Bilim soslu hiçbir şeycilik ya da ölçek uzmanı ‘pseudo’ akademikler

Güvenilirlik gibi bir sözcüğün doğasıyla bir nevi düzenbazlık yapılıyor, projeler yazılıyor, akademik kurullarda onaylanıyor, paralar ödeniyor, teşvik puanları ve doçentlik dosyaları şişiyor.

Google Haberlere Abone ol

Necati Buğra Kuddaş* 

Köklü üniversitelerden birinden ‘yardım’ yüklü bir kamyon yola çıkar; öncüsü bir midibüste rektörlük bayrağı çarşaf gibi gerili ve içinde çoğu kolayca not peşinde öğrenciler, bir iki profesör ve emirlerindeki araştırma görevlileri ile. Kamyon, siyasi bağlantıların ve insanlık namının ajitesi ile elde edilmiş ‘duyarlı’ yardım malzemeleri ile doludur. Belki kamyonun yaktığı mazot, hocaların harcırahı geçiyordur yardım malzemelerinin maliyetini, her neyse.

Midibüsün içinde ise en önemli malzeme, ucuz A4’e basılmış ucuz ölçeklerdir. Afet sonrası travmalardan kendilerine bilim çıkarmaya yemin vermiş hocaları akıllarına gelen en iyi fikri uygulamak için afet bölgesinde henüz acıları taze insanlara çikolata yeme ihtiyaçları[1] ile afet sonrası yaşadıkları travma arasındaki ilişkiyi soracaklardır. Bu soruları istatistik programlarıyla analiz edecek ve ‘Buldum!’ (Eureka!) anını teşvik dosyalarına girecekleri yeni ‘araştırma makaleleri’ vasıtasıyla yaşayacaklardır.

Yüzlercesi var, aklı olan bir fikir yumurtluyor ve afet sonrası travma ölçeğinin önüne demografik verilerle birlikte iki soru ekleyerek ‘bilimselleştiriyor’ yumurtasını. Bilimsel yumurtalar… güncel konularda sımsıcak acıların üzerine, henüz yaşanmışlıklar ifade edilemeyecek kadar travmatize etmişken insanları ve herhangi bir afetzede henüz ‘ne işe yarayacak bu sorular’ diye soramayacak kadar ilgiye ihtiyaç duyarken yardım kamyonunun ardından dayatılan Likert tipi sorular… “Sayın Afetzede, bu anket çalışmasına katılmayı gönüllü olarak kabul ediyorsanız bu ankette yer alan soruları yanıtlıyor olmaktasınız dolayısıyla etik olarak hiçbir sıkıntı yaşamadan sizlerin verilerinizle yıl sonunda çok güzel yayınlar yapacağımız da sizi ilgilendirmez, dolayısıyla alın size getirdiğimiz yardımları da doldurun şu A4’leri” tarzı ifadelerle geçiştirilen onam bölümleri.

Yukarıdaki paragrafta yazılanların yaşananları karikatürize ettiğini düşünmekte haklısınız. Halbuki değil, keşke öyle olsaydı denilecek silsile şeklinde aymazlıklar gerçekleşiyor afet bölgelerinde ya da afet destek illerinde. Bilimsel proje kaynaklarının harcandığı sözde-bilimsel (pseudo-science) yayınlar komediden sadece akademik ünvanlı yazarları var diye ayrışıyor buralarda. Bilime ayrılan kıt kaynakların özgün durumlar nedeniyle ortaya çıkan yeni normları incelemesi gerekirken, futbol maçından sonra çıkan kavgayı uzaktan izleyen köfteciye sorulabilecek manasız sorular soruluyor afetzedelere, bir nevi.

Depremde ailesini ya da akrabalarını kaybeden insanlara, bulabildikleri ilk telifsiz ölçekle sadece ‘cronbach alfa’ değeri yüksek çıksın diye saçma değişkenler arasındaki ilişkiler soruluyor. İstatistikte bu değeri test etmeye ‘güvenilirlik analizi’ diyorlar. Güvenilirlik gibi bir sözcüğün doğasıyla bir nevi düzenbazlık yapılıyor, projeler yazılıyor, akademik kurullarda onaylanıyor, paralar ödeniyor, teşvik puanları ve doçentlik dosyaları şişiyor. Akademi işini iyi biliyor.

*

Sosyoloji, bilimsellik gereği olayları ve olaylar silsilesi ile ortaya çıkan soyut bir yapı olan olguları birbirinden ayırmaktadır. Afet sonrası yaşanan olaylar tekil olarak bireysel travmalara neden olmuş ve olmaktadır. Bunca hüzün gark edilmiş olayların nasıl bir olguyla neticeleneceğini tahmin etmek bilimin işidir. Peki hiçbir önemi haiz olmayan olayları bilimselmiş gibi sunarak ‘travma sonrası’ ile başlayan çalışmalarda kullanmaya debelenmek, hangi sözlükte ne anlama gelmektedir? Bu sorunun yanıtı belki de zamane akademyasını oluşturan akademisyenleri biraz incelemekle bulunabilir. Şahsi ya da coğrafi sınırlara takılmak da gerekli değil bu konuda. Zaten bu incelemeyi de Bourdieu ‘homo academicus’ tanımıyla gerçekleştirmiştir. Bu tanımı da zamanında Hasan Ünal Nalbantoğlu Hoca kullanarak, Üniversite A.Ş.’de kendisine yer bulan makbul ‘akademik tip’i betimleyerek hâlâ güncel bir eleştiriyi ortaya koymuştur.

Nalbantoğlu, ‘bilimsel’miş gibi olanı üreten seri üretim işçileri olarak tanımlar çok kısaca değinmek gerekirse bu akademik tipi. Bu tipler, akademi içinde olmayı, ‘ne üretecekleri, neyi inceleyecekleri’ üzerine değil, ‘nasıl ve hangi araçla’ üretecekleri üzerine uzmanlaşarak bağlamlarına oturtmuşlardır. ‘Ne’ ve ‘neyi’ soruları onlar için anlamsızdır keza araçlar neyi ölçebileceklerini gösteriyorsa ona uygun ‘istatistiki olarak anlam taşıyacak’ bir değişkeni uydurabilecek muazzam bir hurafeler tarihini haiz olan bir kültürel sermaye ile var olmuşlardır – keza tam da bu nedenle iktidar onları makbul kabul ettiği için akademisyenlik titrini taşımaktadırlar (içtenlikle bunu bilirler ancak dışarıdan bakan birine nasıl görünecekleri üzerine de çok kafa yorarlar). Nalbantoğlu makalesinde, sadece uzmanlaştıkları alanlarda malumatları ‘sonsuz’ olan ancak cevherleri yetmediği tüm diğer bilgi ve becerilerde biçare kalmış olarak tanımlar bu ‘akademik tip’leri.

Nalbantoğlu Hoca makalesini yazdığında yıl 2003’tü. Ben makalesini okuduğumda yıl 2007 idi ve henüz akademya içinde herhangi bir konumum yoktu. Bugün neredeyse on yıllık bir akademik işçiyim ancak son yıllarda fark ettiğim şey, Nalbantoğlu’nun tanımladığı akademik işçilerin aslında işçi olduğunu kabul etmeyen ‘lümpenlere’ dönüştüğüdür. Belki 2014 yılındaki Davutoğlu zammıyla memur maaşından uzman maaşına terfi ettikleri için ‘işçi’lerimiz, o yıllarda yeni ortaya çıkan 3. Dalga kahve modasına şahane bir uyum sağlayarak ‘neskayfe’ içen işçilerle aralarına espresso kaşığı kadar ‘gerçekliği ağır basan’ bir ayraç koyma gereksinimi duydular. Peşi sıra ‘barış yanlısı’ akademisyenlerin topluca kovulmasının tazyikiyle sindiler ve bunu kendi ‘ethos’larına uydurmak için o günden sonra ‘iktidardan korkmadıkları’ halde, araştırma öznelerine karar vermeden önce geçmiş bir ayın gazetelerinde başbakanın demeçlerini araştırmayı ‘ilke’ edindiler. O günlerden bu günlere bu ‘korkmama(!)’ durumu, o denli içselleşti ki, akademisyenler, akademik üretimlerinde odaklarına alacakları ‘ne’ sorusunu boş verip ‘neyle’ sorusunun büyüsüne hevesle kapıldılar. İstatistiki analizlerin kısaltmalar dünyasında en çok kısaltmayı içeren ‘metot’ bölümlü makalelerini yazmak tek hedefleri oldu. Keza akademik teşvik sistemi de bunu hevesle destekledi; en ‘pozitivist’ yöntemle yapılan sosyal bilim makaleleri (şaka gibi ama değil) en yüksek etki faktörüne sahip dergilerde yayınlanabiliyordu ve bunlar en yüksek getiri haline geldi. Yukarıda yazmıştım, bu değişim Türkiye’den başlamadı dolayısıyla buradaki eleştirinin kime ya da hangi coğrafyaya dönük olduğunun da çok bir önemi yok; dünyanın tüm gelişmiş ülkeleri akademiyi muhalefet alanından sıyırmak için bu pozitivizm kolaycılığına teşvik etti tüm ‘akademik tip’leri.

Neticede Türkiye’de bir afet yaşandı, sayıyla ifade etmesi korkunç olacak nicelikte yaşam yok oldu ve nedeni, mühendislerin pozitivist ilkeleri terk edip kolay paraya meyletmesiydi. Bu afetin neden olduğu olayları araştırma azmiyle ‘yanıp tutuşan’lar ise dibine kadar pozitivist yöntemlere gömülüp çare üretmeye çalışan sosyal bilimciler oldu. ‘Afetzedelerin deprem öncesi ve sonrası çikolata tüketimi ile afet sonrası yaşanan travma arasındaki ilişkiyi’ inceleyecek sayısız makale şu an ‘uslu’ akademisyenler tarafından yazılmakta ve hatta Q1[2] dergilere çalışan hakemlerin masalarında beklemekte.

Türkiye’de yaşanan iki büyük afetin ardından ortaya çıkan sefalet ve çaresizlik görüntülerini maskelemek için ya da daha doğrusu, bu afetlerin sebebini ilahi takdire devretmek adına çabalayan muktedirlerin suyuna gitmek için ‘ne’ sorusundan kaçıp, ‘neyle, hangi araçla’ sorusunda bilimsellik arayan ve bu durumu da safi şahsi çıkarları için yapan akademik tipler bundan sonra uzun bir süre de kalıcı olacaklar akademinin içinde. Köşe başları, ‘SPSS’te[3] bilmem ne analizini yapmayı bilen’den öteye geçmeyen ‘günün adamı’[4] ‘akademik tip’lerle sarılı. Akademi ‘veri’nin elde edildiği halka karşı kullanılmakta. Çare belki de çocukların oyunlarında kullandığı şu deyişte saklıdır: “çelik ayna”.

Akademinin, aynada yansıyanın kendi hali olduğunu görmesini umarak bu yazıyı bitirmek gerekiyor sanıyorum tam da şu an.

* Dr./Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi

NOTLAR: 

[1] Buraya pek çok süreli ya da süreksiz değişken serpiştirilebilir, hayal gücünüze bağlı.

[2] Akademik dergilerin kalitesini(!) belirleyen bir ifade

[3] İstatistiki analiz için kullanılan bir bilgisayar programı

[4] Haldun Taner’in bu isimdeki piyesine gönderme