İstatistikler, ulusal nüfusu patlamalarını ve gittikçe artan sayıdaki zeki insanın sürekli biçimde ölümcül silahlar benzeri yeni araçlar icat etmesini önlememiz gerektiğini gösteriyor. Bunların hiçbiri gerçekçi görünmüyor. Ancak yapabileceğimiz en basit şey, kısa süre önce küçük alanlarda ve topluluklarda yaşayan insanların, devletli toplumlardan daha fazla şiddet ürettiğine dair propaganda yapmayı bırakmaktır. Tarihsel veriler, devletsiz toplumların nüfus azlığı nedeniyle daha savunmasız olduklarını gösteriyor; mantıksal ve ahlaki anlamda “daha iyi meleklerden” yoksun oldukları için daha fazla şiddet üretmiyorlardı.

Böyle sıkıntılı dönemlerde, savaş ve türümüzün hayatta kalması söz konusu olduğunda, insanların (genel olarak) iyi bir gidişata sahip olduğu duygusu uyandıran mesajlar yaymak akıllıca değil. Kıyamet Günü Saati, iç karartıcı bir hal almaya devam ediyor.

* Yazının aslı Sapiens sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)